Ulrike Edschmid – Philip S’in Kaybolusu

Ambulansın önünde gazeteciler birikmişti. Gazetedeki fotoğraflar tel örgülerin önünde diz çökmüş bir polisi gösteriyordu. Polis memuru iki araba arasında sırtüstü yatıyordu. Göğüs kafesi hizasında koyu bir leke vardı. Vücudu parke taşlan üzerinde onu diğer yaşayanlardan ayıran tebeşir çizgisiyle çevrelenmişti. Gözakları kararmış yakışıklı bir adamdı. Silahı, yere düşerken elinden fırlamış olmalıydı. Ölümü esnasında birkaç metre ileride tel örgülerde yere yığılmış Philip S.’yı takip eden kıvrılmış işaret parmağı hareket eder gibiydi. Ayağı tellere takılmıştı. Siyah pantolonunun bir paçası yırtılmıştı. Ayağında kauçuk tabanlı koşu ayakkabıları vardı. Bu ayakkabılar eskiden giydiği çift dikişli ve^dili at derisinden yapılmış ayakkabılardan daha hafifti. Kolu ve omuzu yüzünü kapatıyordu. Siyah deri ceketi biraz yukarı çekilmişti.


Hemen altında kemeri görünüyordu. Kemerini Alp Dağları’nda otlatılan ineklerin çanlarının takılı olduğu kayıştan yaptırmıştı. Buzağı kemeri. Belki de gençlik yıllarından kalan tek parçaydı bu. Bir polisin el feneri ona doğrultulmuştu. Philip S. âdeta yere serilmişti. Philip S. sert, kısa çalılıkların üzerinde yatıyordu. Son kaçış hamlesini yaparken sıçrar gibiydi. 1. BOLUM Philip S. yazın son günlerinde Berlin’e gelmişti. Üzerinde yaşma uymayan bir takım elbisesi vardı ve sahte bir kimlikle dolaşıyordu. Köylü yüzüne eski moda bir sertlik veren incecik bıyığıyla yaklaşık beş yüz yıl önce Hans Holbein tarafından resmedilen Basel asıllı ressam Bonifacius Amerbach’a benziyordu.

Yirmi yaşındaydı, ancak sanki yaşını büyük adımlarla arkasında bırakmış gibiydi. Buna rağmen çok hızlı hareket etmezdi, aksine çok dikkatli ve sanki ânın en dip noktasına kadar tadını çıkarırcasına uzun uzun keyfini sürerdi. Yaptığı her şeyi usulcacık yapardı. Ancak uzun boyunun duraksayarak eşlik ettiği gizli bir telaş kovalardı onu. Philip S.’yi ilk gördüğümde bir duvara yaslanmış bekliyordu. Berlin Film Akademisi koridorunda bulunan eski siyah telefondaki konuşmamın bitmesini bekliyordu. Yirmi yedi yaşındaydım; beni terk eden bir adamdan bir çocuğum vardı ve Kreuzberg semtinde eskiden ekmek fırını olarak işletilen bir evde yaşıyordum. Halen telefon kulübesi için bozuk param olmadığında Film Akademisi’ne giderim. Çocuğumun 8 babasıyla orada karşılaşabileceğimi bilmeme rağmen orası hep ilgimi çekerdi. Film makaralarının vızıltı seslerinin duyulduğu kapısı açık kesim odalarına göz atardım. Bazen tesadüfen kesim odasında bulunan ekranda evimden bir eşya görürdüm: öğrencilerin bir sahne için ödünç aldıkları lamba, bir erkek oyuncunun oturduğu masa veya arabadan inen bir kadının üzerinde bulunan modası geçmiş kürk palto. Bir başka kesim masasında ise yük arabasını Kreuzberg sokaklarında iten bir eskicinin resimlerini görürdüm. Bu eskici, içinde yaşadığım ekmek fırınının önünden de geçerdi. Yük arabasına bir şeyler yükleyip başka bir yere boşaltıyordu: krom kaplama çamurluklu kullanılmış çocuk arabası veya eski bir bisiklet.

Eskici, öksürerek yük arabasını Schlesische Tor’da bulunan kimsesizler yurduna sürüklüyordu. Koridorda, aralarında artık kocam olmayan çocuğumun babasının da yer aldığı fotoğrafların asılı bulunduğu duvarlardan geçerdim. Kolumda bebeğimle ilk kez buraya geldiğimi hatırlayan sekreterin yanında kahvemi içerdim. Çocuğumun babası akademinin ilk öğrencilerindendi. Ekmek fırınındaki kısa süreli evliliğimiz boyunca sadece bir tane film çekti: Film, Sokrates’in hayatının son dakikalarını anlatıyordu ve Potsdam Meydanı’nda sigara izmaritleri toplayan ve Eflatun’un metinlerini Berlin aksanıyla okuyan uzun beyaz saçlı bir dilenci başrol oyuncusuydu. Kriton’u canlandıran oyuncu ise geceleri birahanelerde kömür sobasının dibinde uyuyan Doğu Prusyalı bir hizmetçiydi. Sokrates’in son dakikaları mazı ağaçlarının, mezar taşlarının ve kuru yaprakların bulunduğu bir mezarlıkta geçiyordu. 9 1967 yılının ilk günlerinde ekmek fırınında çocuk odasının pencerelerinde oluşan buz çiçeklerinin erimeyecek kadar soğuk olduğu bir dönemde spor çantamı alıp Roma trenine bindim. Oğlum kompartımanın yerlerinde emekleyip duruyordu ve memleketlerine dönen Italyanlar tarafından tatlılarla besleniyordu. Geçen ilkbaharda doğan kızıyla Trastevere’de oturan ve*geçimini Vatikan’ın bir kütüphanesinde kilise metinlerini İtalyancadan Almancaya çevirerek sağlayan kız arkadaşım C.’nin yanına gittik. Bazen bana da iş verirdi, metinleri İngilizceden çevirirdim. Kütüphaneye gitmediği hafta sonlarında Vosvos’un arka koltuğunu çıkarırdık, bebek arabalarını yerleştirir Nemi Gölü’ne gezi düzenlerdik; bazen Appian Yolu’na çıkıp günün ilk güneşinde uzanır veya yokuşlarda evlerin ve volkanik kayalara oyulmuş canavarların bulunduğu Bomarzo Parkı’na, kuzeye doğru yol alırdık. Kız arkadaşım mesai günlerinde işe koşturmadan önce Trastevere Barı’nda çabucak bir Espresso ve kornet külahta dondurma siparişi verirdi. Minnacık kızına öğleye kadar bakardım.

Eve döndüğünde ise oğlumla birlikte kiliseleri, mezarları, pazar yerlerini, bahçeleri ve müzeleri dolaşırdık. Gittiğim yerleri bitmek bilmeyen ve birbirinden güzel döşenmiş bir evin odaları gibi gezerdik. Gündüzleri hayatımız oldukça rahat ve hareketli geçerdi. Geceleri çocuklarımız uyuduğunda ise yarı boş evde oturur yine herhangi bir mektup gelmediğini hatırladığımızda sohbetimizin ortasında zaman zaman dururduk. Daha sonra ikimiz Berlin’deki akademide ilk filmlerini çeken kocalarımızın başka kadınlarla birlikte olma önsezisini bastırmaya çalışırdık. Kira sözleşmesi bittiğinde her şeyimizi toparlayıp 10 evi boşalttık. Masa olarak kullandığımız kırmızı beyaza boyanmış tahtaları, aldığımız inşaata geri götürdük. Çocuk yataklarını ve minderleri ödünç aldığımız Amerikalı sanatçılara iade ettik. Yatağımda yatan kişi bir kız arkadaşımdı. Evde olmadığımda kıyafetlerimi giydiğini komşumdan öğrendim. Sözkonusu bahar günlerinde başka semtlere gider, oralarda tanıdığım insanları ziyaret eder sıkıntılarımı gizlerdim. Kimseyi ziyaret etmediğimde çocuğumu alır, şehir kanalının kıyısında şehrin sınırlarının bittiği surlara kadar gider ve oradan geri dönerdim. Çocuk arabasıyla evlerin önünden geçerdim: Çıplak ampullerin ışık çemberi, çiçekli muşamba masa örtülerinin üzerinde gidip geliyordu. Yaşlı bir adam ve bir kadın masada oturuyordu. Akşamları, çocuğum uyuduğunda depodaki büyük çizim masasına otururdum.

Dışavurumcu bir yazar hakkında yazdığım doktora çalışmamım malzemeleri arasına Sokrates filmine ait fotoğraflar karışmıştı. Kafamda herhangi bir düşünce oluşturmadan kitaplara ve kâğıtlara öylece bakıp dalıyordum. Pencerenin buzlu camından dışarı baktığımda banklara oturup kalkan insanların gölgelerini görüyordum. 2 Haziran sabahında bir çığlıkla uyandım. Polis birliklerini gördüm. Ellerinde coplarla ve ağır çizmelerle kapıdaydılar. Yerde yatan bir adama vurup tekmeliyorlardı. Tutuk bir şekilde olup bitenleri izledim. Arka odada uyuyan çocuğum bu berbat dünyada mı büyüyecek, diye düşündüm. Öğleden sonra İran Şahı’na karşı yapılan gösterilere katıldım. Ancak beli bek arabasıyla kenarda eşlik edebildim, kalabalığın içine girmedim. Akşamleyin bir göstericinin öldüğü dedikodusu yayıldı. Öldürülen üniversite öğrencisinin fotoğrafı benim kuşağımın silinmeyen fotoğrafları arasında yer alıyor. Hiçbir şey olduğu gibi kalmadı. Yazın son günlerinde kocamın geri dönme umutlarını yitirerek yeni bir ev aramaya başladım.

Evi sonbaharda Charlottenburg semtinde tren raylarına yakın bir yerde buldum. Uç dakikada bir Friedrich Strasse İstasyonu ile Wannsee İstasyonu arası tramvayı geçerdi. Ekmek fırınındaki eşyalarımın çoğunu toparlayıp yanıma aldım, sadece oturulmaktan aşınmış iki deri koltuğu orada bıraktım. Film Akademisi koridorunda bulunan siyah telefon ile taşınma işlemlerini ayarladım. Philip S. duvara yaslanıp beni dinliyordu. Çizgili bir takım elbise ve sadece ellerini pantolonun ceplerine soktuğunda görünen armalı bir gömlek giymişti. Benim üzerimde ise modası geçmiş suni ipek bir elbise ve çizmeler bulunuyordu. “Size severek yardımcı olmak isterim,” dedi. “İsterim” ve “severek” kelimelerinden İsviçreli olduğunu anlamıştım. Ertesi gün üzerinde uzun siyah paltosuyla geldi, kutuları merdivenlerden yukarı taşıdı ve o gece bende kaldı. Yarım yükseklikteki demir parmaklıkları bulunan penceresinden Staaken sınır karakolundan şehrin merkezine ve oradan Batı Almanya’ya giden kamyonların lastiğini gördüğü bir villanın bodrum katında bulunan kiralık odasını boşalttı ve yanıma taşındı. Gelirken yanında misket limonu yeşili “i?” harfi olmayan taşınabilir daktilosu, misket limonu yeşili bavulu ve çubuk kilitli eski doktor çantasının özel bölmelerinde sakladığı fotoğraf ekipmanları vardı. Bu çantanın 12 içinde mercekli fotoğraf makinesi, yirmi dört, elli ve yüz beş milimetrelik üç mercek, uygun parasoley, bir büyüteç, tetikleyici, pozometre, temizlik fırçası, deri bez vardı. Kamera Zürih’ten on sekizinci yaş gününden kısa bir süre önce satın alınmıştı.

Babası adına hazırlanmış ve epey indirim uygulanmış faturayı telli dosyanın içine koymuştu. Kamera Philip S.’ye hediye edilmemişti. Aileye bir türlü uymayan oğullarına günün birinde değeceğini uman ebeveynleri tarafından daha çok bir yatırım olarak görülmüştü.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir