Nahid Sirri Orik – Kiskanmak

Nahid Sırrı Örik’in ilk 1937’de tefrika edilerek Tan gazetesinde yayımlanan, ardından da, 1946’da Hilmi Kitabevi tarafından kitaplaştırılan Kıskanmak başlıklı romanını “yer”ine yerleştirmek çok güç görünmüyor başlangıçta. Konusu, konusunun işlenişi açısından, XIX. yüzyıl sonu Fransız romanının etki alanına sokulabilir: Zola’nın maden işçileri dekorlu anlatilarıyla Madame Bovary’nin ihtiras üçgenini çağrıştıran bir romanesk model arasında gidip geliyor Kıskanmak — bu açıdan, Lukâcs’ın gerçekçi romandan beklediklerine belli ölçülerde uyduğu bile söylenebilir. Türk edebiyatı bağlamında da kuraldışı bir yanı göze çarpmıyor Kıskanmak’ın, ilk bakışta: Halid Ziya’nın Aşk-ı Memnû’sundan uzanan bir maraz geleneği’nde kolaylıkla konumlanabilmesini sağlayan kimi ana özellikleri var. Gene de kuraldışı bir roman damarı saklanıyor Kıskanmak’ta: Okudukça kendini eleveren, ilerledikçe çekir deği güçlenen bir kötülük çiçeği bu: Nahid Sırrı’da bir modern örtünüyor. Şüphesiz, Kıskanmak’tan, yeni Cumhuriyet’in yarattığı ortama ilişkin ipuçları devşirmek de eldedir: Osmanlının sahneden çekilmesiyle birlikte ışığı sönen bir toplumsal tabakanın kesiti, büyük kent ile taşra arasında yaşanan dramatik gerilim, eski umutlardan devşirilen yeni hüsran tohumları sayfadan sayfaya geçerken bir yanda birikecektir. Ama asıl düğüm iç dünyalarda, bir zincirin halkaları hâlinde yazgıları biribirilerine bağlı roman kişilerinin toplam tragedyasında okunur: Kıskanmak, kim ne derse desin, zorlu bir ruhsal harita çizer ve bunu yaparken de kuralı çiğner: Roman, baştan uca bir negatif-şahıslar galerisidir. Seniha Hanım’ı çağıran bir ünlemle açılır roman; onun üzerine inen bir perdeyle kapanır. Tamıtamına kimdir bu anakişi, ne tür bir kimlik mayasından oluşur, bölümden bölüme koyulaşan bir sis bunu finale kadar kesinleştirmemizi olanaksız kılar. Kiralık Konak’ın Seniha’sının bir ikizi midir? Emma Bovary’nin doğulu bir versiyonu; ete kemiğe bürünmüş bir dişi Othello mu? Nahid Sırrı bizi ikidebir yanıta yaklaştırır, ama her seferinde, dokunmamıza ramak kala hedefi bir adım daha geriletir. Dönüşümlü bir anlatım dizgesine dayanan, hiçbir portreyi bütünlemeksizin yolunu sürdüren ve halka halka üç anakişinin dünyalarında yayılan, içiçe geçen roman yolda çizdiği ve bünyesine kattığı yan-portreler ile zenginleşir: İstanbul’a ve yeni başkent Ankara’ya açtığı parantezlere karşın Zonguldak’ta odaklanmıştır. 45 yaşını geçmiş Halit ile kendisinden 20 yaş küçük eşi Mükerrem, romanın merkezini kaplayan, Halit’in 40’ına dayanmış kız kurusu kardeşi Seniha’nın kurduğu ağın içine bu ortamda düşeceklerdir. Alain Robbe-Grillet’nin Kıskançlık adlı romanında olduğu gibi bir kavramla değil bir fiille yüzleştirir okuru Nahid Sırrı: Romanın altıncı bölümü şu satırlarla açığa çıkarır kronikleşmiş acının kaynağını: “Kıskanmak… Seniha’nın yüreğinde, ilk beliren, kendisini ilk duyuran ve hemen her gün daha fazla gelişip büyüyen his bu olmuştu. Halit’le aralarında sekiz yaş vardı ve onu kıskanmadığı bir zamanı hiç bilmiyordu”. Seniha’da bu fiil, çocukluğundan başlayarak çalışmıştır: Kendi çirkinliğine karşı Halit’in güzelliği, onun önce annesinden ağabeyini, sonra ağabeyinden annesini kıskanmasına yolaçmış, bunu koyu bir nevroz hâlinde taşımış ve yazgısını ağabeyinin tercih edilmesi biçimleyince de kötülük çiçeği açmıştır ruhunda: Artık o fiilin denetimindedir, romanda aynı fiilin uzandığı alanlara doğru ilerleyecektir.


Nahid Sırrı, özellikle Seniha’yı, ama bir o kadar da Halit’i, Mükerrem’i, Nüzhet’i ve annesini çizerken canalıcı bir yaklaşım getirmiştir: Onları birer karakter olarak yoğurmakla yetinmemiş, birer gövde olarak da kuşatmaktan geri durmamıştır. Kıskanmak’ta marazî dokuya bunca canlılık katan, romancının ruh hâliyle tensel kıvranışı olabildiğince çakıştırmış olmasıdır. Olabildiğince, diyorum, çünkü, herşeye karşın tensel tutkuyu kahramanlarının ruhsal taşkınlıklarıyla orantılı bir örgü içinde işlemeye girişememiştir yazar. Gerekçe olarak ortamın hazırlıksızlığı üzerinde durulabilir şüphesiz, ne ki has sanat yapıtı bu hazırlıksızlığa kafa tutan bir cüretle çiftleşir: Bataille, Gözün Öyküsü’nü yazdığında, kitabı hazırlanmış bir ortama sunmuş değildi. Bu anlamda, Kıskanmak’ta yazarın hayatî önemde bir boyutu hadım ettiğini söylemek isterim. Ruhsal yangını açısından bakıldığında, Seniha’nın portresinde biçimlenen şer tohumu, edebiyatımızda benzeri görülmemiş bir sapkı düzlemi doğurur: Mario Praz’ın Avrupa edebiyatında varlığını sorguladığı ‘yazgıyla oynayan kadın’ (femme fatale) imgesinin ayrıksı bir örneğidir Seniha: Güzel olduğu için değil, tam tersine çirkin olduğu için yakıp geçecektir. Seniha’nın karmaşık iç dünyasında çocukluğundan başlayarak karşıkoyulmaz biçimde büyüdüğü aktarılan ur, onun ruhsal anatomisine mührünü vurmuştur. Bu nevropatın kişiliğini ören çetrefil muammâyı Freud’un Psikanaliz Üzerine Beş Ders’inden, özellikle de dördüncü dersin metninden izlemek eldedir. Kaldı ki, Nahid Sırrı, adım adım bu gelişme eğrisini izlememizi sağlayan ipuçları döker romanına: Seniha’nın “kız kadar güzel” ağabeyini kıskanmaya başlaması, kendisinden tiksindiği annesinden uzaklaşması, özellikle de bekârlık dönemindeki Halit’e bakışaçısı şüpheye yer bırakmayacak bir kesinlik içerir: “Halit’in yarı açık kalmış dudaklarının ancak birkaç saat evvel verdikleri ve aldıkları buseleri kinle, kıskançlıkla, hicapla, nefretle hem de ihtirasla düşünürdü. Ve yüz erkeğin kollarından geçmiş, erkeğin ve zevkin her çeşidini görmüş kadınları belki çıldırtabilen bu erkek vücuduna karşı o kadınların duydukları ihtirasları ve bu erkek vücudundan aldıkları zevkleri düşüne düşüne, bunları düşünmek vaziyet ve mecburiyetinde kala kala, Seniha’nın tahteşşuurunda belki çok karışık ve çok gizli buhranlar da olurdu. Ve belki ağabeyisine kininin en kuvvetli sebeplerinden biri, ihtimal ki unutmak istediği bu buhranlara istemeyerek dahi olsa düşme sine böyle sebebiyet verişiydi”. Görüldüğü gibi, Nahid Sırrı neşteri doğru noktaya sallayan, gözlem gücünü kullanan ama bir adım daha atmaya yanaşmayan bir yazar: Seniha’nın “kız kadar güzel” ağabeyine transfer ettiği gövdesine yönelmekten, orada kabaran tensel hazzın fücura dek uzanan kıvranışına değinmekten geri duruşu romanının derinleşmesine de ket vurmuş. Aynı teğet geçiş, Seniha’nın annesiyle “Fakat ben kocaya varmayacağım… Ne buna, ne de daha iyisine, hiç kimseye varmayacağım!” sözleriyle tamamlanan diyalogunda da ortaya çıkar. Seniha’nın annesinin, neden, yazarın sözleriyle “feci bir şüphe içine burgu gibi girmiş, fakat kadın bu şüphesinden ne kocasına, ne de oğluna bahsetmeye cesaret” edememiştir? Nahid Sırrı, bu noktaya kadar elini ateşe yaklaştıran, ama önünde açılan, kendi açtığı kapıdan içeri giremeyecek ölçüde tutuk, ürkek davranan bir yazar olarak karşımıza çıkıyor Kıskanmak’ta. Oysa, libidinal tabaka üzerinde romanının eksenini oluşturmayı seçen, belli dönemeçlere sapkınlık tuzakları kurmaya yatkın duran da başkası mıdır: Tıpkı Halit’in gençliğinden sözedişindeki gibi, Mükerrem’i baştan çıkaran Nüzhet’i betimlerken de “kız kadar güzel” tamlamasına başvuran o değil midir? Böylelikle, Halit’in kendi yitirdiği gençlik ve güzelliği kendi eliyle yokedişini simgeleyen kimdir? Nuriye Hanım’ın, Oğlu Nüzhet’in üzerinden kadınlardan intikam alışını anlayan ve ileten, kim? Olay örgüsüne baktığımızda, Kıskanmak’ta gerçek kutupların saklandığını farkediyoruz.

Görünüşte kurban Nüzhet, kaatil Halit’tir. Ama asıl katil Seniha, asıl kurbansa Mükerrem’dir. Nahid Sırrı büyük bir ustalıkla rolleri kaydırmayı başarmıştır Femme fatale konusunda da böylesi bir ters çevirmeyle kuşatır okuru: İlk bakışta bir homme fatale vardır ortada: Nüzhet. Ne ki, tutkularının dizginini gerçekte kaptırmayan, bütün akışı denetleyen tek kişinin Seniha olduğunu romanın sonunda kavrarız: Bütün güzel insanları ağına düşürüp içlerini boşaltıp terkeden dişi peygamber böceği gene de doymamıştır — sonsuz susuzluğunda yorgun düşmek nedir bilmeyen, Praz’ın saptayımıyla “soluk yüzlü” vampir. Kıskanmak, gövdesi kadar gölgesiyle, kısacası gizilgücüyle de çarpan, akıntısına çeken bir roman. Tutkunun negatif çehresi üzerine kanlı bir divertimento. İnsanın içinde onu bugün, yeniden, derinlemesine bir yazı alanı açarak yazma isteği, olmadı kamera başına geçme isteği uyandırıyor. Bazı romanlar böyledir. K I S K A N M A K BİR “Seniha! Seniha Hanım!” Seniha üçüncü kattaki odasında, aynalı dolabın gözlerinde bir şey ararken çağrıldığını duydu. Ses tatlı, biraz oynak, belki biraz da yapmacıklıydı. En aşağıdan geliyordu. Seniha dışarı çıktı, merdivenin tırabzanlarından eğilerek, “Ne var?” diye sordu. “Gel Allah aşkına!” “Daha işim bitmedi. Birazdan inerim.” Ağabeyinin taze karısı Mükerrem’in tatlı, biraz oynak ve yapmacıklı sesi, şimdi daha yakınlaşmış olarak şikâyet etti: “Senin zaten hiç işin biter mi? Allah rızası için in.

Halit gideli iki saat oldu, sıkıntıdan çatlayacağım. Hem sana güzel bir sürprizim var.” “Bari bir dakika müsaade et. Geliyorum.” “Gelmeyeceksin. Yalan söylüyorsun!” “Geleceğim canım!” Aynalı dolabın yan gözünden bazı şeyler çıkartmıştı. Bunları Mükerrem’in eski adamı olan Şerife’nin görüp karıştırmasını istemediği için tekrar eski yerlerine koydu, dolabı da kilitledikten sonra, ağır ağır aşağı indi. Aynı zamanda yemek odası ve salon hizmetini gören, sokak üstündeki büyük odaya girdi. Mükerrem orada idi. Dün gece eve gelen İstanbul gazetelerini okuyordu. Karadeniz’de birkaç gündür süren ve birçok zayiata sebebiyet verdiği söylenen şiddetli bir fırtına yüzünden vapurlar Ereğli limanına sığınmış, Zonguldak’a gelememişlerdi. Bundan dolayı da herkes gazetesiz, havadissiz kalmıştı. Ancak, kardeşinin elinde dün gece gördüğü bu gazeteleri Seniha şimdi, hatta birazdan okuyabilecekti. Bu evde gazete okumak için bile gözetilen bir sıra ve teşrifat vardı ve Seniha’nın sırası bunda bile Halit Beyefendi ile haremlerinden sonra geliyordu: Geçkin kızı karşısında görünce, Mükerrem gazetesini elinden bırakmaksızın ona doğru uzattı. Hem hiddetli, hem mahzun bir eda ile, “Darülbedayi Musahipzade Celâl Bey’in yeni bir piyesini oynamış! Kimbilir seyirciler gülmekten yine nasıl kırılmışlardır!” diye söylendi.

İstanbul varken Zonguldak’ta yaşamayı o, bilhassa böyle havalarda pek acı buluyordu. Bu acılığı da en çok oradan gelen gazetelere her göz gezdirişinde duyar, balolar, konserler, ecnebi truplarının uğraması, Darülbedayi’nin programıyla büyük sinemalarda değişen filmler, hatta havanın güzelliğine, fenalığına dair haberler ruhundaki hasret ve hicranı büyütür, kendisini talihine karşı âdeta isyana götürürdü… İstanbul’da bulunsa gidip seyretmeye ihtimal ki üşeneceği bu yeni piyes için Mükerrem böyle ah çekip dert yanmaya başlayınca, onun son zamanlarda ve velev ki başka sebeplerle olsun Zonguldak’a pek ısındığını çok iyi bilen Seniha sözünü kesti, “Üzülme yavrum!” dedi. “Safa sinemasında gelecek hafta film değiştiği zaman biz de oraya gideriz. Biliyorsun ya, şimdi seanslarda bir kemanla bir piyano, yani konser de var.” Görümcesinin alaycı sesi ve sözleri Mükerrem’in öfkesini arttırmıştı. Genç kadın âdeta bağırdı: “Konserlerini alsınlar da başlarına çalsınlar! Hem kuzum, bu yağmur hiç dinmeyecek mi?” Seniha’nın ince ve renksiz dudaklarında şimdi manalı bir tebessüm belirmişti. Dedi ki: “Bunu sormak için mi beni aşağıya indirdin?” “Yağmurun dinmesi ile sen de alakadar değil misin? Ta Soğuksu’ya kadar ıslana ıslana gitmeyi hoş buluyorsan ona diyeceğim yok!” “Vallahi ben kendi hesabıma bu havada sokağa çıkacaklardan değilim.” Mükerrem’in açık kestane rengi ve biraz çekik gözlerinde hoşnutsuzluk ışığı bir an parladı söndü: “Tek başıma ben nasıl giderim! Şerife hasta. Ahçı kadın kıyâmet kopsa mutfaktan ayrılamaz. Oyun bozmak yok, abla!” “Bu sonradan görme mahalle kadınının davetlerine bu kadar memnuniyetle koşmanın sebebini anlayamadım gitti. Kendisi adi, misafirleri kendinden manasız… Ya o şımarık, o ne oldum delisi oğlan! Onun sohbetine nasıl tahammmül ediyorsun, şaşıyorum! Bugün gitsen, nazeninim milyoner olduklarını mutlaka yine bir münasibine getirip söyler. Milyonerliği iyi güzel amma edilen ikram ya fazla koyu ya fazla açık bir çayla berbat pastalar! Beş seferdir gidiyoruz, bir defasında olsun midemin bozulmadığını bilmiyorum. Hava güzel olsa, eh bir gezintidir, zaten gidecek neresi var diyelim. Fakat böyle şakır şakır yağmur da yağarken!” Seniha bütün bu sözleri yavaş yavaş, hiçbir noktayı ihmale razı olmayan bir eda ile söylemiş, söylerken gözlerini Mükerrem’den ayırmamıştı. Cevap verirken, genç kadın kendisini müdafaa ediyor gibiydi.

“Ne yaparsın kardeş! Ortalığın günlük güneşlik olmasını bekleyeceksek vay halimize! Bak, tam dört gündür yarım saat için olsun dışarı çıkamadık. İnsan havasızlıktan hasta olacak!” İkisi de bir dakika sustular. Seniha geniş sedire oturmuş, oraya bırakılan gazetelerden birinin resimlerine bakıyordu. Gömüldüğü koltuğu biraz iterek Mükerrem ayağa kalktı, odanın ortasındaki büyük yuvarlak masaya gitti. Koyu nefti kadife örtünün üstünde, ipleri kesilmiş bir paket duruyordu. Mükerrem, “Sana sürprizi göstereyim” dedi. Ötekinin yüzü şimdi hafifçe kızarmış bulunuyordu. Zaten, “sana bir sürprizim var!” diye genç kadın aşağıdan haykırdığı zaman, kendisine verilecek bir hediye olduğunu anlamıştı. Ona böyle, arada bir, hediyeler verilirdi. Ve bu hediyelerin her birinde, evlerinin kâhya kadınlığını sadakatle yaptığı için beyle hanımca müştereken münasip görülmüş bir mükâfat, hatta zavallılığına acınılarak verilmiş bir sadaka çeşnisi olurdu. Hiçbir şey söylemedi. Hem anlamamış gibi duruyordu. Mükerrem, paket kâğıdını açıp al krepdamurdan bir kumaş çıkardı. Bunu uzatarak dedi ki: “Halit ikimiz için İstanbul’dan getirtmiş. İstersen bir örnek yaptıralım.

” Seniha’nın gayet düz, pek ince ve renksiz dudaklarına acı ve biraz fena bir tebessüm geldi. Sonra, dudaklarında hep o tebessüm kalarak cevap verdi: “Seninle bir örnek, al renkte bir elbise öyle mi? Yavrum, kendimi elâleme gülünç etmeye hiç niyetim yok!” Mükerrem, kendisine mukabeleye değmeyen bir söz söylenmiş insan edası ile omuzlarını silkti, paketi yine eski yerine koydu, bir şey demeden tekrar koltuğa oturdu. Yine gazetelere göz gezdirmeye başladı. Ancak Seniha’nın düşüncesi ve sözleri hiç de haksız ve manasız sayılamazdı. Mademki genç değil, hele hiç güzel değildi, mademki çirkindi: Bu al kumaştan yaptıracağı elbise kendisine elbette yaraşmayacaktı. Hele Mükerrem daima cicisi bicisi fazla modeller seçtiği için, onunla eş de yaptırınca muhakkak daha gülünç olurdu. Otuz dokuzunu bitirdiği halde hâlâ bir kısmeti çıkarak kocaya gitmemiş olan Seniha, yüreğinde acı ve kinli bir hisle, “Acaba bu rengi ağabeyim beni herkesin karşısında maskara etmek için mahsus mu seçti? Mükerremin aynı biçimde yapmamızı teklif edişi de yine bu maksatla olacak! Hem maksatları bu değilse bile biraz gözlerini açsınlar. Söylediklerini yapsam gülünç olacağımı, kendimi gülünç etmeyecek kadar da aklım olduğunu niçin takdir etmiyorlar?” diye uzun uzun düşündü. Kaç gündür gelmemiş gazetelerin üzerine her ikisinin de başları eğili, epey bir müddet konuşmadılar. Sonra Seniha elindeki gazeteyi bıraktı, başını pencereye çevirdi. Evin bu alt kattan bile şehre hâkim bir nezareti vardl. Dün hele akşama doğru âdeta düzelmiş olan hava yine berbatlaşmıştı. Yağmur yağıyor, kumsala biteviye dalgalar gelip yayılıyor ve bütün limanda, ufuklara kadar tekmil Karadeniz’de yine hiçbir vapur, hiçbir gemi görülmüyordu. Sicim gibi yağan yağmurdan, karşı sırtta Soğuksu mahallesi uzak ve müphem kalmış, tepenin tam üzerindeki şehir hastanesinin büyük beyaz yapısı sis ve dumana bürünüp tamamen gizlenmişti. Nuriye’nin çayına gitmeye Mükerrem’in ne kadar istekli olduğunda Seniha’nın hiç şüphesi yoktu.

Biraz evvelki münakaşayı yeniden açarsa kendisini tazip edeceğinden emin, mahsus sordu: “Gidelim diyorsun ama yağmur da gittikçe artıyor. Bilmem ki nasıl gideceğiz?“ “Empermeabl giydikten sonra yağmurun ne ehemmiyeti var?” “Sen hep gitmek fikrinde misin?” “Ne yapalım, bir kere söz verdik.” “Evet fakat söz verdiğimiz zaman böyle tufan olacağını bilmiyorduk ki! Bu havada gidersek, Nuriye Hanım eminim ki şaşacaktır. Hem bilmem, her gün buluşulan ahbaplara karşı her verilen sözü mutlaka tutmak mecburi midir? Maşallah Nuriye Hanım’la ahbaplığımız o kadar ilerledi ki, bugün kendisine karşı sözümüzde pekâlâ durmayabiliriz!” Artık gizleyemediği bir sıkıntı ile genç kadın duvardaki saate baktı: “İkiyi henüz yirmi dakika geçiyor. Dört buçuktan sonra giyinip gidecek değil miyiz? Gidip gitmemeyi o vakte kadar yağmur hiç azalmazsa, hep bu halde devam ederse düşünürüz.” “Öyle ise o vakit bana bir seslen, olur mu? İşimi bıraktım, artık yukarı çıkayım.” Bu sözlerin kendilerinde değilse bile söylenişlerinde, beraber gelmeyi şimdiden ve kayıtsız kabul eden bir mana, bir eda vardı. Tecrübesiz ve ihtiyatsız Mükerrem görümcesinin zayıf, esmer ve şakaklarına doğru siyah ve sertçe tüylerle kirli yanağına bir teşekkür busesi bıraktı. Seniha buna mukabele etmedi. Lakin ufak, esmer ve burnu az çarpık yüzünün tek güzelliği olan iri ve siyah denecek kadar koyu lacivert gözleri ile Mükerrem’in açık kestane renginde ve biraz çekik gözlerinin ta içlerine bakarak, “Nuriye Hanım’ın evine bugün de gitmeyi demek ki bu kadar istiyordun!” dedi. Birdenbire kızardığını anlayan genç ve güzel kadın, bir cevap veremeyerek başını çevirdi. Tahta, biraz dik ve fazla dar merdivenlerden yukarı çıkarken, Seniha kendisini pek mesut buluyordu. Odasına girip kapıyı kapadığı zaman, “Oğlana müthiş tutkun! Artık halini hiç gizleyemiyor da!” diye mırıldandı. Fakat, al kumaştan bir örnek elbise yapmak teklifinin yüreğinde uyandırdığı acı ve fena his de geçmemişti. Bu his unutulmamıştı ve duruyordu.

Belki günlerce duracaktı.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir