Lindsay Waters – Akademinin Düşmanları

GEÇEN DÖRT YIL İÇİNDE, beşeri bilimcileri ve yayıncıları, daha az kitap yayımlayacağımız bir geleceğe hazırlıklı olmaları konusunda uyarmıştım. !şte bakın; Californiya, Duke, Stanford ve daha pek çok üniversitenin yayınevleri beşeri bilim yayınlarında hayli ciddi boyutlara ulaşan kesintilere gidiyorlar. Akademik yayıncılar halihazırda tarihsel olarak yüksek sayılarda kitap üretmeye devam ediyorlar. Bu durum sert bir şekilde, bütünüyle değişrnek üzere. Bu, anlaşılması oldukça zor, paradoksal bir an, tıpkı Kitabı Mukaddes’in dünyanın sonu kehanetindeki gibi. Yere çakılmadan önce, nasıl yumuşak bir iniş yapabileceğimize karar vermeli ve inişten sonra nasıl acilen havalanabileceğimizi planlamalıyız. Kitaplar ne işe yarar? Yayınlar ne içindir? Burada, huzurunuzda bulunuyor olma sebebim kitaplara karşı beslediğim ölçüsüz sevgi. Onları neredeyse insanları sevdiğim kadar çok seviyorum. Eğer bu bir fetişizın veya putperestlikse, suçumu kabul ediyorum. Marshall McLuhan’ın yıllar önce ileri sürmüş olduğu gibi, kitabın insani gelişimin merkezinde yer almış olduğu bir zaman diliminden topyekün bir çıkışın arifesinde bulunuyor olabiliriz. O halde, kendimize karşı bir yükümlülüğümüz var: Kitapları bizim için değerli kılan şeyin ne olduğunu keşfetmeliyiz. Keşfetmeliyiz ki o şeyi korumaya 10 • Lindsay Waters çalışmamız mümkün olabilsin. Bu yazı, benim, piyasa hepimizi esareti altına almadan ve kitap değer kaybetmeden önce, akademisyenleri, bağımsızlıklarını, bir zamanlar anladıkları şekilde kitaplar ve makaleler üretmek gibi faaliyetlerindeki bağımsızlıklarını korumak üzere adım atmaları için kışkırtma teşebbüsüm. Daimi bir yeniden değerlendirme dönemine girmiş bulunuyoruz. Temsilciler kurulu üyelerimizden birinin geçenlerde belirtmiş olduğu gibi, üniversiteler artık bünyelerinde “çürük elmalar” barındırmaya devam etmeyecekler, ” … çünkü pek çok akademik disiplin ne yeni bir şeyler öğrenebiliyor, ne de gerçekten ne yaptıklarının farkında.” Yayıncılığa başlamış olduğum 70’lerin sonlarından beri gökyüzü git gide kapanıyor. Şimdi meselemiz, toprağın da ayaklarımızın altından kayıp gitmemesi. Kar amaçlı olmayan akademik yayıncılık alanı içinde, hem yayınevinin kendi kendini döndürmesi hedefini güden, hem de düşüncenin ve kitapların itibarının korunması için çabalayan bir yayıncı olarak konuşuyorum. Aynı zamanda bir bilim insanı olarak da konuşuyorum. Bu elinizdeki metni tebliğ olarak sunduğum zaman, bazı itirazlarla karşılaşmıştım: “Nasıl olur da sistemi eleştirebilirsiniz? Harvard Üniversitesi Yayınevi olarak sistem siz değil misiniz zaten? Bu gerçeği görmezden geliyorsunuz.” İtiraz etme sorumluluğunun öncelikle sistemin içindekilere düştüğü fikrindeyim. Biz yayıncılar konumumuz itibariyle bu sorumluluktan kurtulmuş olmuyoruz. Bu günlerde akademik yayıncılar çepeçevre kuşatılmış durumdalar; kamuoyu, vergi mükellefieri, akademisyenler, öğrenciler, kütüphaneciler, yayıncılar … Üniversite yöneticileri ve hatta bazı akademik yayıncılar kendilerini üniversite yayınevlerinin “kar merkezleri”ne dönüştürülüp üniversitenin genel bütçesine katkıda bulunması gerektiğine dair gayri makul bir beklentiye riayet etmek zorunda hissediyorlar. Bu saçma fikir de nereden çıktı acaba? Batıdaki yayıncılık faaliyetlerinin mali kayıtları Gutenberg’den itibaren mevcut ve şu açıkça görülüyor: Paralarını kitaba yatıranlar kaybediyor. Herhangi bir ıvır zıvır iş, her zaman daha iyi bir tercih olacaktır. Yayıncılık camiasının en fakir üyeleri olan üniversite Akademinin Düşmanlan • 1 1 yayınevlerinden kar sağlamayı düşünmek abesle iştigal. Sanırım, biz bilim insanlan ve yayıncılar, tefecilerin tapınağa girmelerine göz yumduk. İsa’nın yaptığını yapıp bu tefecileri defedebilmemiz mümkün olmasa bile en azından faaliyetlerini kısıtlamak zorundayız. Tabii ki, pek çok üniversite önemli ölçüde şirket gibi çalışmaktadır. Buna sakın şaşırmayın. Pek çok kilise de öyle! Ne de olsa üniversitelerin yeteneklerimizin heba olmaması için iyi idare edilmesi gereken paralan var. Oysa geliştirilmesi gereken -maddi değil manevibaşka yeteneklerimiz var. İkinci rahatsızlığım; üniversitenin şirketleşmesinin ardından tapınağı tefecilere bırakarak, kitapların ve yayınların içierini boşaltıp onları dünyevileştirmek isteyenlerin pek çok alana, özellikle de beşeri bilimiere hakim olmalarına rıza göstermiş oluşumuz. Yüksek eğitimin ticarileşmesinin üniversitelerin beşeri bilimler bölümlerindeki yenilik arayışlarını durdurduğuna inanıyorum. Buradaki kilit nokta –Jeremy Gunawardena’nın iddia ettiği gibi- yayın faaliyeti olabilir: Yayın faaliyeti akademik sürecin merkezinde yer alır. Beşeri bilimciler, insanlığın ortak geçmişinin izlerini sürerlerken, kitaplar ve insan eliyle üretilmiş şeyler üzerine çalışırlar. Üretkenlik artışına yönelik şirket talebiyle, yayınların sayı olarak taşıdıklan değer dışındaki bütün değerlerinin önemsizieşiyar olması arasında bir nedensellik ilişkisi olduğunu iddia ediyorum. Bugün beşeri bilimler krizde; çünkü neyin kıymetli olduğuna dair -sayılara dayanarak yapılan- pek çok varsayım beşeri bilimleri tahrip ediyor. Kitaplar karmaşık bir ortam olmaktan çıkıp, nicelik belirten nesnelere dönüştükleri zaman, beşeri bilimlerin çalıştığı diğer bütün şeyler de değerlerini kaybediyorlar. Eğer beşeri bilimciler ne yaptıklarını iyice akıllannda tutmazlarsa, başkalan hiç tutmayacaktır. Geride bırakmış olduğumuz otuzdan fazla yıl, üniversiteyi mekanikleştirme eğiliminin beşeri bilimler için ölümcül olduğunu göstermiştir. Batıda kitaba karşı yürütülen savaş Orta Asya’da, Bamiyan’daki Buda heykellerine yapılan saldırıya benziyor: Sözde daha yüksek değerler adına yapılan bir şiddet tavrı. Birinci kareye geri dönmeliyiz: Bir insanın konuşmak, yazmak veya yayımlamak istemesinin nedeni nedir? 12 • Lindsay Waters Yeniden en değerli olan şey neyse ona yönelmeliyiz. Temel sorular sormaya cesaret etmek zorundayız, çünkü çok sevdiğimiz şey, ölüm döşeğinde. “KiTAPLARI ŞiŞiR MEK”: ll. DÜNYASAVAŞIVE ÜNiVERSiTENiN DÖNÜŞÜMÜ “Kitapları şişirmek” derken bugün Amerikan kurumlarını sarmış olan hesap verebilirlik düşüncesinin doğurduğu problemleri kastediyorum: Arthur Andersen’deki hesap verebilirlik fiyaskosundan kolej ve üniversitelerdeki not enflasyonuna varana kadar. Bu aynı zamanda akademik yayıncılık standartlarını da içeriyor. Hepimizin bölük pörçük de olsa bildiğimiz, ama resmin bütününü göremediğimizin farkında olarak genelleştirmekten kaçındığımız bir durumdan söz ediyorum; artık noktaları birleştirme vakti geldi. Bizi esaret altında tutan zincirin ilk halkasını kendimizi aptal durumuna düşürmek isterneyişimiz oluşturuyor. Belirsiz izler üzerinden tahmin yürütmeye cesaret etmek zorundayız. Ben başlayayım: Enron’un yanıltıcı kar rakamlarının akademideki karşılığını sevilmeyen ve okunmayan kitap yığınlarının temsil ettiği sahte başarılar oluşturuyor. Willis Regier’ın gözlemlediği gibi: Geçen yirmiyıl içindeyayımlananyeni kitaplann sayısı Californiya, Columbia, MIT, ve Princeton’da ikiye, Indiana ve Yale’de üçe, Stanford’da altı ya katlandı. .. 1980’de Cambridge’de 543 ve Oxford’da 802 yeni kitap yayımlanmıştı. 2000’de Cambridge 2.376 ve Oxford 2.250 yeni kitap yayımladı. .. 2000’de üniversite yayınevleri toplamda 3 ı milyon kitap yayımladı. Görev süresi ve terfi “standartları”nı yükselttikleri zaman üniversitelerinin itibarlarını yükseltmiş olacaklarına inanan üst düzey üniversite yöneticilerini memnun edebilmek için bütün ormanlar yok ediliyor. ilkesiz ve paragöz yayıncılar dümenlerini bu alavere dalavere içinde döndüruyarlar. Modem ve oldukça sofistike hesap tutma yöntemlerinin uygulanmasının amacı bilim camiasının sırtındaki yükü azaltmaktı, ama so- 14 • Lindsay Waters nuç akademik çalışmaların içinin boşaltılması oldu. Acaba akademi dünyası Amerikan toplumunun büyük kısmını sarmış olan bulaşıcı sahtekarlığın kendisine de sirayetine rıza mı gösterdi? Eğer öyleyse sorunlarımız düşündüğümüzden daha ciddi ve anlaşılınaları da daha zor. Amerikan toplumunun her kesiminden sahtekarlığa itirazlar yükseliyor. Catherine Crier’m popüler kitabı The Case Against Lawyers1 bunun göstergelerinden biri. Yalnız kalmaması için ona destek vereceğim. Crier, asıl işin yönetimsel kontrolün durdurulamazmış gibi görünen büyümesinin altında boğulup gittiğinden şikayet ediyor. Ona göre bu durumun asıl sorumluları yöneticiler değil yönetilenler: “Amerikan ruhuna vurulan boyundurukları görmezden gelişimizi ve sessizce onaylayışımızı utanç verici buluyorum.” Bence bu tarz bir itirazın akademiye de taşınması gerekiyor. Üniversiteye dair endişelerimizin pek çoğu gerçeğe dönüşrnek üzere. Andrew Delbanco aşağıdaki satırları kaleme alırken haklıydı: “Üniversitenin ruhu için yürütülecek olan mücadelede … Kültür Savaşları’nın ihtişamlı ve bazen puslu günlerindekinden çok daha fazlası söz konusu.” Bir zamanlar şirket yöneticileri ne ürettiklerini bilen ve bundan keyif alan insanlardı. Bugün yöneticilik, ürünle teması olan insanların ellerine teslim edilemeyecek kadar zor bir iş olarak görülüyor. İşin başında gerçekçi insanlar olmalı, öyle değil mi? Peki ama üniversite binalarındaki kuleler ve bütün o gotik motifler üniversitelerin, insanların bilimsel, felsefi ve edebi hayallerinin ortalıkta uçuşmasını destekleyen yerler olduğu fikrinden başka ne söylüyor olabilirler? Serbest piyasa denilen şey -ki aslında serbestlik dışında her şey olabiliyor- düşüncelerin özgürce uçuşabileceği nihai ortam olarak tasavvur edilmemeli. Mesele şu ki piyasa savunucuları sayılamayan şeylerin gerçek olamayacağını söylüyorlar. Lord Kelvin bunu şöyle ifade ediyor: “Hakkında konuştuğunuz şeyi ölçebiliyor ve sayılarla ifade edebiliyorsanız, ancak o zaman o şeye dair bir 1 Crier, Catherine, The Case Against Lawyers, Broadway Books, New York, 2002 -ed. notu. Akademinin Düşmanlan • 15 şeyler biliyorsunuz demektir. Sayılarla ifade edemediğiniz şeylere dair bilginiz ise eksik ve yetersizdir.”2 İnsanlar serbest piyasayı nihai çerçeve olarak tasavvur ettikleri ölçüde “her ölçüye uyan tek beden” mantığının üniversiteye sızmasına izin verilmiş oldu. Piyasa ideolojisini akademiye taşıyan önemli isimlerden biri Nobel ödüllü R. H. Coase’dir. Coase 1980’lerdeki ateşli “The Market For Goods and the Market for Ideas” (Emtia Piyasası ve Düşünce Piyasası) polemiğinde bu ikisinin bir ve aynı şey olarak görülmeleri gerektiğini iddia etmişti: “Emtia piyasası ve düşünce piyasası arasında fark gözetmenin herhangi bir geçerliliği olduğuna inanmıyorum.”3 Düşünce hayatı için Reaganomi. Ampirizm insanları görebildikleri ve sayabildikleri şeylerin kölesi yapıyor. Hakikatin piyasaya boyun eğmesi, deveye hendek atıatmaktan daha zordur. Bugünkü sorunlarımız Reagan ve Thatcher öncesine uzanıyor. Amerikan üniversitesi II. Dünya Savaşı sırasında çarpıcı dönüşümler yaşadı; çünkü savaş sırasında üniversite, atarnun gizlerinin kitle imha silahları geliştirmek üzere keşfi hedefiyle seferber edilmişti. Önce Columbia Üniversitesi, ardından Princeton, daha sonra Chicago ve California üniversiteleri, 194 ı yılında kurulan Bilimsel Araştırma ve Geliştirme Daire Başkanlığı’nda seferberliğe katıldılar. Böylelikle, üniversite bütÇeleri ve dolayısıyla üniversite bürokrasileri muazzam bir büyüme gösterdi. II. Dünya Savaşı’ndan beri üniversitelerin yönetim birimleri zıvanadan çıkmış durumda. Mesela, William H. McNeil’ın Chicago Üniversitesi anılarında4 yazdığı gibi: “1944 itibariyle (Chicago Üniversitesi’ndekil yıllık bütçe 31 milyon dolara, savaş öncesi bütçenin üç katına fırladı; bunun 22 milyon doları hükümetle yapılan anlaşmalardan geliyordu.” Üniversitelerin yollarından sapmaları “askerlerin 2Lord Kelvin, Popular Lectures and Addresses (1891-1894, 3 cilt) c. ı, “Electrical Units of Measurement”, 1883-05-03 -ed. notu. 3 Coase, R. H. 1974. “The Market For Goods and the Market for Ideas.” American Economic Review Papers and Proceedings 64:384-391, s. 389 -ed. notu. 4 McNeill, W. H. Hutchins’ University: A Memoir ofthe University of Chicago, 1929-1950. The University of Chicago Press:1991 �ed. notu. 16 • Lindsay Waters şimdiye dek görülmemiş kaynaklannın cazibesine kapılmalarıyla” başladı. Hükümet fonları “üniversiteyi bu sürecin kırtasiyesiyle başa çıkabilmek üzere kendine ait, genişleyen bir bürokrasi inşa etmeye zorladı.” Para, Amerikan akademisini kendi imgesi içinde yeniden yapılanciıran ve köreiten bir araç. II. Dünya Savaşı’na kadar, yüksek öğretim kurumlarının neredeyse tamamı din adına finanse ediliyordu. Tüm tanrılar tanımlar ötesi olduğu için, akademinin nihai çerçevesi bir tanrının adı olduğunda, akademide yapılabilecek işlerin sınırını da gökyüzü belirliyordu. Dinin geçmişte düşünce özgürlüğünü sık sık sekteye uğratmış, engellemiş olduğunu görmezden gelmeye çalışmıyorum. Ama son söz dolara verildiğinde, gökyüzü tamamen kapanır. Nobel ödüllü Joseph Stiglitz, piyasanın, kaynakları verimli bir şekilde dağıttığı fikrinin yanlış olduğunu belirtiyor: “asıl olarak yaptığı şey, üretkenliği artıran tazyikleri oluşturmak.” 1973’te Talcott Parsons ve Gerald M. Platt, TheAmerican University’de5 şöyle bir uyarıda bulunmuşlardı: “bilişsel akla biçilen değerin artması” üniversiteye zarar verecek, çünkü bu akıl bürokratikleşmenin basitleştinci değerlerine imtiyaz tanıyor. Akademik yaşam kendini adamadır, bir meslek değildir. Dolayısıyla akademik ihtiyaçların içinde tanımlanacağı dünyanın mesai saatleriyle yönetilen dünyadan farklı olması gerekir. Stanley Cavell’in yazdığı gibi “ahlaki bir varoluşun güdülenişinde aşkın bir unsurun varlığı vazgeçilmezdir,”6 bilhassa bilim insanları için. Akademi bugün bütün aşkın unsurlardan mahrum ve şua anda bunun sonuçlarıyla yüz yüzeyiz.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir