Toni Morrison – Sula

Ellilerde ben öğrenciyken, siyasete duyarlı bir yazar olarak anılmak öylesine utandırıcı bir şeydi, yarahcılığını toplumsal konuların hizmetine yöneltmekle eleştirilmek korkusu o kadar fazlaydı ki ben de merak ettim: Bu korku niye? Bir yazarın öykü ve romanlarında siyasal bilincini yansıtmakla suçlamaktan bu kadar korkmasının kökeninde ne var, yazar bu korkuyu hafifletmek için ne gibi çarelere başvuruyor? Edebiyatta siyasal zeka ve siyasal bilinç sergilemenin neresi kötüdür? Siyasal öykü ve romanın sanat olmadığı yargısı sağduyumuzla uyuşan bir düşüncedir; bu tür yapıtların herhangi estetik bir değere sahip olma olasılıkları zayıftır çünkü siyaset -her türlü siyaset- günceldir, o yüzden de siyasetin varlığı ürünü lekeler. Chaucer ya da Dante ya da Catullus ya da Sofokles ya da Shakespeare ya da Dickens zamanında olmayan bu sağduyulu görüş, 1969′ da hala geçerliydi ve siyahi yazarların omuzlarında gereğinden ağır bir yük oluşturuyordu. Yazarlar ister siyasetin hiçbir türlüsüne ilgi duymuyor olsunlar ister siyasete eğilimli, farkında ve kavgacı olsunlar, kendi9 lerinin ya da öykü ve romanlarındaki kişilerinin ırkları olgusu onların değerlerini “yalnızca siyasal” bir çözümlemeye yazgılı hale getiriyordu. Phillis Wheatley, “Gökyüzü mavidir,” dediyse, en önemli soru siyahi bir kadın için bunun ne anlamı olabileceği sorusuydu. Jean Toomer, “Demir sıcaktır,” diye yazdıysa, kölelik zincirlerini ne oranda isabetli ya da yanlış bir şekilde dile getirdiği konuşuluyordu. Bu yükü yalnızca eleştirmenler değil okurlar da omuzlarında hissediyorlardı. Hangi ırktan olursa olsun bir okur siyahi bir yazarın yapıhna yaklaşırken kendini nasıl konumlandırmalıydı? Okurun yapıta yaklaşımı acaba okurla ilgili nelerin ortaya çıkmasına yol açacak kaygısı olmayacak mıydı hep? 1970′ de Sula’yı yazmaya oturduğum zaman ilk kitabım En Mavi Göz üzerine hem siyahi hem beyaz eleştirmenlerce yazılmış yorumları okumak gibi moral bozucu bir deneyimim oldu. Eleştirmenlerin, ikisi dışında hiçbiri, savunuculuğunu yaptıkları “kahksız estetik” ölçütünü göz ardı ettikleri için övgüyü hak etmiyordu. Roman iyiyse belli tür bir siyasete uygun olduğu için iyiydi, kötüyse o siyasete sadık kalmadığı için kötüydü. “Siyahiler böyle midir, değil midir?” üzerinden yargıya varılıyordu. Bu zaman aşımına uğramış iltifah kabul etmedim, bu tür görüşleri sığ bulup bir kenara ittim, ben yine anlahma mekan olarak gerçekten var olan ve bu gerçeğin lekesini taşıyan bir yeri seçtim. Yazdığım şeyle ilgilenecekler arasında, yapıta herhangi bir şekilde daha geniş bir açıdan yaklaşacak kişilerin sayısı az olacakhr, diye düşündüm – ilk kitabı sahn alan ve zaten çok küçük bir yüzde oluşturan bin beş yüz kişinin çok daha azı. Ama yazma işi kişisel olarak benim için o kadar önemliydi ki ciddiye alınma umudum çok zayıf olsa da, sırf bu yüzden yazmaktan vazgeçemezdim. Okunacak bir yazar olarak değil çözülmesi gereken bir sorun olarak görülmenin nasıl bir duygu olduğunu 10 şimdi hayal etmeniz bile güç. J ames Baldwin, Ralph Ellison, Richard Wright, Zora Neale Hurston – hepsinden “zenci” bir yazar olma sorununu konu alan birer deneme yazmaları istendi. Bunun ne siyahilere ne de beyazlara bir şey kazandırmayacağını biliyordum -siyasal açıdan temsil özelliğine sahip bir tuval peşinde olanlar için sahicilikten uzak, hatta sorumsuzca bir durumda; bir romanın değerini romandaki kişilerin ne oranda “ahlaksal” olduğuna bakarak değerlendirenler tarafından marjineştirilmiş olan bu durumda- tek seçeneğim duyarlılığıma sadık kalmakh. Dahası kendi ilgilendiğim şeyleri, kendi soru ve sorunlarımı araşhrmakh. Kendi duyarlılığım son derece siyasal, estetik düzeyi son derece yüksek bir duyarlılık olduğuna göre bu benim yazdığım yapıtta açıkça kendini gösterecekti. “Sorunu” estetik bir sorun olarak görüyor, farklı bir sorun olarak görmeyi ve açıklamayı reddediyordum. Başka sorunlar çok daha önemliydi. Erkeklerin dolayımından çıktığında kadınlar arası dostluk nedir? Siyahi kadınlar için kendi topluluklarının onayı dışında ne gibi başka seçenekler vardır? Kesinlikle bireyci ama öte yandan ırksal açıdan tekbiçim, toplumsal açıdan durağan olan bir toplulukta bireyciliğin tehlikeleri nelerdir? Kadın özgürlüğü denince cinsel özgürlük gelir akla, hele kadın özgürlüğüne özellikle ekonomik özgürlük prizmasından bakılınca böyledir bu. Öyküye Hanna Peace’in cinsel özgürlüğüyle giriş yaptım, bölge kadınlarının belli bir kadın tipine nasıl -kıskançlıkla karışık neşeli bir hayran-lıkla- bakhkları konusundaki anı parçalarını ekleştirerek oluşturdum onu. Onun hayli alçakgönüllü olan kişisel özgürlük hakkı iddialarının karşısına göreneksel ve anarşik olanlarını yerleştirdim. Ekonomik özgürlük karşılığında bedeninden fedakarlık eden Eva; evliliğin koruyuculuk vaadiyle uzlaşan Nel; hem fedakarlığa hem de uzlaşmaya direnen Sula. 11 Hanna’nın talepleri yaşadığı mahallede kabul edilebilir taleplerdir çünkü taleplerinin maddi bir yanı yoktur ve hiç kimse için bir tehdit oluşturmamaktadır; aile kaynaklarına zarar verici bir etkisi yoktur. Çünkü hem parası hem de otoritesi olan bir başka kadına, Eva’ya bağımlı olmak dışında hiç kimseyle rekabet etmez. Sula, Eva gibi çok korkunç bir şey yapmamıştır ama kasabalılar onu rekabetçi olduğu kadar bir yıkıcı, bir şeytan olarak da görürler. Nel, en aza indirilmiş talepleriyle sessiz bir ölçüt oluşturur. Hannah, Nel, Eva, Sula, bir haçın dört ucudur – hepsi cinsiyetleri ve ırklarıyla sınırlı kişilikleri için seçilmiştir. Haçın kesişme noktası, ulaşılması zor olan özgürlük ile sorumluluğun kaynaştığı noktadır, kazanma şanslarının en az olduğu anlaşılan kadınlar arasındaki savaş. O haçın kollarına başka savaşların telleri dolaşmıştır – bu kavgayı zorunlu kılan aynı güçlerin kıskacında köye çakılıp kalmış savaş gazilerinin, yetim çocukların, kocaların, emekçilerin savaşı. Zafer yalnızca hayalgücü için söz konusu olabilirdi. Yapılacak tek şey dilde bunları yansıtabilecek algıları yardıma çağırmaktı. Sula benim girişimlerimi dili ustalıkla kullanma boyutuna kadar genişletmemi, belki de saygınlığı bulunmayan bir söz dağarıyla güven telkin edici bir şekilde, hatta zarafet içinde çalışmamı sağladı. Halkın konuştuğu yerel dili ilginçlik ya da komiklik olsun diye kullanmadım, ne bir halk ozanı tavrıyla kullandım ne de mikroskopik çözümlemelere tabi tuttum. Afro-Amerikan yazarlar için saklanan siyasal, kültürel ve sanatsal yargıları başka tarafa yönlendirmek, yeniden keşfetmek istedim. Sula’yı yazarken Queens’te oturuyor, her gün Manhattan’ a işe gidip geliyor, sonbaharda ve kışın çocuklarımı çocuk bakıcılarına, devlet okuluna, yazın anneme emanet ediyordum, öylesine para sıkıntısı çekiyordum ki artık para12 sızlık stresi bir çeşit eğlenceye konusu oldu. Kirayı ödemek her defasında büyük bir sevinç kaynağıydı; alıverişe gidip çeşitli yiyeceklere dikkatsizce para savurmak yerine dikkatli bir şekilde harcama yapmak bir tür zafer duygusu yaralıyordu. En iyi haber, tanıdığım bütün bekar ya da boşanmış annelerin aynı durumda olmasıydı. Nelerimizi değiş tokuş etmiyorduk ki! Zaman, yiyecek, giysiler, kahkahalar, anılar – ve elbette, korkusuzluk. Özellikle korkusuzluk, çünkü altmışların sonlarında ölmüş, hapse ahlmış, susturulmuş öyle çok insan vardı ki geri dönmek diye bir şey yoktu çünkü o zamanlar geri dönülecek yer yoktu. Deyim yerindeyse akınhya bırakılmış halde bir şeyler düşünmeyi, denemeyi, keşfetmeyi olanaksız buluyorduk. Bilinen ve denenmiş şeyleri kullan ve denenmemiş şeyleri araştır. Oyun yaz, bir tiyatro kumpanyası kur, elbise tasarımı yap, başka insanların beklentilerini bir yana bırak öykü ve roman yaz. Hiç kimsenin umurunda değildik, bu yüzden iş başa düştü. Böylece “Seni engelleyecek bir bakış ya da el olmasaydı ne yapar, ne düşünürdün?” rüzgarları eserken, kırk yıl önce biz siyahi kadınların önündeki engeller kalksaydı nasıl olurdu, diye düşünmeye başladım. Kendimizi kendi kurtuluşumuz, kendimizin en iyi dostu olarak düşünmeye yüreklendiriliyorduk. Bunun, 1969’da, 1920’lerde sahip olmadığı ne gibi anlamları olabilirdi? Hem kıskanılan hem de kendisine karşı dikkatli olunması gereken kadın imgesi geliyordu akla. Bir başka yerde (“Söylenemez Olan ve Söylenmeden Kalan Şeyler” adlı makalemde) Sula’yı nasıl yapılandırdığını konusundaki düşüncelerimi ayrınhlandırdım. “Aslında Sula ‘İkinci Dünya Savaşı dışında Ulusal İntihar Günü’nü engelleyen bir şey olmadı’ cümlesiyle başlıyordu. Birilerinin yardımıyla bu cümlenin biraz yanlış bir başlangıç olduğunu gördüm.” Yanlış burada “ani” anlamına geliyor. Okurun 13 roman kişilerinin yapıp ettikleriyle karşı karşıya gelmeden önce oturtulacağı, deyim yerindeyse bir bekleme odası yoktu. O makalede yazdığım gibi, “O zamanlar benim [Sula’nın] ihtiyacı olan şeyin, siyahileri konu alan metin ile okur arasındaki eşiğin, sevimli ve davetkar bir bekleme salonu olmadığına inanıyordum. Ben o bekleme salonunu tamamıyla yok etmek istiyordum (hem de bütün kitaplarımda!) Yalnızca Sula’ da bu ‘giriş’ vardır. Ötekiler ‘sunuş’ denen şeyi reddeder, o baştan çıkarıcı güvenli limanı istemez, onlar ve biz arasındaki sınır çizgisinin çizilmesini istemez. Aslında beklentileri azalmış ya da siyahları konu alan bir metne kendisiyle birlikte taşıdığı duygusal yükten paniğe kapılmış okurun ağız tadına göre bir şeyler sunmayı reddederler … Sonuçta yazdığım giriş bölümü bir halk topluluğuyla, bir halk topluğu manzarasıyla ilgilidir ama … bu manzara içerden görülen bir manzara değildir, bir yabancının, bir ‘vadi adamı’nın gözüyle görülen bir manzaradır, bir rastlanh sonucunda orada bulunmuş olabilecek ve gördüğü her şeyi çok garip hatta ilginç bulabilecek bir adamın gözüyle . . .. Yeni yazdığım giriş cümlesinde halkanın dışında kalan bir okuru halkayla tanıştırıyorum.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir