Sven Hassel – SS Generali

Almanya, memleketin tüm güçlerini ortak refah yararına bir araya getirmesini bilen bir önder bulmak şansına sahip olmuştur. Daily Mail, Londra, 10-7-1933 3 Haziran 1934 Cumartesi, Berlin’in yıllardan beri gördüğü en sıcak günlerinden biri oldu. Tarih de o günü, en kanlı günlerinden biri olarak kaydetti. Güneşin doğuşundan çok önce kent, birliklerin aşılması olanaksız kordonuyla kuşatıldı; tüm girişler general Göring ve SS Reichsführer Himmler’in adamları tarafından tutulmuştu. Sabahın saat 5’inde, ön camında «SA Brigadenstandarte» yazısı bulunan büyük bir siyah Mercedes, Lübeck-Berlin yolunda durduruldu. İçinden Tuğgenerali çıkardılar ve bir polis arabasına attılar; şoförü SA Truppenführer Horst Ackermann’a gelince, oradan hemen kaybolmasını istediler, hem daha da hızlı sürerek! Adam, kelle götürür gibi Lübeck’e döndü, polis şefine raporunu verdi. Şef, önce inanmak istemedi; alnı terler içinde, bürosunu arşınlıyordu, sonra en eski dostu, cinayet masası şefini aramaktan başka çare bulamadı. İkisi de eski Nasyonal Sosyalist hücum birliklerindendiler, fakat geçen yıl, III. Reich’ m tüm polis subayları gibi, SS’lere verilmişler, orada görevlendirilmişlerdi. «Ne diyorsun?» Telefonda sessizlik oldu. Polis şefi yeni bir yaklaşım denedi. «Grünert! Bir yanlışlık olmalı! Ne olursa olsun, S A subaylarının en ünlülerinden birine el kaldırmaya kalkışılamaz!» «Öyle mi sanıyorsun?» diye müstehzi bir kıkırdama duyuldu telefonda. «Bundan daha da fazlası olabilir! Telefonu bir bırak da yola bir bak hele. Arka kapının anahtarı sende mi? Umarım ki bunu kimse bilmiyordur? Ben bu günü ta ne zamandan görüyor ve kendimi buna hazırlıyordum; ipüçlarım vardı. Eicke şu sıralarda hayli didinip duruyor, işte Borgemoor kampı boşaltıldı, fakat bu boş kalacak demek değil tabiî.


Oraya sahip çıkanlar, Eicke’nin SS’leri oldu, katilleri de hazır.» Tuğgeneral Paul Hatzke, Adolf Hitler’in Muhafız Birliği kışlası olan, eski Gross Lichterfeld Harp Okulumda hücreye konuldu. Bir kiremit yığının üzerine oturmuş, siyah süvari çizmeleri ayağında, bacaklarını öne uzatmış, rahat rahat sigarasını içiyordu. 50.000 kişilik SA Polisi Başkomutanı ve Majesteleri İmparatorun Muhafız Birliği’nden eski yüzbaşı. Tuğgeneral Paul Hatzke’nin korkması için hiçbir neden yoktu. Hiçbir şeyden kuşkulanmıyordu. Gürültü işitiliyordu, hepsi o kadar. Durmadan kapılar çarpılıyordu; bazan da bir çığlık. Kendisini hücresine götüren SS’ler, «isyan» sözcüğünü mırıldanıyordu. «SA’lar isyandaymış! Benim haberim olmadan!» diye bağırmıştı general. «Saçma bir yanlışlık bu!» «Kuşkusuz,» diye doğruluyorlardı SS’ler, “yatıştırırcasma. «Kuşkusuz, hepsi de bir yanlışlıktan ibarettir, saçma bir yanlışlık…» General, demir kafes geçirilmiş pencereye doğru gözlerini kaldırdı ve dördüncü sigara paketini açtı. «İsyan ha!» Gülüyordu buna. SA’ların bunun için silâhlan bile yoktu.

Bu konuda iyi bilgisi vardı. SA’ lar 33 ihtilalini onaylamamışlarsa, nedeni vardı. İki milyon SA’ya verilen söz tutulmamıştı; hatta, içlerinden % 90 nıriın tüm isteği olan, kendilerine bir iş sağlanması sözü bile yerine getirilmemişti. Bir süre on- lan polise yardımcı yapmışlardı, çok düşük bir ücretle; öyle ki, aldıklan, Weimar Cumhuriyeti zamanındaki işsizlik ödentisinin altındaydı. Hemen hemen hepsi ayağa kalkmışlardı. Hoşnutsuzdular, orası kesin, fakat Führer’e karşı ayaklanma, asla! SA’lar, başkaldırsalar, işçilerin 1 numaralı düşmanı olan eski Reich ordusuna karşı olurdu bu eylem. Kulak kabarttı. Bir yayhm ateşi değil miydi? Bir kamyonun motoru alabildiğine hırlıyordu; ekzos borusu da patırdayıp durmaktaydı. Hayret! Gene de bir silâh sesi duyar gibi oluyordu. Fakat, yaz mevsiminin şu güzel cumartesi gününde, Berlin’in göbeğinde bu yaylım ateşleri de ne? Millet pazar tatiline çıkıyordu. Elleri nemleniyordu. Gene iki el ateş… Evet, silâh sesleri. Kamyonun motoru hep hırlayıp duruyordu. Acaba öteki gürültüyü boğmak için mi? Titremeyebaşladı. Ne yapıyordu peki bu Himmler’in çetesi? Ne de olsa, basit bir şüphe üzerine adamlar kurşunlanmıyordur! Bu, belki şu vahşi Güney Amerikanlarda olabilir, fakat Ruslarda bile olmaz.

Kendi üzerinde iyi bir etki bırakmışlardı bu Ruslar; 1925-1928 yıllan arası, bir yedeksubaylık stajı yaptığı sırada, Moskova’ da bulunmuştu. Rüs subaylan kusursuzdu, öğretmenler de öyle,- sokak savaşlanndan iyi anlıyorlardı, Al ­ manlar da onlara çok şey borçluydu. Gene bir yayhm ateşi! Acaba bir eğitim mi, yoksa anlattıklarında gerçekten de doğru bir şey mi var?’ Yok, bunu yapanlar ancak deliler olabilir. Zaten sayılan da fazlasıyla artmıştı, aralarına Çelik Miğferlileri de kanştırmışlardı, başlannda Prensleriyle, Şimdi bu soylu hayvan soyuyla ne yapmalıydı? Kamyonun motoru iyiden iyiye hırlıyordu. Korkudan dehşete düşerek, bir eğitimin söz konusu olmadığının farkına vardı; iş de ciddileşlyordu. Bir manga saatlerdir ateş ediyordu. Bu SS sürüsünün arkasında hangi şeytan vardı? Örneğin, şu ufak tefek kitaplık memuru Himmler son derece tehlikeli bir adamdı; kasügan, osuruğu cinlinin tekiydi, ayrıca,. homoseksüel olduğu da söyleniyordu. Führer, bu hastalıklı ve her şeyden nem kapan kıçtan bacak, adam ufağı Himmlerle ne yapıyordu ki? Hücrenin kapısında bir çizme şakırtısı oldu. Kilit gıcırdadı. Kapının aralığında, bir SS Untersturmführer ile çelik miğferleri parlayan dört SS askeri gözüktü; hepsi de Eick’m kahverengi tümenindendiler; bu, ne kara gömlek giyen ve ne de yakalarında SS harfleri bulunan tek SS Tümeniydi. «Hele nihayet!» diye homurdandı Paul Hatzke öfkeli. «Cezasız kalmayacaksınız. Hele durun ben bir general Röhm ile konuşayım, pişman olacaksınız!» Hiçbir yanıt almadı, üstelik kendisini hoyratça hücreden çıkardılar; dört adam çevresini aldı, ve ya-, mnda, mahmuzları sakırdayarak giden SS’li küçük timin komutanı Untersturmführer ancak yirmi yaşlarmdaydi; çocuk yüz hatları, kaskının altından taşan altın sarısı saçlar ve unutmabeni çiçeği gibi gözler. Canını acıtan, tüm bir çene kayışının, sıkıca geçirilmesiyle beliren melek bir yüz.

Gözlerden fışkıran bir nefret. Fakat SS’lerde hep böyleydi. Kuralı sistematik biçimde uygulayan robotlar. Güneş, kışlanın kirli binalarını ışığa boğuyordu ve onlar, sekiz yaşındaki çocukların eğitim yaptıklarını görmüş, bu yıpranıp sivrileşmiş taşlı döşeme üzerinde yürüyorlardı. Bu kışlada, imparatorluk orduları için yıllar yılı namlulara yem hazırlanmıştı; bu yemler askerî devlet için doğmuş çocuklardı, Almanya’ mn en büyük adlarını taşıyorlardı. Reich’m bütün evlerinde, miğferli, güzel üniformalarıyla, Fransız siperlerinde kendilerini bekleyen ölüme doğru yürüyen on altı on yedi yaşındaki çocukların silik fotoğrafları görülürdü. Prusyalı iyi ailelerdeki kural gereğince, ölmeyi öğrenmişlerdi ve belki de ölüm, Gross Lichterfeld’in taş döşemeli avlularında, sekiz yıllık insanlıktan uzak eğitim sonunda bir cennet olarak gösterilmişti. Kışlanın tavlalarının önünden geçtiler; içerisi, SS Muhafız Birliğine ve ölüm mangalarına bağlı, tepeden tırnağa silahlı askerle kaymyordu. Şimdi motor gürültüsü çok belirgin olarak geliyordu. Tuğgeneral durdu. «Peki, amacınız ne? Beni nereye götürüyorsunuz?»’ dedi asabiyetle. «Sizi, SS Standartenführer Eicke’ye götürmek için emir aldım,» dedi astsubay sırıtarak. «Mesele çıkarmayın, bir işe yaramaz.» General, rahatlayıp, gülümsedi. Kuşkusuz M, hüküm vermeden kurşuna dizmeyeceklerdi, böyle şeyler olmuyordu Almanya’da.

Burada düzen egemendi, o sağlam Prusya düzeni; aslında, bu düzen sayesinde iktidarı almışlardı. Führer, eski savaşçılara bunu bizzat söylemişti: «Şimdi, artık demokratik karışıklık ve düzensizlikler bitti. Bundan böyle Almanya’da düzen egemen oluyor ve bu düzeni sabote etmeye kalkışacaklar yokolacaktır.» Tavlaları geçtiler ve yüksek duvarlarla çevrili küçük bir avluya girdiler. Burası eskiden, disiplin hapsi verilen Harp Okulu öğrencilerinin avlusuydu. Kamyon oradaydı, kocaman bir dizel Krupp. Direksiyonda, kahverengi üniformalı bir SS bulunuyordu, yeni gelenlerin yaklaşışlarmı seyrederek, umursamadan sigarasını tüttürmekteydi. Avlunun ortasında, siyah veya kahverengi üniformalı bir grup subay duruyordu. Keza, avlunun en uç yerlerinden birinde, on iki kişilik bir manga sıralanmıştı, birinci sıra diz çökmüş ve tüfekler dikine tutulmuş, arkadaki sıra ayakta, silâh ayak hizasında, hazır. Tavlalar tarafında, nöbeti devralmaya hazır, başka iki manga beklemekteydi. Yirmi infaz, sonra nöbet değiştirme. General Paul Hatzke talimnameyi ezberden bilirdi. Yerde, sırtında SA’lann altın parıltılı esmer üniformasıyla bir adam yatıyordu, yüzü, kanla kırmızıya boyanmış toprağa dönüktü. Omzunda, altın yaldızlı bir Obergruppenführer apoleti parlıyor ve general rütbesinin kırmızı devrik yüzlerinden biri gözüküyordu. Paul Hatzke, birden, omurgasından aşağı soğuk bir ter boşandığını hissetti; benzi uçtu ve sıcağa rağmen soğuktan titremeye başladı.

Bir SS Hauptsturmführer, elinde bir kağıt tonlarıyla, küçük gruba gözü ilişti, bağırdı: «İsim?» «SA Brigadeführer Paul Egon Hatzke.» Adam başım salladı ve kâğıdının üzerinde ismini işaretledi. İki SS, toprakta yatan cesedi kamyona tıkıyorlardı. «İlerleyin!» diye homurdandı Hauptsturmführer. «Duvara dayanın, oraya, haydi çabuk!» «Fakat ben Standartenführer Eicke’yi görmek istiyorum!» diye haykırdı general. O ana kadar inanmamıştı bunun olacağına. Birisi tabancayı beline dayadı: «Yeter artık saçmalıklar, bir işe yaramaz. Emirlere itaat ediniz.» General çevresine umutsuz bir göz attı. ŞS markaları vurulmuş çelik kasklar altında, acımasız, tas kesilmiş yüzler. İleride duvardan kan damlıyor ve ince bir kan şeridi, tavlaların yanındaki kanalizasyon borusuna doğru akıyordu. «Git, dur orada, hain soyu!» diye bağırdı Haupts – turmführer kağıt tomarını sallayarak, «yoksa şurada gebertirler.» General, yüzüne vurulduğunu hissetti; uzun bir sıyrık yanağım çizgiledi, oradan sızan kan altın apoletine doğru yürüdü. Bunun bir son olduğunu anladı, sosyalist ve âdil bir devlet düşü sona ermekteydi. Anladı ki, SS’ler, Heydrich ve Göring üstün gelmişlerdi, kollarını çaprazlayıp, gayet sakin, kanh duvarın önü- , ne dikildi.

Kamyonun motoru yemden hırlamaya başladı. General, gözlerini SS tüfeklerinin namlu ağızlarına dikmişti; ne korkulu, ne de kinli. O, hayal ettiği sos- yalist devletin bir kahramanı, bir kurbanıydı. Paul Hatzke, tüfekler patlarken, tüm gücüyle bağırdı: «Yaşasın Almanya, yaşasın Adolf Hitler!» Daha sonraki subay sırasını bekliyordu. Kasaplık, bütün gün hatta bütün gece sürdü. «Kimlikleri belli olur olmaz öldürün onları! Ne kadar çabuk olursa o kadar iyi!» diye bağırmıştı Eicke, kendisine, eski silah arkadaşlarının onu görmek istediğini söylediklerinde. Bu öldürme çılgınlığı, tüm Almanya’yı bir hafta kasıp kavurdu ve 30 haziran kıyımları, Himmler’in, Heydrich’in ve Eicke’nin yükselmelerine büyük çapta yardım etti. Himmler, tanınmamış bir eski bürokrat, bir tavuskuşu gibi kasılgan; Heydrich, rütbesi sökülmüş deniz subayı; Théodore Eicke, Alsaslı meyhaneci. On beş gün sonra, infaz mangası askerleri ile dördü dışında tüm subaylar SS’lerden kovuldular. Toplam 8000 kişi. Bunlardan, daha yıl sonundan evvel, 3500’ü çeşitli bahanelerle idam edildi; bu, Eicke’nin fikriydi, Göring’in çok takdirini aldı. Hayatta kalanlar da Borgemoor kampında çürümeye gönderildi. Fakat, Propaganda bakanı Göbbels, bu adamların SA’ların ayaklanmaları sırasında döğüşerek öldüklerini bildirdi ve Rudolf Hess onları, dava şehidleri olarak ululadı. Führer, kıyım planlarım en baştan biliyordu tabiî. Ancak o, yaz günü daha hoş bir çevreye çekilmeyi yeğlemişti, idamlar sürerken, o da Essen’de Gauleiter Cerboven’in düğününde keyfine bakıyordu.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir