Lou Andreas-Salome – Feniçka

Aylardan eylüldü, Paris’te yaşamın en dingin dönemiydi. Seçkin tabaka deniz kıyılarındaydı, yabancılarsa boğucu sıcaklardan kaçmıştı. Buna rağmen akşamları bulvarlar öylesine kalabalık oluyordu ki, herhangi başka bir şehrin yüksek sezonunu aratmazdı. Max Werner, gece yarısından sonra St. Michel Bulvarı’nda dolaşırken tanıdık ailelerden küçük bir gruba rastladı. Onlar da konuklarıyla tiyatroya gitmişlerdi ve şimdi de beylerle hanımlara biraz “Paris’in gece hayatı”nı göstermek istiyorlardı; yani önce Quartier Latin’deki tipik gece kafelerinden birine uğrayacaklardı, sonra hava aydınlanırken ve bütün şehir daha uykudayken ıssız meydanın bir anda, köylerden getirdikleri ürünlerini boşaltmaya ve tezgâhlara yerleştirmeye başlayan pazarcılarla dolduğu o saatlerde Paris Hali’nde yaşanan ilginç curcunayı izleyeceklerdi. Hanımların bir süre duraksayıp kararsız kalmalarının ardından, o saatte mahallenin öğrencileri ve yosmalarıyla çoktan dolmuş olan Café Darcourt’da karar kılındı ve dışarıya, ardına kadar açık aydınlık pencerelerin önüne, sokaktan geçenlerin arasında kaldırıma atılmış olan birkaç küçük mermer masaya yerleştiler. Max Werner, ilk kez gördüğü genç bir Rus kızının yanına düştü; tanıştırılırken kulağına çok uzun gelen ismine dikkat etmedi, ama diğerleri kıza kısaca “Fenya” veya “Feniçka” diye sesleniyorlardı. Paris stiline neredeyse tuhaf bir biçimde ters düşerek, göze çarpmayacak ölçülerdeki bedenini saran, herhalde Zürich’teki üniversiteli kızlar arasında tercih edilen rahibe kıyafetine benzeyen siyah giysisiyle ilkin delikanlının üstünde özel bir etki bırakmadı. Onu biraz daha yakından incelemesinin nedeni, içindeki erkeğin değilse de içindeki insanın esasen bütün kadınlarla biraz olsun ilgileniyor olmasıydı, çünkü bir yıl önce doktorasını yapmıştı ve gözüne çok çekici bir gelecek gibi görünmemekle birlikte, bildiklerini bir kürsüden öğrencilere aktarmaya başlamadan önce gerçekliğin dünyasında uygulamalı psikoloji öğrenmek için yakıcı bir istek duyuyordu. Fenya’da dikkatini çeken yalnızca, kızın her nesneye -bu arada insanları da nesne gibi inceleyerek- garip bir açıklık ve berraklıkla bakan zekâ dolu kahverengi gözleri oldu, bir de yüzünün Slav hatlarıyla küçük burnu: Bu, olması gerektiği gibi öpülecek yeterince yer bıraktığı için Max Werner’in en sevdiği burun tipiydi. Ne var ki, zihinsel çabalara delalet eden, çalışmaktan solgunlaşmış bu yüzün hiç de öpmeye davet eden bir hali yoktu. Başlangıçta birbirleriyle neredeyse hiç konuşmadılar, çünkü mekânın iç kısmında, kenarında oturdukları pencerenin öbür yanında, bütün dikkatleri üzerine çeken hararetli bir tartışma yaşanıyordu. Oradaki masada sohbetlerine şakalaşmalar ve cilveleşmelerle başlayıp sonunda korkunç bir kavgaya tutuşan iki çift vardı. Sonunda iki kızdan biri -pek güzel olmamasına ve artık geçkinleşmeye başlamış olmasına rağmen o asla tükenmeyen Parisli ihtişamına sahipti- diğer çiftin çirkin aşağılama yağmuruna maruz kaldığında, erkek arkadaşı en küçük bir destek bile vermedi.


Dahası her yeni saldırıda diğerlerinin hain kahkahalarına coşkuyla katılıyordu; çok geçmeden kahkahalar diğer masalara da sirayet etti; süslenip püslenmiş, çakırkeyif erkeklerin yanında oturan diğer kadınlar da aşağılanan hemcinslerini bir rakibin zarar görmesinden duydukları sevinçle hırpalamaya başladılar. Kaba sesleri mekânın tütün dumanıyla, insanların, gaz lambalarının ve içkilerin kokusuyla ağırlaşmış boğucu havasının içinde yankılanarak, bir anda tümden sessizleşmiş olan dışarıdaki masaya kadar ulaşıyordu. Hanımların yüzlerinden acıma, tiksinme, öfke ve böyle bir duruma maruz kalmaktan duydukları sıkıntı açıkça okunuyordu; içlerinden biri duyduğu tedirginlikle şalına biraz daha sıkı sarındı. Fakat hiçbiri gördüklerinden Fenya kadar etkilenmemişti. O en başından beri nesnel bir ilgiyle çevresini incelemekte, dikkatini çeken en küçük ayrıntıyı bile büyük bir tarafsızlıkla gözlemlemekteydi. Fakat şimdi çok yoğun bir taraf olma duygusuyla dolduğu açıkça görülüyordu; öyle ki sonunda -anlaşılan daha fazla edilgin kalamayarak istemi dışında- ağır ağır doğruldu ve sanki müdahale etmek veya durmalarını emretmek istermişçesine bir elini kavga edenlere doğru uzattı. Ama aynı anda bu kendiliğinden gelişen deviniminin farkına vararak kendini tuttu ve yüzünü ateş bastı; kız bu haliyle son derece sevimli, çocuksu ve biraz da çaresiz görünüyordu. Orada öylece dururken bakışları çaresizlik ve terk edilmişlik duygularıyla ağlamaya başlamış olan kızınkilerle karşılaştı; kızın kızardığı belli olan fondötenli yanaklarından gözyaşları iri damlalar halinde yuvarlanıyor, dudakları elinde olmadan büzülüyordu. Fenya’yla aralarında geçen uzun ve garip bakışmanın sonunda o ağlayan yüzün ifadesi değişti; sanki Fenya’nın gözlerinden bir yardım, bir okşayış, bir destek, bu hırpalanmış yaratığın yalnızlığını gideren bir şeyler ışınlanır gibiydi. Kızın yüzündeki ifadenin değişimi masadan açıkça izlenebiliyordu, çünkü neredeyse masanın tam karşısında oturuyordu. Bir teşekkür, bir hayret, düşünceli bir hal…Yanındakilerin gürültüsüne ve aşağılayıcı konuşmalarına bir an için kulaklarını tıkaması gözyaşlarını dindirmişti ve masasındaki çiftin gitmek üzere kalktığına, kendi partnerinin de yıpranmış silindir şapkasını çengelden aldığına dikkat bile etmedi. O sırada adam kızı dirseğiyle kabaca dürterek acele etmesini istedi. Kız başını sallayarak Paris argosuyla birkaç şey söyledi; ne söylediği dışarıdan anlaşılmasa da, davranışlarındaki açık küçümseme ve reddediş belliydi. Erkeğin yüzünde beliren hayret ifadesi karşısında yeni kahkahalar yükseldi. Ama bu kez alaylar öfkeyle mekânı terk eden erkeğe yönelikti.

Kız eski püskü ipekli pelerinini sandalyenin arkasından aldı, omuzlarına attı ve bu arada gururlu ve ışıldayan bakışlarla olduğu yerde hareketsiz duran Fenya’ya, onun kendi masasındaki şallara bürünmüş hanımların ve çevredeki rengârenk giyinmiş, gülüp eğlenen diğer kadınların arasında şaşırtıcı derece ciddi ve sarsılmış görünen haline baktı. Hemen sonra kızın kapıdan çıkıp masalarına doğru yürüdüğünü gördüler. Fakat o sırada hiç beklenmedik bir şey oldu: Kız Fenya’nın yanında durup bir şeyler söylemek istermiş gibi dudaklarını araladı ve birden doğallığı çekici bir şirinlik barındıran içgüdüsel bir hareketle iki elini birden Fenya’ya uzattı. Fenya kendisine uzatılan elleri tutarak içtenlikle sıktı. Diğerleri şaşkınlıkla, ilgiyle, eğlenceli bir şey görmüşçesine onları izlerken, birkaç saniye boyunca bu şekilde durarak birbirlerine iki kız kardeş gibi gülümsediler. Sonra kız hafifçe başını eğerek masadakilere selam verip uzaklaştı ve önlerinden akıp geçen kalabalığın içinde kayboldu. Herkes izlediği bu küçük oyuna güldü, Fenya’nın “başarısı” üzerine şakalar yaptı; aslında kıza epey takıldılar. O ise çok sessizleşmişti. Hanımlardan biri yüzündeki ciddi ifadeyi yanlış anlayarak şöyle bir yorum yaptı: “Evet, chérie, oldukça beklenmedik ve sıkıntı verici bir arkadaşlık! Bu yaratık size başka bir yerde, sokakta tekrar rastlayıp gayet samimi bir şekilde selam vermeye kalkışırsa, yanınızda birileri varsa onları da şaşkınlığa düşürerek, güzel bir gününüzü berbat edebilir.” “Böyle bir şeyden korkmanıza hiç gerek yok,” diye telaşla karşı çıktı Max Werner. “Bahse girerim ki, bu kız size rastlayacak olsa bile selam verip dikkatinizi çekmeden yanınızdan geçip gider. Başka bir ülkede olsaydık onun minnettarlığı peşinizi bırakmayabilirdi, ama bir Fransız kadını için böyle rahatsızlık vermek hoş bir teşekkür şekli değildir. Bu Fransız ölçülülüğüdür; eski bir kültürün, zaman içinde halkın tüm tabakalarına nüfuz etmiş ve neredeyse içgüdüsel bir zekâ haline gelmiş ölçülülüğüdür.” “Ama ben onu tekrar görmekten memnun olurdum!” dedi Fenya alçak sesle. “Ne yapmak için?” “Bunu bilmiyorum.

Ama az önce beni öylesine dehşete düşüren duyguya yol açan, bu kızların hem erkekler hem de kendi cinsleri tarafından -sanki düşman bir ülkede yaşıyorlarmış gibi- aynı şekilde gözden çıkarılıyor olduklarını görmemdi. O erkeklerin yüzlerinde gördüğüm kibir yüklü aşağılamayı daha önce hiçbir yerde görmemiştim; ne de diğer kızların bakışlarından okunan, bir hemcinslerinin zarar görmesinden duydukları aşağılayıcı memnuniyeti. Hem de bunu bu kafede, kendi gibilerin arasında, bir anlamda kendi mekânındayken yaşadı. Dışlandı! Ah, bence böyle acınası bir durumdayken dostça, basit bir insani temasa nasıl da ihtiyaç duymuş olmalı!” “Bu doğru. Bazen böyle bir şey için gerçekten çok minnettar olurlar. Bunun doğrulandığını ben de bizzat yaşadım.” “Siz mi?” Fenya’nın açık kahverengi gözleri büyük bir ilgiyle delikanlıya çevrildi. Kendini konuya tümüyle kaptırmıştı. “Niçin olmasın?” “Çünkü böyle kızların bütün erkeklere güvensizlikle yaklaşacağını varsayıyorum. Erkeklerin kendilerinden güvenden çok daha başka şeyler beklediğini düşünmekte haklı değiller mi?” “Vay canına!” diye düşünen Max Werner, Fenya’ya daha dikkatlice baktı. Böyle tekinsiz konularda hiç tanımadığı bir erkekle, burada, Paris’te, gecenin bir yarısında, bu sokak kafesinde konuşurken gösterdiği rahatlığın derecesi çarpıcıydı, hem de yüzünde sanki nadir rastlanan böcek türlerinden söz ediyorlarmış gibi bir ifadeyle. Oynak işçi kızlar, genç erkekler, gece kafeleri ve aşk maceraları onun için gerçekten de bu denli nadir rastlanan böcek türleri gibi miydi? Aynı zamanda, “Bu varsayım erkeklere olan güvenlerini gölgelemiyordur sanırım, çünkü bir erkek insani olarak etkilenmesinin yanı sıra onlardan kadın…kadın olarak da bir şeyler bekleyebilir, onlar da bunu çok doğal bulurlar. Aksi halde gururları incinirdi ve özgüvenleri de artmazdı,” diyerek Fenya’nın sorusunu yanıtladı Max Werner. Bunları söylerken de çoktan başka konulara dalmış olan küçük grupları sohbetlerini duyabilir mi diye etrafını yokladı, sonra daha alçak sesle devam edebilmek için Fenya’ya doğru biraz daha eğildi.

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir