Ümit Zileli – Vur Emri

Askerliğimi bitirdiğimden bu yana 10 yıldan fazla zaman geçti. “Vur Emri”nin ilk baskısından bu yana ise 8 yılı aşkın zaman geçmiş. Askerlik anılarımı yazdığım sıralarda toplumda ağırlıkları olan, kamuoyunu etkileyebilecek insanlara yaşadıklarımı anlatır, onların tepkilerini ölçerdim. Genel olarak karşılaştığım tavır şöyleydi; önce inanmayan bir yüz ifadesi, sonra “vay canına, yapma yahu” tepkisi, dehşetle büyüyen gözler, başını iki yana sallayarak,” çık, çık” sesleri ve son olarak da ” Ümitciğim, gel şimdi yazma bunları, başını belaya sokma. İlerde yazarsın” telkinleri. Ben çok kızar, köpürürdüm. Gerçekten de bu insanların birçoğu Doğu Anadolu’yu, Tunceli’yi, Bingöl’ü, Diyarbakır ya da Şırnak’ı, Hakkari Yüksekova’yı, zap suyunu, Dicle’yi, Fırat’ı görmemişti. Görenlere gelince; onlar da yanlarında mülki erkan, o zavallı, o sefaletle ve de dayanılması mümkün olmayan terörün dehşetiyle koyun koyuna yaşayan insanların zor koşulmuş misafirperverliğini yaşamıştı. Başlıca işleri, oturdukları sıcacık koltuklarda ahkam kesmek, Türkiye’yi sütunlarında ya da etkili ve yetkili zevatın teşrif buyurduğu üst düzey toplantılarda, kokteyllerde defalarca kurtarmaktı!. Ama haklıydılar! Ben gördüklerimin, yaşadıklarımın, tanık olduklarımın tümünü yazamazdım. Nitekim yazamadım da!. Yıllar sonra kitabın üçüncü baskısı yapılırken bazı eklemeler yaptım ama “Vur Emri”nin şu an elinizde bulunan dördüncü baskısı bile hâlâ anılarımın tümünü içermiyor, ne yazık ki!. Anılarımın bazı çarpıcı bölümleri önce zamanın en cesur dergisinde,” 2000’e Doğru” da “Yakala ve öldür” başlığıyla çıktı.


Derginin kapağında, bir katırın üstünde, elimde silah, üstümde komando giysileri ve başımda ünlü mavi bere ile benim resmim vardı. Resim belki biraz komikti ama yazılanlar yutulamayacak kadar acıydı. Doğu ve Gü-neydoğu’da yaşananlar ilk kez bir asteğmen’in gözüyle kamuoyuna maloluyordu. İnsanlar ilk kez, gazetelerde tek tip yazılan, “güvenlik kuvvetleriyle teröristler arasında çıkan çatışmada…” haberlerinin dışında doğu gerçeğiyle yüz yüze geliyordu. Tepki umduğumun çok üstünde oldu. Yazdıklarım uzun süre konuşuldu. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde tartışmalara konu oldu. Genel kurmay Başkanlığı açıklama yaptı. İnanılmaz sayıda kutlama, eleştiri, küfür ve tehdit aldım. Askerlik anılarım “Vur Emri” adıyla kitap olarak çıktığı zaman da büyük ilgi gördü. Övgü ve kutlamalar bir yana, belirli kesimlerden şiddetli bir eleştiri kampanyası başlatıldı. Hatta bazıları iyice ileri giderek beni, “vatan haini” olarak ilan etme alçaklığını bile gösterdi. Hızla yaklaşmakta olan “Yeni dünya düzenine” kendini peşkeş çekme hazırlığında olanlar saldırıya geçmişti. Diğer bir deyişle o zaman da bugün olduğu gibi “vatansever” olarak ilan edilen soyguncular, katiller, karanlık yüzlü siyaset erbabı, basında bazı köşeleri ele geçirmiş, kalemini satarak ya da kiraya vererek kamuoyunu uyutma görevini üstlenen “her devrin adamı” kalemşörler vardı. Ancak bunların pislikleri, ihanetleri ve hırsızlıkları henüz tam olarak ortaya dökülmemişti. Kitabımın önsözünde Güneydoğu sorunu, PKK gerçe- ği ve ülkeyi yönetenler ile ilgili görüşlerimi, düşüncelerimi son derece net bir biçimde anlatmıştım. Anılarımı yazarken soruna ve olaylara hangi gözle baktığımın bilinmesi açısından bugün de altına imza atacağım görüşlerimi bu önsöze aynen alıyorum.

“…Herşeyden önce; Türkiye ulusal sınırları içinde bir bütündür. Türk, Kürt, Laz, Çerkez, Ermeni, Rum. Türkiye’de yaşayan, Türk nüfusuna kayıtlı olan herkes Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıdır ve yurttaşlık haklarından eşit şekilde yararlanır. Üstelik bu benim görüşüm olduğu kadar, Anayasamıza göre de böyledir. Böyledir de, ne yazık ki Ankara’nın doğusunda kalmak talihsizliğine uğrayan yurttaşlarımız ne hikmetse kağıt üzerindeki bu haklardan bir türlü yararlanamamaktadır!. Ben bir kaymakam çocuğu, daha sonra bir gazeteci olarak Doğu ve Güneydoğu Anadolu’yu karış karış gezdim. Komando subayı olarak ilan edilmemiş bir savaşın tam göbeğinde yaşadım. Doğu insanının çektiği azaba, yaşadığı baskılara gözlerim, beynim ve yüreğimle tanık oldum. Üstelik her defasında bu zavallı ama aynı zamanda onurlu insanların böylesine bir yaşamı nasıl göğüslediklerini üzüntü, hayret ve büyük bir hayranlıkla izleyerek!. En önemlisi, o güne dek ayırdedemediğim bir gerçeğin de farkına vardım: — Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da sadece kürtler yaşamıyordu!. O bölge bir mozaikti. Her halktan, her mezhepten ve kökenden insanların oluşturduğu bir mozaik… Türk, Kürt, Çerkez, Ermeni… onlar, binlerce yıllık bir tarih ve kültürün kaynaştırdığı insanlardı ve aynı eziyetleri, baskılan ortaklaşa göğüslüyor, aynı sefaletten pay alıyorlardı. Devlet devletliğini bilememişse bu Doğu Anadolu’daki tüm insanlara karşıydı… Öyleyse yapılması gereken son derece açıktı: — Türkiye’de yaşayan işçisi, emekçisi, köylüsü, Türkü, Kürdü tüm insanlarımızın “insanca” yaşayacakları, baskının, sömürünün olmadığı bir ülke yaratmak… Ancak, göründüğü kadarıyla olaylar hiç de öyle gelişmiyordu. Bir yanda devlet “daha baskıcı” olmanın yasalarını çıkarırken, diğer taraftan koyu bir “kürt milliyetçiliği” almış başını yürümüştü. Özellikle son yıllarda açıktan açığa konuşulmaya başlanan senaryoya göre, bağımsız(!) bir kürt devletinin sınırları şöyle olacaktı: — İran, Irak ve Türkiye’de yaşayan 20-30 milyon civarındaki kürt asıllı insanı ve yine aynı ülkelerin kürt nüfusu barındıran topraklarını kapsayacak bir devlet!.

Bu Türkiye açısından topraklarını Diyarbakır’dan itibaren yeni kurulacak devlete bırakmak anlamına gelmekte… Böyle bir devlet görülebileceği üzere “uydu devlet” olmaya son derece yatkındı. Dört tarafı dost olmayan ülkelerle çevrili, denizle bağlantısı olmayan, ekilecek verimli toprağı bulunmayan, hiçbir şekilde ticari yol yaratamayacak böyle bir devlet ancak ve ancak “uydu” olmaya adaydı. Herhangi bir süper devletin desteklediği, Ortadoğu’da “koçbaşı” olarak kullanacağı bir “kukla devlet!” Öyleyse yapılması gereken; Türkiye’nin parçalanmasını engellemek olmalıydı. Ama nasıl?. 60 yıldır devleti yönetenlerin aldığı tedbirler sonucu nerelere geldiğimiz aşikar! Baskı politikaları ile hiçbir yere ulaşılamayacağı da belliydi. Bir tek yol kalıyordu geriye; — Doğu insanını kazanmak… Ve bu o kadar zor değildi. O insanlar öylesine alçak gönüllü, öylesine ilgi ve hoşgörüye muhtaçtılar ki, geçmişte kendilerine yapılan her türlü haksızlığı affetmeye, ileriye yeniden umutla bakmaya hazırdılar. Bir tek istekleri vardı; — İnsana yaraşır muamele ve ilgi… Ve bunlar kanımca atla deve değildi. Bunlar kendine “devlet” sıfatını layık gören her yönetimin ilk önce, olmazsa olmaz yapması gereken şeylerdi. İşte bu düşünce ve 10 duygular içinde sonradan büyük tartışmalara neden olan görüşlerimi “PKK gerçeği ve ilericidemokrat sorumluluğu” başlığı altında kaleme aldım. Kamuoyuna açık mektup olarak yazdığım görüşlerimi de sizlerle paylaşmak istiyorum: PKK Gerçeği ve İlerici – Demokrat Sorumluluğu Türkiye’nin doğusunda bugün tam anlamıyla bir savaş hali yaşanmaktadır. Gerçek halka açıklanan iki satırlık bildirilerin çok ötesinde ve çok daha vahimdir. Ülkenin geleceğini yok etmeye, ulusu bölmeye yönelik kanlı olaylar sözkonusudur. Saklamaya çalışmak, örtbas etmek için çabalamak gereksizdir; 1984’ten 1989’a beş yıl içinde “Kürt sorunu ve PKK” Türkiye’nin gündemine olanca ağırlığıyla yerleşmiş ya da bilinçli olarak yerleştirilmiştir!. Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da masum insanların katledilmesini de içeren bir kanlı senaryo oynanmak istenirken, dışarıda, Batı devletlerinin başkentlerinde ve de himayelerinde konferanslar düzenlenmektedir.

19-20 Ağustos tarihlerinde Londra’da toplanan “Kürt Ulusal Kongresi”, “Nasıl bir devlet?” sorusuna yanıt arıyordu. 14-15 Ekim’de Paris’te Fransa Özgürlük Vakfı tarafından düzenlenen, Türkiye’nin bazı milletvekillerinin de hazır bulunduğu, “Kürtler, İnsan Hakları ve Kültürel Kimlik” konulu konferansta “kurtuluş” sorunu tartışıldı. Önümüzdeki temmuz ayında aynı nitelikte bir konferans İsveç’te düzenlenecek. Kısacası batı, yılların “Bekle gör” politikasından sıyrılmış, aktif bir “Himayecilik ve destek” eğilimi içine girmiştir. Bütün bu gelişmeler yaşanırken türk basınında bir “Abdullah Öcalan PKK” röportajları furyası başladı. Al gülüm ver gülüm tarzındaki bu röportajlar karşısında önümde iki yol vardı: l- Bir demokrat, bir ilerici olma sorumluluğuyla PKK ve güneydoğu konusunda düşüncelerimi kamuoyuna açıklamak. 11 2- Susup oturmak. Ben birinci yolu seçtim. Selçuklu’dan Bu Yana Bilineni tekrar etmek olacak, ancak konuya şöyle bir soruyla başlamakta yarar var; Türkiye’de Kürt var mıdır?. Vardır. Selçuklu’dan bu yana Kürtler Türk halkıyla yan yana, iç içe yaşamaktadırlar… Ve onlar Türkiye’yi yönetenlerin “gerçekleri gözardı etmeye, bastırmaya” yönelik politikaları gereği; — Bunlar dağ türkleridir. Dağlarda yaşayan bu insanlar karların üzerinde yürürken kart-kürt sesleri çıkardıkları için bu isimle anılırlar!. gibi saçma ve gülünç iddiaların aksine düpedüz ayrı bir soydan gelen, ayrı dilleri, gelenek ve kültürleri olan insanlardır ve bugün Türkiye sınırları içinde nüfusları milyonlarla ifade edilmektedir. Ve bu insanlar bin yıldır Anadolu toprakları üzerinde Türk halkıyla aynı kadere ortak olmuş, aynı çileleri çekmiş, zamanı geldiğinde aynı erinçleri paylaşmış bir halktır. Dünyanın en güçlü emperyalist devletlerine karşı tarihin yazdığı ilk kurtuluş savaşında Türklerle omuz omuza düşmana karşı duran yine bu halktır.

Türkiye Cumhuriyeti devletini emperyalistlerin kafasına vura vura kabul ettirdiğimiz Lozan Konfe-ransı’nda heyet başkanı İsmet İnönü okuduğu bildiride şöyle diyordu: — Kürtler Türk vatanının kendileriyle beraber, bilhassa Doğu’da Ermeni tehlikesine maruz kalacağını biliyorlardı. Milli mücadelenin devamına canla başla katıldılar. Sonra, Lozan muahedesi yapılırken da, Kürtler vatansever olarak Türklerle beraber bulunmuşlardır. Mustafa kemal Atatürk tarihi Söylev’inde, — Biz Türkler ve Kürtler müşterek düşmana karşı beraberce çarpıştık 12 diyerek bu halkın hakkını teslim etmiştir. Hikayenin bundan sonrası ise hazindir! İsyanlar, askeri tedbirler ve en önemlisi yanlış devlet politikalarıyla dolu yarım asırlık bir süre… Ve sonuçta “ayrılık türküleri!.” Türkiye niçin bu noktaya dek sürüklenmiştir? Bu soruyu yanıtlayabilmek için yakın geçmişe, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yıllarına ve tabii Kürt isyanlarına bakmak gerekir. Gerici ve Dış Destekli İsyanlar Yeni Cumhuriyeti tehdit eden ilk büyük Kürt isyanı Şeyh Sait isyanıdır. “Şeriat isterük” çığlıklarıyla başlamış, kısa zamanda yayılmış ve kanla bastırılmıştır. İsyanın başladığı tarih iki açıdan çok önemlidir. Öncelikle, İngiltere ile neredeyse savaşa sürüklenebileceğimiz Musul meselesi gündemdedir. Mustafa Kemal bu toprak parçasının önemini son derece iyi bilmektedir. Yakın gelecekte petrolün kazanacağı yaşamsal önemin farkındadır. Ancak bunu İngilizler de iyi bilmektedir. Amaç, ne pahasına olursa olsun Musul vilayetini kukla devlet Irak’ın sınırlan içinde bıraktırmak ve diledikleri gibi kullanmaktır. Doğu Anadolu’daki Kürt beylerine gelince; onlar şaşkın ve öfkelidirler.

Şaşkındırlar, çünkü umduklarını bulamamışlardır. Kurtuluş savaşına omuz vermişlerdir ama padişahı ve hilafeti savunmak için. Savaş bitip, kurtuluş sağlanınca herşey eskisi gibi olacak, onlar yine içişlerinde astığı astık, kestiği kestik idarelerini devam ettirecekler, vergi vermeyecekler, askere gitmeyecekler, neredeyse bir derebeylik düzeniyle yöneteceklerdir kullarını. Öfkelidirler, çünkü düşündüklerinin tam tersine Misak-ı Milli sınırları içinde yepyeni bir Türkiye Cumhuriyeti doğmuştur… Ve bu cumhuriyet rejiminin içerde bölünmüşlüğe, keyfiliğe hiç tahammülü yoktur. Hesap çok açıktır; Türkiye Cumhuriyeti’nin zayıf olduğu, yaralarını yeni sarmaya başladığı, insanların savaşmak- 13 tan bıktığı bir dönemde majestelerinin desteğini de arkalarına alıp Doğu Anadolu’yu Türkiye’den koparmak. Şeriat isterük edebiyatının arkasında yatan gerçek budur. Bugün bazı kendini bilmezlerin ileri sürdüğü gibi; bırakın ilerici bir isyan olmasını, Şeyh Sait isyanı gerici karakterinin yanı-sıra hain, dışarıdan beslenen bir isyandı. Uzun bir uğraştan sonra bastırılabildi. Ancak genç Türk devleti Musul’u kaybetti. İngiltere istediğini elde etmiş, aynı ülkenin insanlarını birbirine kırdırarak petrol yataklarını ele geçirmişti. Bu tarihten başlayarak Cumhuriyet yönetimi Doğu’ya karşı giderek artan bir şüpheyle bakmaya başlamış, bu bölge için özel yasalar çıkarmıştır. Bizce yanlış yapmıştır. Paniğe varan şüphecilik ve telaş yönetimi sertliğe itmiştir. Ancak sorulması gereken şudur; henüz bir kurtuluş savaşından çıkmış, emperyalist Batı’ya karşı her alanda büyük bir şüpheyle bakan ve bunda haklı olduğunu bir büyük isyan ve Musul’u kaybetmekle anlayan bir yönetim bizim yarım yüzyıl sonra, değişen dünya şartlarında düşündüğümüz çözümleri ne dereceye kadar düşünebilirdi?!. Cumhuriyet tarihinin en büyük isyanı ise 1937’de patlak verdi.

Nedenler yine aynıydı. Kürt ağalan yönetilmekten hoşlanmıyorlardı. Yöreye yol, su, hele okul gelmesini hiç istemiyorlardı. Köprü, yol, okul demek medeniyet demek, Kürt insanının dışa açılması, kölelikten kurtulması demekti. İşte Şeyh Rıza’nın başını çektiği Dersim isyanı bu tür bir köleliğin, cehaletin ve bunlara bağlı olarak kendi düzenlerinin sürüp gitmesi için başlatıldı. Nokta dergisinin 28 haziran 1987 tarihli sayısında benim İngiliz arşivlerinden çıkardığım bir belge yeralmakta-dır. Dersim isyanının lideri Şeyh Seyid Rıza’nın İngiliz Dışişleri Bakanlığı’na gönderdiği bir mektuptur bu. 30 Temmuz 1937 tarihli ve Dersim Generali Seyid Rıza imzalı bu mektupta isyanın lideri İngilizlere şöyle seslenmektedir: — Uç milyon Kürt benim sesimden ekselanslarına ses- 14 leniyor ve hükümetinizin manevi etkisinden Kürt halkını yararlandırmanızı istirham ediyor. İşte dersim isyanı ancak bu kadar bağımsızlıkçı, bu kadar özgürlükçüydü!. yayımlanmasının hemen ardından bazı çevrelerde bu belgenin sahte olduğu ileri sürüldü. Belgenin aslı Londra’da, ‘Public Record Office’ arşivleri arasındadır ve dileyen herkes parasını vererek bir kopyasını edinebilir. Dersim isyanı son derece kanlı bir şekilde bastırıldı. İs-yanın elebaşları Elazığ çarşısında, halkın önünde asıldılar. 1938’deki ikinci harekatta ise Dersim Kalan mıntıkası tamamen temizlendi. Komitem belgeleri bu isyanın nedenleri konusunda zamanın en dikkate değer saptamasını yapıyor.

29 Temmuz 1937 tarihli ve Türkiye Komünist Partisi Genel sekreterlerinden İsmail Bilen imzalı belgede Dersim olaylarından şöyle sözediliyor: — Ankara Hükümeti Dersim bölgesinde Kürt aşiretlerinin yeni bir gerici ayaklanmasını bastırmakla uğraşıyor. Dersim’de devlet otoritesi sadece kağıt üzerinde kalıyordu. Feodal aşiret reisleri her fırsatta devleti hiçe sayıyordu. Bugün Kemalist rejimin enerjik reformları yüzünden kendi iktidarlarını tehdit altında hisseden feodal unsurların ümitsiz bir direnişiyle karşı karşıyayız. Saptama son derece doğruydu. Bu belge o zaman komünistlerin olaylara ne şekilde baktığını göstermesi bakımından ayrıca değerlidir. Dersim isyanından sonra devletin Doğu Anadolu’ya bakışı tamamen değişmiş, şüphecilik yerini güvensizliğe bırakmıştır. O tarihten günümüze bu bölge genellikle sıkıyönetim altında yönetilmiş, elli yıl içinde devletle Doğu vatandaşı arasındaki güvensizlik uçurumu iyice açılmıştır. Devlet bu bölgeye çağdaş hizmetler götürmekten çekinmiş, vatandaş istemekten korkmuş ve ne yazık ki, “Feodal sistem” tüm ağırlığıyla sürüp gitmiştir.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir