Knut Hamsun, Hans Christian Andersen – İstanbul’da İki İskandinav Seyyah

20. yüzyılın ünlü yazarlarından ve Nobel edebiyat ödülü (1920) sahibi Knut Hamsun’ün Norveç’te az tanınan yapıtlarından biri STRIDENDE LIV (MÜCADELELi HAYAT) adını taşıyor. Knut Hamsun’ün 1899 yılında istanbul’a yaptığı gezinin anıları, 1905 yılında basılan bu seyahatnamenin HiLALiN ALTINDA adlı bölümünde yer almaktadır. Bazı edebiyat tarihçileri Hamsun’ün 1899-1900 yıllarında yaptığı Rusya, Kafkasya ve Türkiye yolculuğuna çıkış nedenini “gizemli, özgün ve el değmemiş olana karşı duyduğu ilgi ve sevgiye” bağlıyorlar. Ancak tek neden bu olmasa gerek … 1859 yılında Gudbrandsdalen vadisinde bir köyde dünyaya gelen ve daha sonraları adını Knut Hamsun olarak değiştirecek olan Knud Pedersen’ın gençlik yıllarında da gezgin ve maceracı bir yaşam sürdüğünü görüyoruz. 3 yaşında ailesiyle birlikte Kuzey Norveç’e, Nordland’a göç eden ve Hamaröy adasına yerleşen Knud Pedersen’ın olağanüstü doğal güzellikteki mekanlarda, ancak zor koşullar altında geçen çocukluğu, erken yaşlarda çalışmak için yollara düşüp katı Lofot adalarındaki, kah kıyılardaki küçük kasabalara yerleşerek satıcılıktan, kunduracı çıraklığına, öğretmen yardımcılığına kadar değişik işlerle uğraşması, 18 yaşında Tromsö’de ilk romanını yayınlatması, Kristiania (Oslo)’da sefalet içinde geçirdiği 1879 kışı ve nihayet Amerika’ya göç dalgasına kapılıp, 1880-1890 yılları arasında iki kez Yeni Dünya’ya gidip gelmesi, orada ekmeğini marjinal işlerden çıkarmış olması yazarın zengin yaşam deneyinin kaynaklarını gösteriyor. Knut Hamsun’un bir yazar olarak dehası konusunda kimsenin kuşkusu bulunmamakla birlikte, eserlerin üzerinden gölgesi hiç eksilmeyecek siyasi eğilimi hala tartışma konusudur. Nazi işbirlikçisi olmakla suçlanan yazara, savaşın bitiminden sonra biçilen ceza “vatana ihanetten” hüküm giyrnek değil, hafifletici nedenler dikkate alınarak (“ilerlemiş yaşı nedeniyle ruhsal yapısında meydana gelmiş bulunan giderilemez zayıflıklar”) evinde gözaltına alınmak, 9 psikiatri kliniğine, yaşlılar evine gönderilmek ve devlete tazminat ödemek olmuştur. Siyasi eğiliminin şekillenmesi sürecinin daha başlarında, Amerika’da geçirdiği yıllarda, Knut Hamsun demokrasiyi “kitlelerin tiranlığı” olarak nitelemiş, Amerikan sanatını kaba ve vahşi bulduğunu belirtmiştir. Kopenhag Öğrenci Birliğinde yaptığı konuşmalarda Amerikan toplumunun perde arkası yanlarını dile getirmiş, daha sonra bu konuşmaları tartışmaya açık bir kültür ve toplumsal ilişkiler panaraması oluşturan Modern Amerika’mn Ruhu adlı kitapta toplanmıştır. Knut Hamsun’ün Norveç toplumunun yapısındaki değişmelere karşı yönelttiği eleştirilerin en yoğun olarak bulunduğu kitap ise 1915’de yayınlanan Segelfoss Kentı’dir. Burada, ekonomik dönüşüm ve kentleşme sonucu Hamsun’ün ideal toplumu olan, düzen ve disiplinin hüküm sürdüğü ataerkil toplum çözülmekte, gururlu, otoriter ve babacan toprak sahibi, adı çoğunluğa -bisikletli anoraklı modern işçilere- boyun eğmek zorunda kalmaktadır. Knut Hamsun, psikolojik boyutu, usiQbu ve gerçekçilik anlayışıyla Norveç edebiyatında yeni bir çığır açtığı ünlü romanı Açlık (1890)’tan başlayıp, ustalık döneminin eseri Toprağın Bereketi (1917)’ne kadar geçen yıllar boyunca yazdığı kitaplarda kahramanlarını yaşama tutkun, şiirsel derinlikleri olan, gezgin ruhlu toplumdışı kişilikler olarak canlandırır. Toprağın Bereketinde ilkel ve basit bir yaşam, makinalaşmış modern topluma bir alternatif olarak sunulmaktadır. Devletten uzak, doğaya egemen olarak yaşayan, kendi kendine yeten isak’ın çalışkan ve görkemli elleriyle yarattığı çiflik büyürken Hamsun’ün ideal toplumu kutsanmış olmaktadır.


Siyasi tercihini daha 1.Dünya savaşı yıllarında Almanlar’dan yana yapmış olan yazar, çağdaş uygarlığın yaratıcısı olarak gördüğü ingiltere’den nefret etmektedir. Hamsun’ün ilk eserleriyle başlayan süreç, 2. Dünya Savaşı yıllarında yayınladığı kitabı Halka Tamamlandı’nın adının da sembolik olarak belirttiği bir sonuca ulaşır. Hamsun, Hitler Almanyasını ve Norveç’teki işbirlikçisi Başbakan Quisling’i desteklediğini bildirmektedir. Norveç edebiyat tarihinin en karanlık, üzerinde konuşulması en zor sayfaları böylece açılmış olur. Hayata düşkün, bireyci Knut Hamsun nasıl olmuş da kollektivitenin her şey, bireyin ise bir hiç olduğu, devleti yücelten, tek tip olmayı ve mekanikleşmeyi getiren bir sisteme gönül bağlayabilmiştir? Bu soruya verilen çeşitli cevaplar, ileri sürülen farklı varsayımlardan bazıları şöyle: Hamsun, Nazizmin gerçek yüzünü anlayamamış, ancak bu hareketin kendi düşüncelerine uygun yanlarını taşvip etmiştir… Gizemler (1892)’deki Nagel tipiyle başlattığı buyuran insan hayali, ataerkil topluma dulO yulan özlem Hitler’i bir ata-yönetici konumunda görmesini sağlamış olabilir. ingiltere’ye ve teknoloji’ye karşı duyduğu nefret ile Alman kültürüne duyduğu hayranlık onu Nazilerin tarafına çekmiştir … Yoksullaşmış, eski bir köylü sülaleden geliyor olması nedeniyle, sınıfsal içgüdüleri, Hamsun’ün bu yoksullaşma sürecini Nazizm yoluyla protesto etmesi sonucunu doğurmuş olabilir. Nazizmi savunması yaşlılık yıllarında, çevre baskıları sonucunda meydana gelmiş bir fenomendir … Knut Hamsun’un tüm yazarlığı boyunca Nazist ideolojinin tohumlarını taşıyan tutarlı bir çizgisi olduğunu savunan gruptaki düşünürler, yazarlar ise bütün kitaplarında bunun izini sürerler -ve bulurlar da!- Demokrasiye karşı olmak, doğayı ve ilkel olanı yüceltmek, güce tapmak, içgüdülere büyük değer vermek, yahudi düşmanlığı … bunlar arasında en başta gelenler. Yazarın ahlaki açıdan sevaplar hanesine “hayatın güzelliği karşısında coşku duyması”, “doğaya, yeşerip, göverene karşı saygısı”, “çocukları ve kırılgan ruhları esirgeyici bakış açısı” gibi noktalar kaydedilirken, günahlar bilançosu da kronolojik olarak şunları içeriyor: Hamsun, 1936 Nobel Ödülünün toplama kampında bulunan Alman Pasifisti Cari von Ossietzky’ye verilmesini protesto eder. Aydınlarla bu konuda kıyasıya bir polemiğe girer. 1936 seçimlerinde “on oyu olsa onunu da vereceğini” söyleyerek Quisling’in başbakanlığını destekler. 1940’da işgal altındaki Norveç halkına hitaben kaleme aldığı bildiride “akıllarını başlarına almalarını” öğütleyerek, “Aimanya’nın Norveç’i saldırgan ingiltere’ye karşı koruyacağını” duyurur. Hitler’i insanlığın kurtarıcısı olarak selamlar ve kişisel olarak da elini s ıkar. Malikanesine devlet tarafından el koyulan, daha sonra oraya dönmesine izin verilen 90 yaşındaki yazar, kendisinin yargılanmayıp, “akli muvazenesi yerinde olmayan ihtiyar” muamelesi görmesini hazmedememiştir; 1949 yılında yayınladığı son kitabında (Otlarrn Bürüdüğü Patikalar’da) psikiatri kliniğinde geçirmiş olduğu günlerin izienimlerini anlatırken kendisine konan teşhisi alaya almaktadır.

Norveç’in en şaibeli gururu olan “vatan haini” ve “edebi deha” Knut Hamsun’un ölümünün üzerinden 41 yıl geçmiş bulunuyor. Ölümüne yani 19 Şubat 1952 yılına kadar içinde yaşadığı malikanesinin -Nörholm’un- bulunduğu Grimstad kasabasına bir büstünün dikilmesi çabaları 1992 yılında kamuoyunun hala şiddetle tepki göstermesi nedeniyle gerçekleştirilememiştir. Son yıllarda edebiyat ve sanat çevrelerinde iade-i itibar gören, adına kültür festivali düzenlenen ve sanatsal sevapiarı ön plana çıkarılan Knut Hamsun’ün 1899 yılında yaptığı istanbul gezisi notlarında (Hilalin Altında) Osmanlı toplull muna ve Sultan Abdülhamit’e bakışını bu biyografik bilgilerin ışığında ele almak, ancak çağdaşlarından farklı olarak müslüman Osmanlı’ya yargılayarak değil son derece olumlu, müsamahakar ve açık görüşlü yaklaştığını da gözden kaçırmamak anlamlı olacaktır kanısındayım. Hamsun’un Danimarkaca diline yakın olan eski Norveççe kullanarak kaleme aldığı seyahatnamesini, bir Osmanlı efendisinin yüzyıl başlarında konuştuğuna yakın bir Türkçe kullanarak çevirmeye çalıştım. Bu deneme istanbul’ u bir büyükbabanın ağzından anlattırmayı hedefliyor. 12 Banu Gürsa/er Syvertsen 1993, Os/o H ilalin Altında I Boğazdan Geçiş Ilık bir sonbahar akşamı Şark’tan gelip Konstantinopel’e gidiyoruz. Karadeniz ayna gibi dürndüz. Türk Errnenistanı sahillerinde mintan giymiş erkekler evlerinin önünde oturmuş, tütün içiyorlar. Ortalık o kadar sakin ki, çubuklarından çıkan dumanı dahi görebiliyoruz. Makinalar vapuru sarsıyor. Bir Marsilya vapuru olan “Mernphis” Konstantinopel’e bu gece varahilrnek için bütün kuvvetini seferber etmiş vaziyette. Vapur yol aldıkça ümidimizi kaybediyoruz. Kaptan da varacağırnızdan şüpheli zaten. Boğaz’ın girişinde Üsküdar sahili tarafında bulunan Kavak adlı küçük şehiri1 bile geçmedik daha. Kavak her ne kadar uzaktan masum bir şehir gibi görünüyorsa da, tepelerinde yükselen kalenin duvarları ve harabeler arasında gizlenmiş topçu bataryası sebebiyle Boğaz “gurup vaktinden sonra” geçişe kapanıyor.

Dalgaları yara yara ilerliyoruz. Kavak uzaktan göründü ama kaptan yetişerniyeceğirnizi söylüyor. Ufak tefek, esrner, güneyli bir Fransız olan kaptanın sol gözü şehla. Koskocaman bir vapurun “kurnandan”lığını yapacak adam mı bu diye düşünüyor ve guruptan önce Kavak’a varamadığı için alay ediyorum; adamın sol gözü resmen kör, kurnandana bakın kurnandanal 1 Hamsun, bu yerleşim birimlerini, kendi ülkesindeki köylerden farklı bulduğundan olsa gerek, şehir olarak isimlendirmiş. (Ç.N.) Nihayet kalenin birkaç yüz kulaç yakınına varıyoruz. Saatlerirnizi elimize alıp hesabetrneye çalışıyoruz. Aramızda Türkiye saatinin kaç olduğunu bilen yok. Yanımda İngiltere’de burslu olarak ekonomi tahsili görmüş, bir Japon duruyor. Bu yolculuğu daha evvelce de yapmış olan bu zeki, ufak tefek beyin her sözü altın kıyrnetinde. Saati soruyorum. Parmağıyla kaleyi işaret edip, şimdi söylerim size, diyor. Bayrak direğine doğru giden şu askeri görüyorsunuz değil mi? Gözünüz onun üzerinde olsun. Aniden duyulan işaret atışıyla, direğin yanında hazır bekleyen asker bayrağı göndere çekmeye başlıyor.

Saat altı, diyor Japon, gurup vakti! Tam da kalenin önlerine gelmişken, hem de burnumuzun dibinde! Elbette ki kör bir kaptanla bu akşam Konstantinopel’e vararnayız. Bu gidişle Konstantinopel’e varıp, vararnayacağırnızı da Tanrı bilir artık! Bir daha bir Fransızla yola çıkmak mı, tövbe! Demir atan va pura sandallada üniformalı Türkler yanaşıyor; gümrükçüler, karantina rnernurları … Türk’ün bize ne yapacağını heyecan içinde bekliyoruz. Merhamet eder mi acep? Yoksa sonumuz geldi mi? Bu kibar ihtiyarlar bize Fransızca birkaç soru sormaktan başka bir şey yapmıyorlar. Türkler adam yemekten vazgeçeli beri; birarada bulunmanın bir tehlikesi kalmamış artık. Gümrük memurlarından birine en son bana baksın diye rüşvet olarak bir sigara uza tıyorurn; sigararnı alıyor ve karşılığında bana kendi sigarasından ikrarn ediyor. Bu rneyanda Fransızca kibar sözler teatisinde bulunuyoruz. Vahşi bir Türkle bile anlaşmak rnürnkünrnüş dernek, diye düşünüyorum. Ayağını Türk toprağına basrnış olmak bile büyük bir rnuvaffakiyet değil mi zaten? Var mı herkeste bu cesaret ? Tamam, Türkler adam yemiyor artık. Lakin hepten de dişsiz olduklarını kim iddia edebilir? Benden başka Norveçli bir yazar bu rnernlekete gelme cesaretini gösterebiimiş mi? Goethe bir zamanlar Weimar’dan İtalya’ya kadar gitrnişti, Türkiye’yi ziyaret etti mi acep? Hasılı, iftihar edilecek bir şey bu benim yaptığım. *** 16 Arkamızda Karadeniz yemyeşil ve sakin uzanıyor. Gurup vakti; güneş batarken ufuk çizgisinin en dibinde kan ve altın karışımı bir kuşak alev alıyor. Gök kubbenin altında başka hiçbir yerde böylesine bir renk .cümbüşü gördüğümü zannetmiyorum ve başka hiçbir şeyin de Tanrı’nın yaptığı kadar güzel olamayacağını hissediyorum. Ufuktaki kan ve altın kuşağı yavaş yavaş çözülürken, altımızdaki deniz kararıyor, ağırlaşıyor. Karanlık basarken, Kavak’ın ışıkları yanıyor, biz de gemici fenerlerini asıyoruz.

Vapur oldukça sakin. Bütün gün karısıyla birlikte güverteye serili halıların üzerine serpiştirilmiş yastıklara dayanarak oturan Acem, duasını tamamlamış, derin bir sessizlik içinde tefekküre dalmış. İhtiyar Acem kadının peçeli yüzünü dün tesadüfen görmüş ve beyazlığı karşısında şaşkına dönmüştüm Dudakları ise kıpkırmızıydı. İhtiyar kadına bak, hala süsleniyor diye düşündüm. Belki de ihtiyar değildir, kimbilir? Kocası uzun boylu, uzun sakallı, otoriter bir bey. Tırnaklarına ve avuçIanna kına yakmış. Salonda müzik çalmaya başladı. Vapurda baba ile iki oğlundan müteşekkil bir müzik grubu var; hepsi birbirine boy pos olarak o kadar çok benziyorlar ki, ilk bakışta kardeş olduklarını bile zannetmek mümkün. Piyano başına sırayla oturuyorlar. Oğlanlardan biri veremli, fasılasız öksürüyor, lakin deniz havası iyi gelmiş olmalı ki, hafif morumsu elleri ve şakakları hariç yüzü sıhhatli görünüyor. Veremli kardeş dahil olmak üzere, üçü de til gibi yemek yiyorlar. Yemeklerde Fransızvari oturuyor ve müthiş miktarlarda ekmek tüketiyor lar. Aşağıya iniyorum. Japon yine oturmuş, mektup yazıyor. Seyahati boyunca yazdığı mektuplardan meydana gelen tomarı Konstantinopel’e varınca postalayacakmış.

Kuşların ayak izlerine benzer bir sürü işaretten ibaret olan acaip Japon alfabesini kullanmak dünyanın en kolay işiymiş gibi yazıyor mektuplarını. Yazdıklarınızı akutnama izin verin, diyorum. Buyrun! diyor gülerek ve mektuplarını bana doğru fırlatıyor. Şimdi söyleyin bana, Ticaret V ekiJimize yazdığım mektupta şu işareti de kullansam mı? Tabii, bırakın kalsın, pek hoş görünüyor. Manası, ahmaklık, diye açıklama yapıyor.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir