Başlangıçta Şans vardı, Şans Tanrı ile beraberdi ve Şans Tanrı idi. Başlangıçta Tanrı ile beraberdi o. Her şey Şans tarafından yapıldı ve o olmasaydı yapılan hiçbir şey yapılmazdı. Şansta hayat vardı ve hayat insanların ışığıydı. Şans tarafından gönderilmiş bir adam vardı ve onun adı Luke idi. Aynı şey Kaprise tanıklık yapmak için geldi ki bütün insanlar onun sayesinde ona inanacaktı. O Şans değildi ama Şansa tanıklık yapmak için gönderildi. Dünyaya gelen herkese rastlantı getiren gerçek Kaza idi o. O dünyadaydı ve dünya onun tarafından yapıldı ve dünya onu tanımıyordu. O kendisine geldi ve kendisi onu kabul etmedi. Ama o, onu kabul edenlere Şansın oğlu olma gücünü verdi, hatta insandan ve insan arzusuyla değil de kazara, Şans eseri doğmuş olanlara bile verdi bu gücü. Ve Şans etten yapıldı (ve biz onun haşmetine, sadece Büyük Kararsız Babanın ihtişamına baktık) ve bizim aramızda yaşadı, karmaşa, sahtecilik ve kaprisle yaşadı. —Zar Kitabının Önsöz Richard Nixon bir gün, “Tarz insandır,” dedi ve hayatını okurlarının canını sıkmaya adadı. Tek adam yoksa ne yapılır? Ya tek tarz yoksa? Otobiyografi yazan adam değiştikçe tarz da değişir mi, ya da hakkında yazdığı geçmişteki adam değiştikçe? Edebiyat eleştirmenleri bölüm tarzının hayatı dramatize edilen adama uygun olmasında ısrar ederler: Rasyonel ama hiç uyulmaması gereken bir uyarıdır bu. Komik bir yaşam oldukça trajik bir tarzda verilir, günlük olaylar bir çılgın, âşık olan bir adam bir bilim adamı tarafından anlatılır. O halde yazı tarzı hakkında tartışmayalım. Eğer yazı tarzı ve konu bu bölümlerden birinde donup kalırsa, bu şanslı bir kaza olur ki tekrarlanmamasını umabiliriz. Benim otobiyografim kurnazca bir karmaşa olacaktır. Ben kronolojik düzenimi bugünlerde pek az kişinin cesaret edebileceği bir şekilde yazacağım. Fakat benim tarzım Oyun Zarı şeklinde nadir bir şey olacak. Ben somurtacak, süzülecek, yüceltecek ve alay edeceğim. Birinci şahıstan üçüncü şahsa geçeceğim: Her şeyi bilen birinci şahıs kullanacağım, genelde Başkası için ayrılmış bir anlatım tarzıdır bu. Hayat hikâyemde çarpıklıklar ve konu dışına çıkmalar olduğunda onları kucaklayacağım, çünkü iyi söylenmiş bir yalan tanrıların armağanıdır. Fakat Zar Adamının (kumarbazın) yaşamı benim en iyi hayal edilmiş kurgularımdan daha eğlencelidir: Onun eğlence değerine gerçek egemen olacaktır. Hayat hikâyemi, bu şekli kullanan herkes gibi aynı mütevazı nedenle yazıyorum: büyük bir adam olduğumu dünyaya kanıtlamak için. Hiç kuşkusuz ben de diğerleri gibi başarılı olamayacağım. Elvis Presley bir gün, “Büyük olmak yanlış anlaşılmaktır” dedi ve kimse yalanlayamaz onu. Ben kendini yenilemek isteyen bir adamı anlatacağım ve bana deli diyecekler. Ne yapalım, desinler. Yoksa başarısız olduğumu düşüneceğim. Biz kendimiz değiliz; gerçekte artık bizim ‘kendi’ olarak adlandırabileceğimiz hiçbir şey yoktur; çok sayıda tür vardır, bizim ait olduğu7 muz gruplarımızın sayısı kadar çok sayıda kendi vardır … Nevroük herkesin muzdarip olduğu açık bir hastalıktır… —J.H.VANDERBERG Benim amacım hastalarımın kendi doğalarının deneyimini yaşatarak bir psişik durum ortaya koymaktır. Bu bir akışkanlık, değişim ve gelişim durumudur, orada artık durağan ve umutsuzca taşlaşmış herhangi bir şey yoktur. -CARL JUNG Kaos ve kuşkunun meşalesi—bu efsanelerin kaynağıdır. -CHUANG-TZU Ben tanrısız Zerdüşt’üm: Ben hâlâ kendi kazanımda her şansı pişiririm. —NIETZSCHE Herhangi biri hiçbiri olabilir. —ZAR ADAM Bölüm Bir Ben kocaman elleri, kalın kütük gibi bacakları, iri çeneli koca kafası olan ve kalın camlı gözlük kullanan iriyarı bir adamım. Boyum bir doksan, kilom yaklaşık yüz beş. Clark Kente benzerim ama iş kıyafetimi çıkardığım zaman ancak karımın yarısı kadar hızlıyım, yarı cüs-semde olan adamlardan biraz daha güçlüyüm ve Kent gibi binaların üstünden atlayamam. Sporların çoğunda orta derece bir sporcu sayılırım. Çok cesur poker oynarım ve borsada da dikkatliyimdir, iyiyim diyebilirim. Lisede kız takımı kaptanlığı ve rock-and-roll şarkıcılığı yapmış bir güzelle evlendim ve iki normal ve güzel çocuğum var. Dindar bir adamım, Dünya Önünde Çıplak adlı pornografik bir roman yazdım ve Yahudi de değilim. Bir okuyucu olarak bu satırlardan bir anlam çıkarmaya çalışacağınızı biliyorum, fakat burada dinsiz olduğumu da eklemek isterim. Rasgele binlerce dolar verdim zaman zaman Amerikan hükümetine, New York Şehri, Bronx ve Scarsdale belediyelerine karşı isyan ettim ve hâlâ resmen Cumhuriyetçi Parti üyesiyim. Çoğunuzun bildiği gibi insan davranışları deneyleri için açılan kötü şöhretli Zar Merkezlerinin de yaratıcısıyım ki Journal of Abnormal Psychology bunları “rezalet”, “ahlaksızca” ve “eğitici” olarak değerlendirirken, The New York Times “inanılmayacak derecede yanlış yönlendiren ve çürümüş”, Time dergisi “lağım”, Evergreen Review ise “Parlak ve eğlenceli” diye nitelendirdi. Ben sadık bir kocayım ama daha Önce çok zina yaptım ve eşcinselliği bile denedim. Oldukça iyi ve tanınmış, ama New York Psikanalizciler Birliğinden (PANY) ve Amerikan Tıp Birliğinden (kötü aktiviteler ve muhtemel yetersizlik nedeniyle) atılmış bir psikanalizciyim. Ülkede bana hayran olan binlerce zar adam var ama iki kez akıl hastanesine, bir kez de hapishaneye girip çıktım, şimdi de kaçağım ve umarım bu otobiyografimi tamamlamadan önce yakalanmam. İlk mesleğim psikiyatri oldu. Bir psikiyatr ve Zar Adam olarak amacım hem kendi kişiliğimi ve hem de başkalarınınkini değiştir9 ZAR mekti. Herkesi değiştirmek istedim. İnsanlara özgürlük, neşe duygulan vermekti hedefim. Sabah karanlığında çıplak ayakla toprağı hissetme, güneşi ağaçlar arasından görme, bir genç kızın ilk öpülüşü gibi deneyimleri yaşatmak istedim insanlara. Bazen akla aniden gelen fikirleri gerçekleştirmek gibi şeylerdi bunlar. Hayat can sıkıntıları okyanusunda vecde gelme adalarıdır ve otuz yaşından sonra kara nadiren görünür. En iyi durumda, aşınmış bir kumsaldan diğerine dolaşıp dururuz ve çok geçmeden üzerine bastığımız bütün kum tanelerini tanır gibi oluruz. Ben sorunu meslektaşlarıma açtığımda, insanın neşesini kaybetmesinin teninin çürümesi kadar normal olduğunu ve benzer psikolojik değişimleri temel aldığını söylediler bana. Onlara göre psikoloji, acıları azaltmak, üretimi artırmak, bireyi topluma kazandırmak ve kendisini görüp kabul etmesi için ona yardımcı olmaktı. Bireyin alışkanlıklarını, değerlerini ve çıkarlarını değiştirme zorunluluğu yoktu, sadece onları idealleştirmeden görmeli ve oldukları gibi kabul etmeliydik. Terapi için bu tür düşünce bana tamamen açık ve arzu edilen bir amaç gibi göründü, ama başarılı bir analizden, ortalama bir eşle yedi yıl boyunca orta mutlulukta bir yaşam sürdükten sonra, otuz iki yaşıma basarken birden kendimi ve kendimle beraber birçok kişiyi de öldürmek istedim. Queensborough Köprüsünden geçip uzun yürüyüşler yaptım, uzun süre sulara bakıp düşündüm. Saçma bir dünyada mantıklı bir çözüm olarak intiharı anlatan Camus’yu tekrar okudum. Metro platformunda raylara birkaç santim mesafede durdum ve sallanarak bekledim. Pazartesi sabahları muayenehane rafında duran striknin şişesine uzun uzun baktım. Manhattanı silip süpüren bir nükleer felaketi, karımın bir silindir altında kalıp ezilişini, rakibim Dr. Ecstein’ın bir taksiyle nehre uçtuğunu, bebek bakıcımız genç kızın ben tecavüz ederken bağırışlarını hayal ederdim. İnsanın intihar girişimi, başkalarını zehirle ya da başka yollarla öldürmesi, ırza tecavüz etmesi psikiyatride “sağlıksız” olarak değerlendirilir. Kötüdür ve daha doğrusu günahtır. Kendinizi öldürme arzusu duyduğunuzda onu görüp kabul ettiğiniz varsayılır ama 10 LUKE RHINEHART kendinizi öldürmezsiniz. Bir genç kıza karşı cinsel arzu duyarsınız, şehevi duygunuzu kabul ettiğiniz varsayılır ama o kıza bir kötülük etmeyi düşünmezsiniz. Bazen babanıza kızarsınız ama ona sopayla vurmazsınız. Kendinizi anlayın, kendinizi kabul edin ama kendiniz olmayın. Tutucu bir doktrindir bu, hastayı şiddetten, olağandışı davranışlardan uzak tutmaya ve orta derece acılara dayanarak uzun, saygın bir hayat yaşamasına yardım eder. Aslında herkesin bir psikoterapist gibi yaşamasına yardımcı olabilecek bir doktrindir bu. İşte bu düşünce midemi bulandırdı. Bu önemsiz kavramlar, ilk kez hiç beklenmedik bir depresyona girdiğimden sonraki haftalarda toplanmaya başladı kafamın içinde. Kitabım için uzun bir bölüm yazmamdan sonra oldu bu depresyona girme olayı, ama aslında içimde uzun zaman oluşan birikimlerin sonucuydu bu. Her sabah kahvaltıdan sonra masamda oturup ilk hastamı beklerken, onunla ilgili geçmiş olayları ve gelecekle ilgili umutları düşündüğümü, planladığımı hatırlarım. Bazen gözlüğümü çıkarır ve dünyaya sisler içinden bakar gibi olur, derin düşüncelere dalar, koca yumruğumu masaya vurup, “Kör! Kör! Kör!” diye söylenirdim. Eğitim yıllarımda parlak bir öğrenciydim ve oğlum Larry’nin çiklet kartları topladığı gibi onur ödülleri alırdım. Tıp fakültesindey-ken “Nevrotik Tansiyon Psikolojisi” adıyla ilk tedavi yazımı yayınladım. Benim yazılarım da diğer uzmanların yazıları kadar iyiydi. Ama hastalarımla ilgili başarılarım meslektaşlarımınkiler gibi önemsizdi. En fazla umduğum şey, hastamı endişeden, kafa karışıklığından kurtarmaktı, amacım onu acı veren bir durgunluktan çıkarıp huzurlu, sakin bir yaşama kavuşturmaktı. Hastalarımda yaratıcılık ya da yenilikler getirme yeteneği varsa benim analiz yöntemlerim bunları ortaya çıkaramadı. Psikanaliz pahalı, ağır çalışan, güvenilmez bir sakinleştiriciydi. Eğer LSD Alpert ve Leary’nin dedikleri kadar etkili olsaydı bütün psikiyatrlar bir günde işsiz kalırlardı. Bu düşünce hoşuma gitti. Bazen sinikliğimin ortasında gelecekle ilgili hayaller kurardım. Ne mi umut ediyordum? Geçmişte yaptıklarımı geride bırakmak, beğenilen yazılar ve kitaplar yazmaktı idealim. Çocuklarımı 11 ZAR ADAM çok iyi yetiştirmek istiyordum, onlar benim yaptığım hataları yapmamalıydı, ben renkli bir kadınla evlenmek, hayatımın sonuna kadar onunla yaşamak istemiştim. Ama ne yazık ki bütün bu arzularım sonunda beni umutsuzluğa sürükledi. Bir yere bağlanıp kalmış gibiydim. Bir yandan, son on yıldır yaşadığım hayattan ve kendimden bıkmıştım, yaşamdan zevk almıyordum, ama diğer yandan da tercih ettiğim bir değişim de yoktu. Tahiti sahillerinde yaşamanın, zengin bir televizyoncu olmanın, Erich Fromm, Teddy Kennedy ya da Bob Dylan la arkadaş olmanın, Sophia Loren ya da Raquel Welch ile bir ay aşk yaşamanın bir şey değiştireceğine inanmayacak kadar yaşlanmıştım artık. Ne yana dönsem göğsümde beni tutan bir şeyler var gibiydi. Canım çok sıkıldığı zaman beni tutan bağlardan kurtulup rüzgârın önünde uçmak istiyordum ama bağlar daha çok sıkılıyor, göğsümdeki çapa içime daha çok gömülüyordu. Kendi ağırlığım kaçınılmaz ve ebedi idi. Meslektaşlarım ve hatta kendim, divanlarımızın başında hafifçe mırıldanırken, sorunumun tamamen normal olduğunu söylüyorduk; yani ben kendimden ve dünyadan nefret ediyordum, çünkü kendimin ve hayatın sınırlarını kabul etme ve onlarla yüzleşme konusunda başarısız olmuştum. Bu reddedişe edebiyatta romantizm, psikolojide ise nevroz deniyordu. Varsayıma göre, kısıtlı ve sıkılmış bir varlık kaçınılmaz, her şeyi kucaklayan bir normdur. Birkaç aylık bir depresyon döneminden sonra (bu arada gizlice bir .38’lik tabanca ve dokuz mermi satın aldım) kendimi Zen sahilinde buld ,.m. On beş yıldan beri hırslı ve hareketli bir hayat yaşıyordum. Tıp fakültesine gitmek ve hele de psikiyatri eğitimi almak için insanın bedenen ve zihnen çok sağlıklı olması gerekir. Beni analiz eden Dr. Timothy Mann’ın söylediğine göre, benim motorumun neden bütün hızıyla çalıştığı belliydi. Ben şimdi saatte on beşle doksan beş mil arasında değişen hızlarda çalışmak yerine, sürekli olarak altmış milde yol alıyordum, ama bu hızla giderken önüme yol kesen bir engel çıkınca, yolun açılmasını bekleyen bir taksi şoförü gibi kızıyordum. Karen Hornev beni D. T. Suzuki, Alan Watts ve Zen’e götürünce, hırs12 LUKE RHINEHART lı bir genç adam için normal ve sağlıklı olarak düşündüğüm dünya aniden bir fare yarışı dünyasına dönüştü. Sadece çok sıkılan insanların olduğu gibi, şaşırdım ve değiştim. Meslektaşlarımdaki güdü, hırs ve entelektüel arzunun anlamsız ve hasta olduğunu görünce kendim için olağanüstü bir genelleme yapabildim; ben de hayallerden sonra aynı kavrama belirtilerini yaşamıştım. Sonradan öğrendiğime göre işin sırrı, hayatın karışıklığını, sorunlarını, sınırlamalarını coşkuyla, tatmin olarak kabul etmekten geçiyordu. O halde hayat anlamsız mıydı? Kimin umurunda dedim. O halde benim hırslarım önemsiz miydi yani? Ama ben yine izleyecektim onları. Hayat can sıkıcı mıydı? Ben buna ancak esnerdim. Dürtünün peşinden gittim. Sürüklendim durdum. Ama umursamadım. Ne yazık ki hayat daha da sıkıcı olmaya başladı. Kabul ederim ki, daha önce canım sıkılırken depresyona girerken şimdi neşelenebiliyordum, ama hayat temelde ilginç değildi. Bu şekilde mutlu can sıkıntısı elbette teorik olarak tecavüz ve öldürme arzularına yeğle-nirdi ama ben kişisel olarak yine de pek aldırmadım buna. İşte Zar Adamı da gerçeği aramaya çıktığım bu sefil yolun bu aşamasında keşfettim. 13 Bölüm İki Çıkarma Gününden önceki yaşantım tekrarlardan ibaretti, önemsizdi, zorlayıcıydı, düzensiz ve sıkıcıydı— yani başarılı bir evliliği olan tipik bir erkeğin hayatıydı bu. Yeni hayatım 1968 Ağustos ayının ortasında, sıcak bir günde başladı. Sabah saat yediye doğru uyandım, yanımda kıvrılıp yatan karım Lilliana sokuldum ve koca ellerimle onu okşamaya başladım. Güne bu şekilde, onu okşayıp uyandırmakla başlamak hoşuma gidiyordu. Bir süre onun mırıltılarım dinledim ve sonunda dudaklarından öptüm. Birkaç öpücükten sonra karım uykulu sesiyle, “Günaydın sevgilim,” diye mırıldandı. “Günaydın hayatım,” dedim. Bir süre daha dudaklarımı onun dudakları ve yanaldan üzerinde gezdirdim ve heyecanlandırmaya çalıştım onu ama Lillian uyumayı tercih eder gibiydi, sırtını döndü ve gözlerini kapadı. Bense birden heyecanlandım ve Freud buna egosuz polimorfoz sapıklık diyordu. Freud büyük adamdı ama onun benim kadar heyecan duyduğunu sanmam. Lil’i biraz daha okşayarak uykusunu açtım ve onu uyarmak üzereydim ki yatak odasının kapısı önce yumruklandı, sonra ardına kadar açıldı ve yirmi beş kiloluk koca bir oğlan çocuğu yatağa sıçrayıp aramıza uzandı. Sonra da, “Kalkın artık!” diye bağırdı. Lil kapının yumruklandığını duyar duymaz zaten benden ayrılmış, yatağın diğer kenarına doğru kaymıştı. Sevişme sahnesi yarım kalmıştı ve onu tekrarlamak artık olanaksızdı. Bana kalsa ben ebeveynlerin çocukların önünde bile belirli bir noktaya kadar sevişe-bileceklerine inanıyor ve karımı da buna inandırmaya çalışıyordum ama Lil benim gibi düşünmüyordu. Onun inancına göre karı koca odada yalnız ve örtü altında aşk yapmalıydılar. Ben bunları düşünürken yirmi kiloluk kızımız da ağabeyinir 14 arkasından odaya daldı ve ondan daha yüksek sesle, “Günaydın! Kalkın bakalım!” diye bağırdı. Artık hepimiz ayaktaydık. Saat dokuzda hastam olmadığı zaman, Larry’den kendisine ve kız kardeşine kahvaltı hazırlamasını isterdik. Oğlum kendilerine kahvaltı hazırlamaktan hoşlanırdı ve biz de bu sırada sevişme seansına devam etmek isterdik ama mutfakta tabak çanak sesleri kesildiği zaman hemen korkar ve çıkardık yataktan. Bu sabah Lil hemen kalkıp sabahlığını giydi ve çocuklara kahvaltı hazırlamak için mutfağa gitti. Burada şunu da belirteyim ki, Lil sivri dirsekleri, kulakları, burnu, dişleri ve (mecazen) dili olan uzun boylu, narin bir kadındır ama göğüsleri ve bacakları çok güzeldir. Dalgalı sarı saçları ve heykel gibi vücuduyla herkes güzel bulur onu. Güzel yüzünde fare yüzüne benzer mahcup bir ifade vardır ve boncuk mavisi gözleri nedense ilk bakışta kırmızı gibi görünür. Ayrıca fareler nadiren bir yetmiş beş boyunda, ince ve zarif olurlar. Her şeye rağmen onun yüzü bazı kişilere fareyi hatırlatır, ama güzel bir fareyi elbette. Onunla tanıştıktan ve çıkmaya başladıktan sonra, bu görüntü yüzünden dört hafta cinsel perhize girdim. Burada şunu da belirtmek isterim ki, bu fare muhabbeti sadece sizinle benim aramda dostlarım. Küçük kızım Evie annesinin arkasından konuşarak mutfağa gitti ama Larry benim yanımdan kalkmadı. Onun görüşüne göre yatak çok büyük olduğundan bütün aileye yeterdi ve Lil ona, anne ile babanın çok iri olduğunu ve bunun için bütün yatağı kapladıklarını söylemesi tatmin etmiyordu onu. Son günlerde yatağa uzanıyor ve herkes kalkmadan kalkmıyordu. Bir doktorun hastasıyla konuşması gibi, ciddi bir ifadeyle yüzüme baktı ve o koca sesiyle, “Hadi bakalım baba, kalkma zamanı,” diye homurdandı. “Saat daha sekiz olmadı,” dedim. “Yaa, demek öyle ha!” diyerek komodin üstündeki saati gösterdi bana. “Saat altıya yirmi beş var,” dedim ve dönerek uzaklaştım ondan. Ama birkaç saniye sonra yine bana yanaştı ve yumruğunu alnıma bastırdı. 15 “Bak gözlüğünü getirdim sana, tak da yeniden bak bakalım.” Saate bakarak, “Ben baktıktan sonra saati değiştirdin,” dedim ve yatağın diğer kenarına gittim. Larry yine yatağa sıçradı ve hoplayıp zıplamaya başladı, ama niyetinin kötülük yapmak olmadığını iyi biliyordum. Ben yine de hemen tüm babalar gibi birden, ama şakacıktan öfkelendim ve “De^ fol git başımdan!” diye bağırdım. Larry koşarak mutfağa gidince yaklaşık on beş saniye kadar sırtüstü uzanıp rahat bir nefes aldım. Yattığım yerden, mutfaktan gelen çocuk sesleriyle, Lil’in öfkeli söylenişini ve aşağıdaki Manhattan caddelerinden gelen korna seslerini duyuyordum. On beş saniyem bu şekilde rahatça uçup gitti, sonra düşünmeye başladım ve günüm berbat oldu. O sabah randevusu olan iki hastamı, Doktor Ecstein ve Doktor Felloni ile öğle yemeğimi, yazmaya çalıştığım sadizmle ilgili kitabı-, mı, çocukları, Lillian’ı düşündüm ve canım sıkıldı. Birkaç aydan beri geceleri rahatça uykuya dalamıyor, yaklaşık on, on beş saniye kadar ahlaksızca şeyler düşünüyor, depresyona giriyor, asansör içinde sıkışmış, aşağı yukarı yürüyormuşum gibi hissediyordum. General Eisenhower bir gün, “Hayatın neşeleri nereye ve neden gittiler?” diye sormuştu. Burt Lancaster da, “Parmaklarımız odunda, soğuk çelikte, güneş ısısında, kadın teninde neden hissizleşir?” diye sormuştu. “Kahvaltı hazır babaaa!” “Yumurtan oldu hayatım!” Yataktan kalktım, koca terliklerimi yine koca ayaklanma geçirdim, Arenaya çıkmaya hazırlanan bir Romalı gibi geniş bornozumu giydim ve yüzümde yapay bir gülümseme ifadesiyle kahvaltı masasına oturdum, ama Lancaster’m ebedi sorusu yine aklıma takıldı. Central Park yakınlarında, oldukça pahalı bir semtte, biraz yukarı, biraz da Doğu tarafında, altı odalı bir dairede yaşıyoruz. Binanın bulunduğu bölge oldukça karışık olduğu için, dostlarımız bize acısınlar mı, yoksa bizi kıskansınlar mı bilemiyorlar. Lil küçük mutfakta ocak başında tavadaki yumurtaları karıştırıyor, çocuklar da masanın diğer ucunda seslerini çıkarmadan bekliyorlar. Larry arkasındaki pencerenin perdesiyle oynadığı (mutfak 16 RHINEHART penceresinin manzarası çok güzeldir) ve Evie de kalktığından beri hiç durmadan konuştuğu için ceza olarak susturulmuşlardı. Fakat Lil’in sesi bağırırken o kadar korkunç olurdu ki, çocuklar (ya da büyükler) onun bağırışını dinlemektense kırbaçlanmayı yeğlerlerdi. Lil hiç kuşkusuz sabah erkenden mutfağa girip çalışmaya başlamaktan hoşlanmıyordu ama bu saatlerde bir hizmetçi bulmanın ne kadar zor olduğunu da biliyorduk. Evliliğimizin ilk yılında evde kalacak şekilde tuttuğumuz genç hizmetçi bir harem ağasını bile uyandıracak kadar güzel ve seksi olduğu için fazla dayanamadı ve çabuk ayrıldı bizden, Lillian akıllı davrandı ve günün belirli saatlerinde çalışacak bir hizmetçinin bizim için daha iyi olacağına karar verdi. Lil pastırmalı omlet tavasını masaya getirince yüzüme baktı ve “Bugün Queensborough’dan kaçta dönersin?” diye sordu. Çocukların karşısındaki sandalyeye otururken, “Sanırım dört buçuğa doğru,” diye cevap verdim. “Neden sordun?” “Arlene bu öğleden sonra yine bir özel konuşma istedi.” “Larry kaşığımı aldı!” “Evie’nin kaşığını geri ver ona Larry” dedim. Lil kızının kaşığını alıp ona uzattı. Karım, “Sanırım yine şu ‘Bir bebeğim olmalı,’ konusundan söz etmek istiyor,” dedi. “Anlıyorum.” Lil yanımdaki sandalyeye otururken, “Keşke Jake ile konuş-saydın,” dedi. “Ne diyeceğim ki ona? ‘Hey Jake, karın bir bebek istiyor, sana yardımcı olabilir miyim?’ diye mi sorayım adama?” Evie araya girdi ve “Harlem’de dinozorlar var mı?” diye sordu. Lil, “Evet, olduğunu söyleyebilirsin kızım,” diye cevap verdi. “Evet, bu onun kocalık görevi, Arlene otuz üç yaşında ve ne zamandan beri bebek istiyor—Evie, kaşığını kullan kızım!” “Jake bugün Philadelphia’ya gidecekti,” dedim. “Biliyorum, Arlene de zaten bunun için randevu istedi. Ama bu gece poker yine var, değil mi?” “Hımmm.” 17 O sırada Larry hafif bir sesle, “Anne, bakire ne demek?” diye sordu. Lil, “Bakire genç bir kızdır,” diye cevap verdi. Ben de, “Hem de çok gençtir,” diye ekledim. Oğlum, “Çok garip,” dedi. Lil, “Nedir garip olan oğlum,” diye sordu. “Barney Goldfield bana salak bakire dedi.” Lil, “Barney o sözü yanlış kullanmış,” diyerek gülümsedi. “Pokeri neden ertelemiyoruz, Luke. Bu bana biraz şey…” “Neden?” “Ben bir oyun izlemeyi yeğlerim.” “Bazı limonlar seyrettik ya!” “Yine de onlarla poker oynamaktan iyidir.” “Limonlarla mı?” “Sen Tim ve Renata ile psikoloji ve borsa dışında da bir şeyler konuşsaydın belki biraz yardımı olurdu sanıyorum.” “Borsa psikolojisi mi?” “Psikoloji ve borsa dedim. Tanrım, beni biraz daha dikkatli dinlesen ne olur!” Ağzıma bir çatal dolusu omlet atıp büyük bir ciddiyetle çiğneyerek yuttum ve arkasından psikoloji düşünerek bir yudum kahve aldım. Zen Budizm’e bağlantım bana çok şey öğretti ama bunlar içinde en önemlisi karımla tartışmamam gerektiği oldu. Büyük bilge Oboko, “Kendini akıntıya bırak,” demiş ki ben zaten beş aydan beri bunu yapıyorum. Lil her geçen gün biraz daha çıldırıyor. Yaklaşık yirmi saniyelik bir sessizlikten sonra (yani Larry kendine ekmek kızartmak için masadan fırladı, Evie dinozorlar konusunda bir şeyler söyledi ve yüzüme baktı) ben (tartışmayı önlemek için saldırıdan önce teslim olma teorisine göre) hafif bir sesle, “Özür dilerim, Lil,” dedim. “Sen ve senin lanet Zenin. Ben sana bir şeyler söylemeye çalışıyorum. Ben bizim eğlence tarzımızı sevmiyorum. Neden yeni ve farklı bir şeyler yapmıyoruz sanki, yani bir devrim ya da benim istediğim bir şeyler işte!” “Yapıyoruz ya hayatım! Son üç oyun…” 18 “Seni sürüklemek zorunda kaldım ama. Sen o kadar…” “Hayatım, çocuklar burada.” Aslında çocuklar bizim tartışmamızdan, fillerin sivrisineklerden etkilendiği kadar etkilenmişlerdi ama bu hile Lil’i kandırıyor, susturuyordu. Kahvaltıdan sonra Lil çocukları giydirmek için odalarına götürdü ve ben de duş yapıp tıraş olmak için banyoya girdim. Sa-bunladığım sakal fırçamı “Selam!” diyen bir Kızılderili gibi havaya kaldırdım ve aynada yüzüme baktım. Yüzümde iki günlük sakal varken Don Giovanni’ye, Fausto’ya, Charlton Heston’a ya da Hz. İsa’ya benziyordum. Ama sakal tıraşı olduktan sonra başarılı ve yakışıklı bir halkla ilişkiler uzmanı gibi görüneceğimi de biliyordum. Çünkü bir burjuva psikiyatr olduğum ve aynada kendimi görmek için bile gözlük takmak zorunda kaldığım için sakal bırakma güdüsüne direnmiştim. Fakat favorilerimi uzattım ve başarılı bir halkla ilişkiler uzmanı gibi değil ama başarısız ve işsiz bir aktör gibi görünmeye başladım. Tıraş olmaya başladığımda, Lil üzerinde hâlâ o açık saçık sabahlığı olduğu halde banyonun kapısına geldi ve duvara dayanarak gözlerini bana dikti. Bir süre beni öylece süzdükten sonra yarı şaka, yarı ciddi bir ifadeyle, “Çocukların bakımını üstleneceğini, onları alacağını bilsem boşanırdım senden,” dedi. “Yapma canım!” “Onları sen alsan hemen Buda heykelciklerine dönerlerdi, eminim bundan.” “Yapma hayatım!” “Anlamadığım şey şu; sen bir psikiyatrsın, hem de iyi bir uzmansın, ama beni ve hatta kendini de asansörcü kadar bile anlamıyorsun.” “Böyle konuşma canım!” “Anlamıyorsun işte! Benimle sevişerek, her tartışmadan sonra özür dileyerek ve çeşitli hediyeler alarak beni mutlu edeceğini sanıyorsun. Bunlar beni çıldırtıyor.” “Peki ama başka ne yapabilirim ki?” “Bilemiyorum, sen bir psikiyatrsın, bunu senin bilmen gere19 kir. Ben sıkılıyorum, her konuda Emma Bovary’yim, ama hiçbir romantik umudum yok.” “Bu da beni aptal bir doktor yapıyor, biliyor musun?” “Biliyorum, bunu gördüğüne sevindim. Aslında edebiyat konusunda sen ancak asansörcü kadar bilgilisin.” “Baksana, neden durmadan bu asansörcüden söz ediyorsun sen, ne var sizin aranızda?” “Ben Yoga derslerimi iptal ettim ve…” “Neden peki?” “O dersler beni sinirli yapıyor.” “îşte bu çok garip, aslında o derslerin amacı…” “Biliyorum, ama beni geriyor o dersler işte… Elimde değil bu.” Tıraşımı bitirdim ve gözlüğümü çıkarıp saçlarımı taramaya başladım ama başıma sürdüğüm şeyin çocukların yağlı briyantini olduğunu anladım. Lil banyoya girdi ve kirli çamaşır sepetinin üstüne oturdu. Aynada yüzümü görmek için hafifçe eğilince, diz kaslarımın ağrıdığını fark ettim. Ayrıca gözlüksüz daha yaşlı ve dağılmış gibi görünüyordum. Sigara ve fazla içki içmediğim için, acaba sabah sevişmeleri mi beni böyle güçten düşmüş gösteriyordu

Luke Rhinehart – Zar Adam
PDF Kitap İndir |