Sengul Can – Sarnıc

Gözlerimi gömdüğüm yerlere gittim. Gözlerim yoktu. Evin içinde göl, gölün içinde ayna. Uzun, karanlık bir koridor. Sonunda hüzme bir ışık. Titrek ve kararsız. Kan ter içindeyim. Gözlerimi açıyorum. Koridor. Kapatıyorum. Aynı koridor. Bedenim bir soluk. Kızgın ve yakıcı. Dışarı çıkmak istiyorum. Neden böyle yoruldum, bilmiyorum. Hareketsiz yatıyorum: Evdeyiz. Annem bulaşık yıkıyor. Bense onu izliyorum. Hep izlerim. Gözlerim büyür de büyür. Bardağı yere atıyorum. Birden irkiliyor annem. Fayanslar, incecik cam. Yüzüme bakıyor. Suskun. Eline bir süpürge alıyor, camları süpürüyor. Çok sinirleniyorum. Üzerine atılıyorum bu defa: “Döv beni anne, döv beni!” Ağzımdan köpükler çıkıyor. Anneme sıçrıyor. “Anneler çocuklarını döver. Sen de beni döv. Sonra barışalım.” Annem beni dövmüyor. Yine tavan, duvar, koridor. Gözlerimi gömdüğüm yerler uzaklaşıyor sanki. Oda gittikçe pembeleşiyor. Ve ben gittikçe küçülüyo-rum. Bu kadar pembelik bir kadına fazla değil mi: Annemleyiz, yatak odasında uyuyoruz. “Öyle uyuma, anne. O tarafına dönme. Anne senin derilerin neden buruşuk? Sen neden bu kadar?..” İtiyorum sonra onu. Onunsa kolları boynumda. Düşündükçe sakinleşiyorum. Yaşlı ama gözleri güzel. Menekşe yeşili. Göl kenarı ayna oluyor bana. Saatlerce kendimi izliyorum. Ben ne varsa göle hıçkırıyorum. Baktım ki annem bana cevap veremiyor. Ben daha çok soru soruyorum: Balkondayız. Annem çamaşır asıyor. Bense göğüslerini izliyorum. İki yana sarkmış patlak su torbalan. Kadınlığım geldikçe aklıma iğreniyorum. Yıllarca bunları emdiğimi düşünüyorum. Ağzıma annemin sütü geliyor. Tükürüyorum. Sonra gidip ona tükürüyorum. Ve yoldan geçen güzel bir kadına. Annem bunu bir oyun sanıyor. Kadın kızgın. Oysa ben artık tükürüğümü tutamıyorum. İnsanları görüyorum koridorda. Işık gittikçe uzaklaşıyor. Hasta kim? Hastayı kim kaybediyor? Ya bebek. Ben mi kaybediyorum? Annesi olmayan ve hiç anne olamayan ben. Bir parça çıkıyor içimden. Hangimiz daha ölü? Karar veremiyorlar: Odadayız. ‘ Babamın fotoğrafları evin her yanında. Annemle babamı hiç yan yana görmüyorum. Babam çok genç. Annem yaşlı. Ben sorular soruyorum. Annem beni hâlâ dövmüyor. Ve dişlerini çıkartıp bir tasa koyuyor. Avurtları çöküyor. Artık kolay yalan söyleyemiyor. Kediler sarmışsa her yanı. Gitmek vakti gelmiştir. Zamanda bırakıyorum seni. İnce ve uzun. Suretin bağlıyor dilimi. Adını tekrarlıyorum sadece. O cümleyi kuramıyorum. Kime baksam seni gördüğü zamandan geçmiş. Bir daha geçsin istiyorum. Ama yavaşça uzaklaşıyor bedenler. Birden ve yavaş. “Kalp atışları azalıyor,” diyor bir ses. Başka bir ses “çocuk yaşıyor.” Galiba ben de annem gibi, kızımı terk ediyorum. Kızım gittikçe küçülüyor. Koridor gittikçe büyüyor. Babaannem babamdan yaşlı. Dişlerini tasa koyuyor. Derisi buruşuk. Göğüsleri sarkmış. “Döv beni,” diyorum. Dövmüyor. ŞIK. ŞlK. ŞlK. Çünkü koca, bir kadının Tanrısıdır. (Ramayana) Elden ayaktan düştü” diye yanıma getirdiler. Bakıp ilgilenmeliymişim. Belki de atmak istediler başlarından. Şık. Şık. Şık. Adsız, kimliksiz kalmak… Ne çok isterdim. Lanet olsun. Oysa izimi kaybettirene kadar ne çok uğraşmıştım. Böyle olacağını bilseydim. “Ölsem de kurtulsam senden, evet evet, en iyisi yok olmak. Hayır, hiç değilse ben yaşamalıyım. ” Gerçekten dayanamıyorum. Hele ki bu yatalak haline. Aldığım nefes kalbimi sıkıştırıyor. Sonra bir titreme zangır zangır. Şık. Şık. Şık. Birkaç kaşık çorba, biraz ekmek. Halsizdi bugün, pek bir şey yemedi. Sonra birden burnumun direklerinde, evin her yerinde bir koku. Gözlerim kocaman. Altını kirletmişti. Hizmetçi kadın da yoktu, ben değiştirdim. Küçücüktü gövdesi. Tek elimle bacaklannı kaldırıp bezini aldım. Tiksinti. Parmaklarımın ucuyla tutup bir köşeye attım. Mahcup, üzgün gözlerime baktığını hissettim. Başımı daha da öne eğdim. Uyandı. Yüzü gözü salya. Silerken göz göze geldik. Gözlerine bakmak zor geldi. Pişmanlık belirtisi arar gibi. Kendime engel olamadım. Şık. Şık. “Geberemedin gitti. ” Öleceği günü sabırsızlıkla bekliyorum, artık bunu daha iyi anladım. Bu kadar nefrete rağmen yine de başka kötü söz söylemedim. “Geber,” dedim sadece, mesela hakaret etmedim, küfür de. Korkuyorsun. Bu yatalak hastadan mı? O yatalağın teki be, bense dişli bir avukat. Şık. Şık. Akşama doğru bir kez daha yemek verdim. Kaşığı eliyle itti. “Yemezsen yeme, çok da meraklıydım. ” Güvenmiyor bana, belki de yemeğine ilaç kattığımı düşünüyor. “Yokyok, zehirlemem seni, birdenbire ölme. ” “Bu akşam yemek yok sana, aç kal da aklın başına gelsin. ” Şık. Şık. Çayımı elime alıp karşısındaki koltuğa kuruldum. Çayı şekersiz içerim aslında. Ama bu defa şeker atıp uzun uzun karıştırdım. Şık. Şık. Çayı çok sever. Kaşık sesleri. Gözlerini dikti. Kel kafasını seslerden yana çevirdi, kepçe kulakları sallandı. Buna dayanamaz bilirim. Kimi zaman da boş bardağı alıp çay karıştırıyormuş gibi yaparım. Çay içip ona vermediğimi düşünür, deli olur. Bekler biraz. Zaman onun için hayal kırıklığı. Bense sessizce seyrederim. Bakışları ve belli belirsiz çıkardığı sesler de yetmezse dikkatimi çekmeye. Böcek gibi kıvranmaya başlar karşımda. Çay için mi bütün bunlar, çay, çay. “Ölümüne en çok ben sevinirim herhalde, neden kendini öldürmedin anlamıyorum, korkuyor musun ölmekten?” Hizmetçi kadın geç geldi bugün, bağırdım: “Böyle çalışacaksan hiç gelme, defol, defol! ” Aslında onu kovmak için bahane arıyorum. Bu yatalak herifi getirdikleri gün, o içeri almış. Bakarmışım. Ne de olsa babammış. “Bana baksana sen, bak bana, ben babamı hiç böyle hatırlamıyorum. ” Hizmetçi kadın karşıma geçti, dudaklarını büzdü, sinsi bir gülümseme yayıldı yüzüne. Göz ucuyla babama baktı. Arkasını döndü, bir iki adım attı. Gözüm karardı sanki. Kalmakla gitmek arasında. Şimdi yapmazsan hiçbir zaman, hiçbir zaman. Sen, sinsi gülüşün sahibi. Hızla kapıya yöneldim. Kadını saçlarında tutup kapıya yapıştırdım. Bir çığlık. Ben de bağırdım. Kırılan tabaklar, yere dökülen yemekler, çatal kaşık sesleri, Şık. Şık. Şangır, pat, küt. Devrilen masa. Pis korkak. Hemen divanın altına saklandım. Küçücük bir ışık geliyordu yerden. Suratımı yere yapıştırdım. Oradan olanları izledim. Küçücük ışık, küçücük beden, nereden geldi bu kan damlaları, annem yerde yatarken, bu ıslaklık, kalbim sessiz ol. Sus, sus, ya beni de öldürürse! “Yapma, çocukları düşün. ” “Piçini de istemiyorum, seni de. ” Sadece üşüyordum, titriyordum. Çıplak ayaklar, divanın demirleri, metal çay kaşıkları, masanın demir ayakları, sandalyenin demir iskeleti, demir saksı, demirden bir ayna, demirden bir yatak, gökyüzünün demirden rengi. Ve annemin korkusu yayılmıştı ortalığa. Aileme karşı nefretim ilk o gün başladı. Hepsini yok edip öldürme planlarım. “Anneni böyle hatırlama, kalk bize gidelim. ” O da nesi, annesi hiç örtpas edilir miymiş insanın? Şeker yemedim, oyuncaklarımla oynamadım, attım kırdım hepsini, elbise aldılar giyinmedim. Hiçbir şey avutamadı beni. Annem üç aylık hamileymiş. Ne güzeldi, sevindim. Bir kardeşim daha olacaktı. Peki, toprak hiç çocuk doğurur muydu? Tabii ya, topraktan geldik derdi babaannem. Piç. Piç. İkinci defa duydum bu sözü. Annemin babası ile tanışmam. “Ailemize layık bir evlilik yapmadı, kızımı da affetmedim, piçini de istemem. ” Anladım ki piç kötü bir şey. Ben kimseye “piç” demedim. Hâkim amca, verme beni babama. Tek yatak da olsa kalacak yer bul bana. Çocuk değilim, anlıyorum, büyüdüm ben. Hem de o gece. Annemin üzerine yürüdü. Gözlerini ayırdı: “O sokak ortasında konuştuğun kimdi, çalışma istemiyorum, neredeydin bu saate kadar, kimleydin?”Gırtlağına yapıştı, ağzını kapatıp duvara yasladı. Şık. Şık. Kaşık sesi. Mahallede bir abla vardı. Kimi akşamlar, evine çaya giderdim. Laflardık öyle. “Hem üniversiteyi şehir dışında kazanırsan buradan kurtulursun, uzaklara gidip orada okursun. Devlette yardım ediyor öğrencilere. ” Gitmek. “Gitmek” ne güzel bir kelime, yok olmak. Çalışmak, okumak, yemek yemek, yazı yazmak, tuvalete gitmek, kusmak, hepsi birdi. Aynı kelimeye çıkıyordu. Gitmek. Sabahlamak, yatağın içinde gizlice ders çalışmak, su içmek. O küçücük kâğıt parçası, o küçük. Onunla başladı yolculuğum. Sınav sonuç belgesi. “İki gün sonra dayanamayıp gelirsin, annesine çekmiş burnunun dikine giden, gitsin, nasıl olsa dönüp dolaşıp geleceği yer burasıdır, bu ev, kürkçü dükkânın. ” Evim yoktu benim. Sırt çantam vardı sadece. Eşofman, diş fırçası, birkaç kitap. Burs, birkaç geçici iş, kaldığım öğrenci yurdu. Demir ranzalarda sessizliğin sesini dinlemek. En çok da bayramlarda, yaz tatillerinde. “Annan baban yok mu senin? ” “Bu yaz da mı buradasın? ” “Ne soğuk kız. ” “Annesi babası ölmüş, trafik kazasıymış. ” “Annesi kansermiş, babası yatalak. ” “Babası kumar borcu yüzünden intihar etmiş, annesi kötü yola düşmüş. ” Hayatta bazen eksik yanlarını kapatmak için çok çalışmak gerek. Çalıştım. Temizlikçi kadının arkasından dışarı çıktım. Güçlükle yürüyordum. Ellerim titriyordu, üşüyordum. Karşı kaldırıma geçtim. O eve bir daha dönmek istemiyordum. Bir cenaze arabası geçti yanımdan. Bizim evden çıktığını hayal ettim! Buluşma L/eniz kenarında bir lokantadayız. Görüşmeyeli uzun zaman oldu. İnternetten birkaç fotoğraf. Hepsi bu. Seni buraya çağırmakla iyi mi ettim? Galiba bundan hiçbir zaman emin olamayacağım. Karşımda oturuyorsun. Tanıdık bir heyecan bendeki. Eski bir dostu izler gibi. Sanki bu kadar ayrı kalmamışız gibi. Geceleri uyanıp bana sarılan kız çocuğusun hâlâ. Öyle bir heyecan. Ama yine de aylardır kendime bu kadar özenmemiştim. Gülümsüyorsun karşımda. Bense yüzünde bir yerlerde geçmişi arıyorum. Her şeyin bu kadar hızla geride kaldığına inanmamış gibi. Gözlerinin içine içine bakıyorum, gözbebeklerindeki öyküyü yakalamak istermiş gibi. Bir kadın görüyorum. Üzerinde tek dal gecelik: Ölüm var mı, yok mu? Cenabı Allah bir avuç toprak vere. Doktor, kızıma iyi bak. Bir şey söyleme. Hepiniz yalansınız. Hani iyileşecektim. Şişiyorum günden güne. Sigara. Ameliyat. Alkol yasak. Ben içki içmem doktor. Bırakamam doktor. Hep içtim ben bunu. On yaşımdan beri. Kimsem yok benim. Hiç kimsem. Hâlâ anlamadın mı doktor? Ben canımı alıp gitmek istiyorum. Bu çabanız niye? Kızıma bir şey söylemeyin. Bakın, ben ezberledim telefonda nasıl konuşacağımı. “İyiyim kızım, azaldı ağrılarım, sen nasılsın, paran bitti mi, herkesin selamı var, sen de selam söyle arkadaşlarına, iyiyim kızım, azaldı ağrılarım, sen nasılsın…” Ses kaydı gibi işte. Beni burada nasıl buldunuz? Çok uzak burası. Hadi, hemşire görmeden sigara içelim. Elmas kızım, tatlı yavrum. “Sen üzülme” diye katlanıyorum. Bu dünyaya bile. Ama artık gücüm kalmadı. Oku kızım, kimseye muhtaç olma. Doktor, kızımın yanında ol. Söyle, üzmesinler onu. Ele güne muhtaç olmasın. Hâlâ sigara. Çünkü gücüm var biraz daha. Ellerini sıkıyorum. Ellerin sıcak. Bu defa gözlerinin içine “yeniden karşılaştık” der gibi bakıyorum. Sessizlik. Önce. Sonra. Doktora günlerinden bahsediyoruz. Yeni erkek arkadaşından. “Yabancı” diyorsun, aynı dili konuşsak da anlaşamıyoruz. Garson geliyor. Çocukluğumdaki gibi önce senin siparişlerini veriyorum. “Birer kadeh şarap da içer miyiz?” Cevabı beklemeden “İçeriz,” diyorum. Yine sessizlik. İlk defa bu kadar çok susuyormuşum gibi. Derin bir nefes. Kızgın gidişin gözlerimin önünde. Ama gülümsemeye çalışıyorum. Her sessizliğinde acaba diyorum içimden. Geçmiş hesaplar… Bakıyorum. Eski defterleri karıştırmaya gelmiş gibi bir halin var mı? Anlamaya çalışıyorum. Emin olamıyorum. Sandalyemde tedirgin: Elim ayağım kesik. Dünyayı boşuna çiğnemişim. Bu evde çakıldım kaldım. Bu yatağa. Tavan. Duvar. Duvar. Tavan. Balkon. Balkon nadir. Bir baston aldım elime. Ne kadar taşır beni bilmiyorum. Kendimi taşıyamıyorum. Altımı bezliyorlar. Bebek gibi. Çok utanıyorum. Canım yemek istemiyor. Mama. Serum. Serum. Mama. Ben bebek değilim ki. Kızım var benim. Bir tek o. Ama olsun. Yine de altımı kendim değiştirmek istiyorum. Bunu hak etmiyor muyum? Allah’ım güç ver ki kalkayım. Yeşil bahçe içinde hep insanlar var. Görmüyor musunuz yeşil bahçeyi? Uykumda ağlamıyorum. Gerçek ya bunlar. Kızım öldü. “Neden ağlıyorsun?” “Kızın ölse ağlamaz mısın? Kızım öldü.” “İyiyim kızım, azaldı ağrılarım, sen nasılsın, paran bitti mi, herkesin selamı var, sen de selam söyle arkadaşlarına, iyiyim kızım, azaldı ağrılarım, sen nasılsın…” Konuşacak bir konu bulmanın rahatlığıyla: “Ben evlendim,” diyorum, “o da öğretmen.” “Öğretmen olduğunu bilmiyordum,” diyorsun. Yemekler ve şarap geliyor. Ufaktan başlıyoruz. Gözlerimi senden kaçırmak istiyorum. Anlıyorsun. Sohbete bir yerden girmek. Bir ara: “Annenler nasıl?’ diyorsun. Sonra “kardeşin?” Öyle havadan sudan muhabbete başlamak geçiyor içimden. Asıl konuya ne zaman geleceğiz. Annene. Annenin son günlerine. Bir yudum şarapla boğazımı ıslatıyorum: “İyiler,” diyorum. Kardeşim bir şirkette işe girdi. Yurtdışına gidip geliyor sık sık. Annem aynı. Biraz kilo aldı. Hepsi bu. Babamla bahçede oyalanıyorlar. “Onları görmeyeli çok oldu,” diyorsun. Senin yiyeceğini yemiyorum, sürme bana elini istemiyorum. Burası benim evim. Evine git. Evine git. Burayı nasıl buldunuz? Oğlum beni sevmiyor. Sevsin. Camide hoca demiyor mu? Ana babanızı sevin diye. Halam mı gelmiş? Sen halam değilsin ki. Babamın nesi olursun sen? “İyiyim kızım, azaldı ağrılarım, sen nasılsın, paran bitti mi, herkesin selamı var, sen de selam söyle arkadaşlarına, iyiyim kızım, azaldı ağrılarım, sen nasılsın…” Bir an da olsa. Kalkıp gitmek geliyor içimden. Hâlâ vakit var. Öğlen arasında yemeğe çıkmışım gibi kalkıp gitmek mesela. Yüzündeki tedirgin gülümseme. Orada duruyor. İşte yeniden karşılaştı gözlerimiz. Seni buraya çeken yarım kalmış bir hesap mı? Cevap verememekten korkuyorum. Önümüzde geçmişin değişmezliği. Amansızlığı. Hangi yanım ortaya çıkacak. Yeterince üzülememek-ten mi korkuyorum? Sen de korkuyor musun, benim gibi? Duyacaklarının uykularını kaçırmamasından… Öyle her gece uyuyabil-mekten. “Daha vakit var” dercesine gökyüzüne bakıyorum. Sürekli bir şeyler söylemeyi istemek. Ama ağzımı bıçak açmıyor. Sus pus oluyorum. Asıl konuya geçemiyoruz. Israrcı değilim. En azından öyle bakıyorum. Önündeki yemekle oyalanıyorsun. Makarna. Ama yemiyorsun. Bense, biraz daha şarap. Boş kaldıkça saçlarınla oynu-yorsun. Bense gözlerinin etrafındaki kırışıklıklara şaşırarak seni izliyorum. Yaşadıklarının sureti. Sonrasındaydın. Öncelerin sonrası. Birdenbire bana dönüp: “Makama lezzetli,” diyorsun. “Yemekleri güzeldir,” diyorum. “Burası yeni galiba?” diyorsun. “Evet,’ diyorum, sen gittikten sonra açıldı.” Onaylamış gibi sessiz kalıyorsun. Bazen bakışlarında bu dünyaya yeniden gelmiş gibi bir hal arıyorum ve bulduğumu zannediyorum. Bir de konuştukça açılacağız zannediyorum. Rahatlayacağım. Ama olmuyor. Bu arada masalar tek tek doluyor. Toplu rezervasyon, iş yemekleri. Belleğinin derinine gitmek ister gibi bakıyorum gözlerine. Kim bilir orada neler var: “Denizi seviyorum,” diyorum. “Bu manzarayı.” “O akşamı hatırladım,” diyorsun. Hangi akşamı? Annenin yatağında uyuduğun o akşamı mı? Bunca zaman susmuştuk. Daha da susabilirdik aslında. Susmak, hayata tutunmaktı bir yanıyla. Devam edebilmek için zorunluluk. Belki. Dilsiz harfler. Devam etmeni bekliyorum. Etmiyorsun. Önündeki yemek iyice soğumuş. Bir sigara yakıyorsun. Gözlerim parlıyor. Ama sevinçten değil. Hani sana da olur. O ânı yeniden yaşamışsın gibi. Öyle hissediyorum. Tam da öyle. Bakıyorum tekrar, sen de annen gibi içiyorsun. Dudakların yanasıya. Ben de bir sigara yakıyorum. Dumanını karşıya üflüyorum. Denize. Hangimiz konuya girmek için daha önce davranacak? O geceye gitmek. Ölüm ânı. Başka çaresi yok gibi duruyor. İstemeyerek de olsa soruyorum: “Hangi akşamı hatırladın?”

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir