Khaled Hosseini – Ucurtma Avcisi

Bugün neysem, on iki yaşındayken, 1975 kışının o karanlık, buz gibi gününde oldum. Tam anını çok iyi anımsıyorum; yıkık, toprak bir duvann arkasına çömeimiş, donmuş derenin yakınındaki dar, çıkmaz sokağa bakıyordum. Üzerinden çok uzun zaman geçti; ama geçmiş için söylenenler yanlış. Ben onun nasıl gömüleceğini öğrendim. Her ne kadar geçmiş pençeleriyle kendine bir çıkış yolu açmayı becerse de. Şimdi düşününce, o boş sokağa son yirmi altı yıldır bakmakta olduğumu fark ediyorum. Geçen yaz, dostum Rahim Han beni Pakistan’dan aradı. Onu ziyarete gitmemi istiyordur Kulağımda ahize, mutfakta 1 dururken, karşı uçtakinin yalnızca Rahim Han olmadığını biliyordum. Kefareti ödenmemiş günahlarımla dolu geçmişim-di. Telefonu kapadıktan sonra, Golden Gate Park’ın kuzey ucundaki Spreckies Göiü’nün kıyısında yürüyüşe çıktım. Erken öğleden sonra güneşi, düzinelerce minyatür teknenin canlı, kıvrak bir esintinin itkisiyle gezindiği suda ışıldıyordu. Başımı kaldırıp bakınca gökyüzünde süzülen, uzun, mavi kuyruklu, bir çift kırmızı uçurtma gördüm. Parkın batı tarafındaki ağaçların epeyce yukarısında, yel değirmenlerinin üstünde salınıyorlardı; aşağıya, artık memleketim dediğim San Francisco kentine bakan bir çift göz gibi. Ve ansızın, Hasan kulağıma fısıldadı: Senin if in, bin tane olsa yakalarım. Hasan, tavşandudaklı uçurtma avcısı.


Bir söğüt ağacının yakınındaki tahta sıraya oturdum. Rahim Han’ın telefonu kapatmadan hemen önce, aklına son anda gelivermiş gibi söylediği şeyi düşündüm: Yeniden iyi biri olmak mümkün. Bir kez daha yukarıya, ikiz uçurtmalara baktım. Hasan’ı düşündüm. Baba’yi. Ali’yi. Kabil’i. Her şeyi değiştiren o 1975 kışına kadar olan yaşamımı. Her şeyi değiştiren ve beni bugün neysem o yapan kışı. 2 iki Çocukken, Hasan’la birlikte babamın evindeki araba yolunun iki yamnda sıralanan kavak ağaçlarına tırmanır, bir ayna parçasıyla komşu evlerin camlarına ışık tutar, komşuları kızdırırdık. Pantolonlarımızın ceplerini dut kurusu ve cevizle doldurur, yüksek dal ardan ikisine, ata biner gibi, karşılıklı yerleşir, çıplak ayaklarımızı aşağıya sarkıtırdık. Dudan yerken aynayı elden ele geçirir, birbirimize ceviz fırlatır, kıkırdar, gülerdik. Hasan’ı o ağacın üzerinde hâlâ görebiliyorum; yapraklann arasından sızan güneş ışığı, meşeden oyulmuş bir Çin bebeği kadar toparlak, kusursuzcasına yuvarlak yüzüne vuruyor: düz, yayık burnu, bambu yapraklarını andıran kısık, hafif çekik, ışığa göre san, yeşil, hatta safire dönen gözleri. Biraz düşük, küçük kulaklan, son anda eklenivermiş bir 3 uzantıyı andıran sivri, sert çenesi gözümün önünde. Ve yank dudağı; Çin bebeğini yapan ustanın elindeki keski kaymış ya da adam yoruluvermiş, dikkati dağılmış gibi, üstdudağın hemen soluna atılan o çentik.

Bazen, o ağaçların tepesinde Hasan’ı sapanıyla komşunun tek gözlü Alman kurduna ceviz fırlatmaya razı ederdim. Hasan bunu yapmak istemezdi, ama ben istersem, gerçekten istersem beni kurnazdı. Hasan benim hiçbir isteğimi geri çevirmezdi. Sapan kullanmada üstüne yoktu. Hasan’ın babası Ali bizi bu durumda yakalayınca kızardı – onun kadar tatlı, iyi huylu biri ne kadar kızabilirse, elbette. Parmağını sallar, inin çabuk, derdi. Aynayı elimizden alıp annesinin bir sözünü yinelerdi: Şeytan namaz kılan Müslümanlara ayna tutar, akıllarım çelmeye çalışırmış. Oğlunu sertçe süzerek, eklerdi: “Bunu yaparken de gülermiş.” Hasan ayaklarına bakar, “Evet, Baba,” diye mırıldanırdı. Ama beni asla ele vernSezdi. Ayna fikrinin de, tıpkı komşunun köpeğine ceviz atmak gibi, benden çıktığını asla söylemedi. Kavaklar çift kanadı, üzeri dövme demirden motiflerle bezeli bahçe kapısına ulaşan, kırmızı tuğla döşeli araba yolunun iki yanına sıralanmışa. Kapı, babamın arazisine açılıyordu. Evimiz tuğla yolun sol tarafindaydı; araba yolu evin arkasındaki bahçede son buluyordu. Herkes, Baba’nın yaptırdığı evin, Vezir Ekber Han bölgesindeki en güzel ev olduğunu söylerdi; burası, Kabil’in kuzeyinde yer alan, yeni ve zengin bir mahalleydi.

Kimilerine göreyse Kabil’in en güzel eviydi. İki yam gül ağaçlarıyla kaplı geniş bir çimenlik, mermer zeminli, geniş pencereli, büyük binaya uzanıyordu. Baba’nın İsfahan’da eliyle seçtiği geometrik desenli, mozaik fayanslar dört banyonun zeminini kaplıyordu. Kalküta’dan getirdiği, yaldız işlemeli halılar duvarları süslüyor, tonozlu tavandan kristal bir avize sarkıyordu. Üst katta benim yatak odam, Baba’nın yatak odası ve “sigara odası” diye bilinen, her zaman tütün ve tarçın kokan çalışma odası vardı. Babamla arkadaşları, Ali’nin sunduğu akşam yemeğinin ardından bu odaya çekilir, siyah, deri koltuklara yayılırlardı. Pipolarını doldurur (Baba buna “pipoyu beslemek” derdi), en sevdikleri konulardan söz ederlerdi: siyaset, iş, futbol. Bazen Baba’ya yanlarında oturup oturamayacagımı sorardım, ama o kapının eşiğine dikilir, “Hadi ama,” derdi. “Bu, yetişkinlerin zamanı. Neden gidip kitap filan okumuyorsun?” Sonra, kapıyı kapatırdı; ben orada öylece kalır, neden bütün zamanını hep yetişkinlere ayırdığını merak ederdim. Eşiğe oturur, dizlerimi göğsüme çekerdim. Orada bir, bazen iki saat oturur, içeriden gelen kahkahaları, gevezelikleri dinlerdim. Aşağıdaki oturma odasında, içinde özel olarak yaptırılmış dolaplar bulunan, genişçe bir girinti vardı. Kavisli duvara çerçeveli aile resimleri asılıydı: Büyükbabamla Kral Nadir Şah’m 1931’de, Şah’m suikastından iki yıl önce çekilmiş, eski, damarlı bir fotoğraf; ölü bir geyiğin başında duruyorlar, ayaklarında dizlerine kadar gelen çizmeler, omuzlarında av tüfekleri. Annemle babamın düğün fotoğrafı da vardı; babam siyah takım elbisesiyle göz alıcı, annem gelinlikli, gülümseyen, genç bir prenses.

Sonra, babamla en iyi dostu ve iş ortağı Rahim Han’ı, evimizin önünde dururken gösteren, bir başka fotoğraf; ikisi de çok ciddi – ben henüz bir bebeğim, Baba beni kucağma almış; yüzü yorgun, asık. KoUanndayım, ama parmaklarımı Rahim Han’ın serçeparmağına dolamışım. Bu kavisli duvar, oturma odasını yemek salonuna bağlardı; salonun ortasındaki maun masa, otuz konuğu rahatça ağırlayabilecek genişlikteydi – masraflı, gösterişli partilere düşkün olan babam sayesinde, neredeyse her hafta ağırlardı 5 da. Yemek salonunun öteki ucunda kışın sürekli yanan, yüksek, mermer bir şömine vardı. Geniş, sürgülü bir kapı bir dönümlük arka bahçeye ve dizi dizi kiraz ağaçlarına bakan, yarım daire biçimindeki terasa açılıyordu. Baba ve Ali doğudaki duvarın dibinde küçük bir sebze bahçesi yetiştirmişti: domatesler, nane, yeşil biber ve bir türlü ürün vermeyen mısırlar. Hasan’la ikimiz oraya “Hasta Mısır Duvarı” derdik. Bahçenin güney ucunda, bir yenidünya ağacının gölgesinde hizmetkârların evi vardı; Hasan’ın babası Ali’yle birlikte yaşadığı küçük, mütevazı, toprak kulübe. Hasan işte orada, o küçük müştemilatta 1964 yılında doğmuş; beni doğururken can veren annemin ölümünden tam bir yıl sonra. O evde yaşadığım on sekiz yıl boyunca, Hasan’la Ali’nin kulübesine yalnızca üç-beş kez girdim. Güneş tepelerin ardına çekilip biz de nihayet oyun oynamaya son verince, Hasan’la yollarımız ayrılırdı. Ben güllerin arasından geçip Baha’nın malikânesine yol anırdım, Hasan da doğduğu ve bütün yaşamını geçirdiği, döküntü kulübeye. Temiz, eşyasız, bir çift gazyağı lambasıyla aydınlatılan, loş bir yer olduğunu anımsıyorum. Odanın iki karşı köşesine iki döşek konmuş, aralarına da yıpranmış, saçaklan erimiş bir Herati kilimi atılmıştı; bir köşede de, Hasan’ın resim yaptığı tahta masayla üç ayaklı bir tabure dururdu. Duvarlar, üzerine boncuklarla Al ah-ü ekber yazısı işlenmiş olan, tek bir örtünün dışında çıplaktı.

Baba örtüyü Meşat’a yaptığı yolculukların birinden, Ali’ye armağan getirmişti. İşte Sanaubar, Hasan’ı 1964’te, soğuk bir kış günü bu küçük kulübede doğurmuştu. Ben annemi doğum sırasındaki aşırı kanama yüzünden kaybetmişim, Hasan da annesini bir haftalıkken kaybetmiş. Çoğu Afgan’ın ölümden de beter de6 diği bir alınyazısı yüzünden: Kadın, gezgin bir şarkıcı ve dansçı kumpanyasıyla kaçmış. Hasan annesinden hiç söz etmezdi; böyle biri hiç var olmamıştı sanki. Onu rüyasında görüp görmediğini merak ederdim; nasıl bir kadın olduğunu, şu an nerede bulunduğunu. Hasan da onu merak ediyor muydu? Özlüyor muydu -benim hiç tanımadığım annemi özlediğim gibi? Bir gün evden çıkmış, yeni başlayan İran filmini görmek için Zainab Si-neması’na doğru yürüyorduk; İstiklal Ortaokulu’nun yakınındaki askeri kışladan geçen kestirmeye saptık – Baba o yolu kullanmamızı yasaklamıştı, ama o sırada Rahim Han’la birlikte Pakistan’daydı. Kışlayı çeviren çitin üstünden atladık, küçük dereyi geçtik ve eski, terk edilmiş tankların toz bağladığı, boş, toprak araziye çıktık. Birtakım askerler bu tanklardan birinin gölgesine toplanmış sigara içiyor, iskambil oynuyordu. İçlerinden biri bizi gördü, yanındaki arkadaşını dürttü, sonra Hasan’a seslendi. “Hey, sen!” dedi. “Seni tanıyorum.” Onu daha önce hiç görmemiştik. Kafası tıraşlı, tıknaz bir adamdı; yanaklanndaki siyah kıl dipleri belirgindi. Bize sınöş biçiminden, bakışlanndan ürkmüştüm.

“Yürümeye devam et,” diye fısıldadım Hasan’a. “Sen! Hazara! Seninle konuşuyorum, yüzüme baksana!” diye haykırdı er. Sigarasını yanındakine verdi, baş ve işaret parmaklannı birleştirip halka işareti yaptı. Öteki elinin orta parmağını da bu halkaya soktu. Soktu, çıkardı, soktu çıkardı. “Anneni tanırdım, biliyor musun? Hem de çok iyi tanırdım. Şu karşıdaki derenin kıyısında onu becerdim.” Askerler güldü. Bir tanesi, domuz gibi cıyakladı. Hasan’a, Durma, yürümeye devam et,” dedim. “Ah, öyle tadı, sıkı bir deliği vardı ki!” diye bağırdı asker; ötekilerin el erini sıkıyor, pis pis sıntıyordu. Daha sonra, film 7 başlayınca, karanlıkta Hasan’ın hıçkırdığını duydum. Yaşlar yanaklarından sel gibi akıyordu. Uzandım, kolumu omzuna doladım, onu kendime çektim. Başını göğsüme yasladı.

“Seni başkasınla karıştırdı,” diye fısıldadım. “Seni başkasıyla karıştırdı.” Sanaubar’ın evden kaçmasına aslında kimsenin şaşırmadığını duymuştum. İnsanlar asıl, Kuran’ı ezbere bilen Ali kendisinden on dokuz yaş küçük, çok güzel ama töre nedir bilmeyen, adı kötüye çıkmış Sanaubar’la evlendiği zaman şaşırmışlar. Ali gibi o da hem Şi hem de etnik köken olarak Ha-zara’ydı. Birinci dereceden kuzeni olduğu için de, en doğal eş adayıydı. Ama bu benzerliklerin dışında, Ali’yle Sanaubar’ın hiçbir ortak özel iği yoktu – en azından dış görünüş açısından. Sanaubar’ın, dedikodulara bakılırsa, pek çok erkeği günaha sokan parlak, yeşil gözlerine, cilveli yüzüne karşılık Ali doğumda meydana gelen ve yüzünün alt kısmındaki kasları etkileyen felç yüzünden asla gülümseyemez, sürekli asık yüzle dolaşırdı. Taş yüzlü Ali’nin sevinmesi ya da üzülmesi çok tuhaf bir görüntüydü, çünkü yalnızca o çekik, kahverengi gözleriyle gülümser ya da hüzünlenirdi. Gözlerin ruhun aynası olduğu söylenir. Bu söz, kendini salt gözleriyle dışavuran Ali için söylenmişti sanki. Sanaubar’ın kışkırtıcı, müstehcen yürüyüşü ve çalkalanan kalçaları sayısız erkeği baştan çıkarmış. Oysa Ali’nin çocuk felci yüzünden kısa kalan, çarpık sağ bacağı (aradaki kâğıt inceliğindeki kas sayılmazsa), bir deri bir kemikti. Bir gün, ben sekiz yaşındayken Ali’yle birlikte pazara nan almaya gidişimizi anımsıyorum. Bir şarkı mırıldanarak arkasından gidiyor, yürüyüşünü taklit ediyordum.

Zayıf, kemikli bacağını yeri süpürür gibi, dairesel bir harekede savuruşunu, o ayağını yere her basışında inanılmayacak kadar sağa yatan bedenini izliyordum. Her adımda yere devrilmemesi, küçük bir mucize 8 gibiydi. Ona öykününce, az kaldı yolun kenarındaki hendeğe yuvarlanıyordum. Bunun üzerine kıkır kıkır gülmeye başladım. Ali dönüp bakınca onun taklidini yaptığımı gördü. Hiçbir şey söylemedi. Ne o zaman, ne daha sonra. Yalnızca yürümeye devam etti. Ali’nin yüzü ve yürüyüşü mahalledeki bazı küçük çocukları korkuturdu. Ama asıl sorun, daha büyük oğlanlardı. Onu sokaklarda kovalar, önlerinden topallayarak geçen bu adamla acımasızca alay ederlerdi. Kimisi ona Babalu derdi – kukla adam. “Hey, Babalu, bugün kimi yedin, bakalım?” diye haykırırlardı bir ağızdan, kahkahalarla gülerek. “Kimi yedin, ha, seni yassı burunlu Babalu?” Ona ‘yassı burun’ diyorlardı, çünkü Ali’yle Hasan’ın yüz hadan Hazara ırkına özgü, tipik Moğol özel ikleri taşıyordu. Yıllarca, Hazaralar hakkında bildiğim tek şey de buydu zaten; Moğollarla aynı soydan geldikleri ve şu ufak tefek Çinlilere benzedikleri.

Okul kitaplarında onlardan neredeyse hiç söz edilmez, atalarına şöyle bir değinilip geçilirdi. Bir gün, Baha’nın çalışma odasında, onun eşyalarını karıştırırken, elime annemin eski tarih kitaplarından biri geçti. Horamı adında bir İranlı tarafından yazılmıştı. Üzerindeki tozu üfledim, gece yatarken yanıma aldım ve Hazara tarihine koca bir bölüm ayrılmış olduğunu görünce afalladım. Hasan’m halkını anlatan, upuzun bir bölüm! İşte orada, benim halkımın, yani Peştunlann Hazaralara zulmettiğini, onları ezdiğini okudum. Hazaralann on dokuzuncu yüzyılda Peştunlara karşı ayaklanma girişiminde bulunduğunu, ama Peştunlann ‘ağza alınmaz bir vahşetle bu isyanı bastırdığı’ yazıyordu. Kitap, halkımın Hazaralan kadettiğini, topraklanndan sürdüğünü, evlerini yaktığını, kadınlarını da sattığını söylüyordu. ‘Hazaralan ezmelerinin bir nedeni de, Peştunlann Sünni, Hazara-lannsa Şii olmalandır,’ diyordu. Kitap bilmediğim, öğret9 menlerimin bir kez olsun değinmediği bir sürü şey anlatıyordu. Bunlara Baba da değinmemişti. Aynı zamanda, bildiğim şeylerden de söz ediyordu: Hazaraların fare yiyen, yassı burunlu, yüke dayanıklı, katır kadar sağlam insanlar olduğundan, örneğin. Mahal edeki bazı çocukların Hasan’a bu tür sözcüklerle sataştığını duymuştum. Ertesi hafta dersten sonra, kitabı, özellikle de Hazaralarla ilgili bölümü öğretmenime gösterdim. Sayfaları şöyle bir karıştırdı, alayla gülümsedi, sonra kitabı geri verdi. “İşte, Şiiler bunu çok iyi becerir,” dedi, eşyalarını toplarken, “mazlum rolü yapmayı, kendilerini şehit diye yutturmayı.

” Şi derken yüzünü buruşturmuştu; bulaşıcı bir hastalıktan söz eder gibi. Kocasıyla aynı etnik kökene sahip, üstelik akraba olan Sa-naubar mahallenin çocuklarıyla bir olup Ali’yi alaya alırmış. Kocasının dış görünüşünden ne kadar tiksindiğini hiç gizle -mezmiş. “Bu da koca mı?” diye hırlarmış. “Öyle eşekler gördüm ki, kocalığa çok daha yakışıyordu.” Bu evliliğin Ali’yle amcası, yani Şanaubar’ın babası arasındaki bir tür antlaşmaya dayandığını düşünenler de vardı. Beş yaşında yetim kalan, sözü edilmeye değer bir malı da mirası da bulunmayan Ali’nin, amcasının lekelenen adını kurtarmak için Sanaubar’la evlendiğini söylerlerdi. Ali onu taciz edenlere hiç karşılık vermezdi; bence nedeni kısmen, o peşi sıra sürükleyip durduğu sakat bacağıyla onları yakalayamayacağını bilmesiydi. Ama asıl neden, bir tür bağışıklık kazanmış olmasıydı; saldırıları, hakaretleri duymuyordu bile; o Sanaubar’ın Hasan’ı doğurduğu an yaşama sevincine, derdinin ilacına kavuşmuştu. Yalın ama etkili bir tedavi olmuştu. Doğum uzmanı yok, narkozcu yoi, öyle gösterişli, ekranlı cihazlar yok. Yalnızca lekeli, çıplak bir döşekte yatan Sanaubar, yanında Ali, bir de ebe. Kadının öyle 10 aman aman yardıma ihtiyacı olmamışu, çünkü Hasan doğarken bile karakterine uygun davranmıştı: O bir canlının canını yakmayı bilmez, bunu istese de beceremezdi. Birkaç inilti, üç-beş ıkınma ve Hasan görünmüştü. Hem de gülümseyerek.

Boşboğaz ebenin komşulardan birinin hizmetçisine anlattığına, onun da önüne gelene yaydığına göre Sanaubar, Ali’nin kucağındaki bebeğe şöyle bir bakmış, sol dudaktaki yarığı görmüş ve kişner gibi gülmeye başlamış. “İşte,” demiş, “senin yerine bol bol gülümseyecek, budala oğluna kavuştun!” Hasan’ı kucağına almayı bile reddetmiş, beş gün sonra da çekip gitmiş. Baba, Hasan’ı emzirmesi için benim süt annemi çağırtmış. Ali bize onun, dev Buda heykellerinin bulunduğu Bamiyan kentinden gelme, mavi gözlü bir Hazara kadını olduğunu anlatır, eklerdi: “Öyle tadı bir sesi vardı ki.” Hasan’la her seferinde, hangi şarkıyı söylerdi, diye sorardık, oysa bal gibi bilirdik – Ali bize defalarca söylemişti. Amacımız şarkıyı Ali’den bir kez daha dinlemekti. Ali genzini temizler, başlardı: Tüksek bir dağın tepesinde durdum, Ve Ali’yi, Allah’ın Aslanı’nı çağırdım. Oh, Ali, Allah’ın Aslanı, İnsanların Kralı, Şu yaralı kalplerimize sevinç getir. Sonra bize, aynı süt annenin emzirdiği çocukların kardeş olduğunu, aralarında zamanın bile kopartamayacağı bir kan bağı oluştuğunu söylerdi. Hasan’la aynı memeden süt emmiştik. İlk adımlarımızı aynı bahçede, aynı çimenlerin üzerinde atmıştık. Ve ilk sözcüklerimizi aynı-çatının altında söylemiştik. 11 Benimki Baba idi. Onunkiyse Emir. Benim adım.

Şimdi geriye bakınca, 1975 yılında olanların -ve onu izleyenlerin- kökeninde işte bu iki sözcüğün yattığını görüyorum. I üç Babamın bir zamanlar Belucistan’da siyah bir ayıyla güreştiği rivayet edilirdi. Öykü bir başkasıyla ilgili olsaydı, Afgan-lann abartma huyunu anımsar, /«/deyip geçerdik — ne yazık ki ulusal bir hastalığa dönüşmüş olan bu huya göre, birinin, oğlunun doktor olduğuyla övündüğünü duyunca, çıkarmanız gereken sonuç şudur: Oğlan büyük bir olasılıkla, lisedeyken bir biyoloji sınavından iyi not almıştır. Ama Baba hakkındaki herhangi bir öykünün doğruluğundan hiç kimse kuşku duyamazdı. Kuşkusu olanlar da, eh, Baha’nın sırtındaki ince, uzun tırnak izlerine bakabilirdi. Baha’nın güreşini gözümün önünde defalarca canlandırdım, rüyamda bile gördüm. O düşlerde Baha’yla ayıyı birbirinden bir türlü ayıramazdım. Baha’ya o ünlü lakabını takan kişi, Rahim Han’dı: Tufan 13 Y^a, Dır başka deyişle ‘Kasırga Bey’. Bu takma ad, babama gerçekten yakışıyordu. O bir doğa olayı, iriyan Peştunlann kusursuz bir örneğiydi; gür bir sakalı, kendisi kadar asi, kıvırcık, kahverengi saçları, bir söğüt ağacını kökünden sökebilecek kadar güçlü görünen elleri ve Rahim Han’ın tanımıyla, ‘şeytana bile diz çöktürecek’ kadar keskin, siyah gözleri vardı. Davetlerde bir doksanlık cüssesiyle salona bir firtına gibi dalar, bütün başlar, güneşe dönen ayçiçekleri gibi ona çevrilirdi. Baba uykusunda bile görmezden gelinmesi olanaksız biriydi. Kulaklarıma pamuk tıkar, yorganı başıma çeker, yine de Baba’mn horultusunu duyardım; bir kamyon motorunun gümbürtüsünü andıran horultular duvarları delip geçerdi. Üstelik yatak odam koridorda, Baba’nın odasının tam karşısındaydı. Annemin onunla aynı odada uyumayı nasıl başardığını hâlâ anlayabilmiş değilim.

Onunla tanışsaydım, anneme sormak istediğim şeylerden biri de budur. 1960’lann sonlarına doğru, ben beş-altı yaşlarındayken, Baba bir yetimhane yaptırmaya karar verdi. Ayrıntıları Rahim Han’dan, dinledim. Baba’nın, hiçbir mimarlık deneyimi olmamasına karşın, projeyi kendi eliyle çizdiğini anlattı. Aklı başında tanışlan, bu saçmalığa son verip bir mimar tutmasını öğüdemiş. Baba elbette kabul etmemiş, onlar da bu dik başlılık karşısında başlarını esefle sal amış. Ama Baba başarmış, onlar da bu zafer karşısında başlarını saygıyla eğmişler. Kabil Irmağı’nın güneyindeki Maywand Caddesi’nin hemen arkasına yapılan, iki kadı yetimhanenin bütün masrafını Baba karşılamış. Rahim Han, Baba’nın inşaaü kendi parasıyla tamamladığını, mühendislerin, elektrikçilerin, su tesisatçısı ve işçilerin (‘gönlü alınması gereken’ belediye görevlilerinin de, elbette) parasını cebinden verdiğini anlattı. Yetimhanenin inşaatı üç yıl sürdü. Artık sekizime basmış-14 am. Açılışın bir gün öncesini çok iyi anımsıyorum; Baba beni Kabil’in birkaç kilometre dışındaki Ghargha Gölü’ne götürmüştü. Hasan’ı da çağırmamı söyledi, ama ben Hasan’m yapılacak işleri olduğu yalanım uydurdum. Baba’yla baş başa olmak istiyordum. Ayrıca, bir keresinde Hasan’la Ghargha Gölü’ne gitmiştik ve Hasan taşı suda tam sekiz kez sektirmiş-ti.

Benim rekorumsa beşti. Baba da yanımızdaydı, bizi seyrediyordu; Hasan’ın sırtına pat pat vurmuştu. Hatta kolunu onun omzuna bile dolamıştı. Baba’yla ben, yalnız ikimiz, göl kıyısındaki tahta piknik masalarından birine oturduk, haşlanmış yumurtayla köfteli sandviç yedik – iki nan diliminin arasına yerleştirilmiş köfteyle salatalık turşusu. Suyun rengi lacivertti, güneş ışıklan cam duruluğundaki yüzeyde ışıldıyordu. Cumaları göl biraz hava almak için kent dışına kaçan ailelerle dolup taşardı. Ama o gün hafta ortasıydı ve bir tek Baba’yla ben vardık, bir de uzun saçlı, sakallı birkaç turist; onlara ‘hippi’ dendiğini duymuştum. Rıhtıma oturmuş, ayaklarım suya sarkıtmışlardı; balık tutuyorlardı. Baba’ya saçlarını neden uzattıklarını sordum, ama Baba homurdandı, yanıt vermedi. Ertesi günkü konuşmasını hazırlıyordu; elle yazılmış bir deste buruşuk kâğıdı karıştırıyor, kalemiyle şuraya buraya not alıyordu. Yumurtamı yedim ve Baba’ya, okuldaki çocuklardan birinin söylediği şey doğru mu, diye sordum: Yanlışlıkla yumurta kabuğunu ısınrsan, hemen tükürmeliydin. Baba bir kez daha homurdandı. Sandviçimden bir ısırık aldım. San saçlı turisderden biri güldü, ötekinin sırtına vurdu. Uzakta, gölün karşısında bir kamyon tepeyi ağır ağır tırmanıyordu.

Dikiz aynasına vuran güneş ışığı panldadı. “Galiba bende saratan var,” dedim. Kanser. Baba, esintide uçuşan kâğıdardan başım kaldırdı. Meşrubatı kendin de alabilirsin, dedi; arabanın bagajında, diye ekledi.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir