Upton Sinclair – Şikago Mezbahaları

Nikah bittiğinde ve faytonlar gelmeye başladığında saat dörttü. Marija Berczynskas’ ın coşkusu sayesinde peşleri yol boyunca kalabalık olmuştu. Olayın ağır yükü Marija’nın geniş omuzlarındaydı; her şeyin usulüne göre ve memleket geleneklerine en uygun şekilde gerçekleşmesini sağlamak onun göreviydi; ve deliler gibi oradan oraya uçan, yoluna çıkan herkesi sağa sola savuran, muazzam sesiyle gün boyu birilerini azarlayıp işe koşan Marija, insanların adaba uygun davranmasını sağlamakla öyle meşguldü ki aynı kuralları kendisi ihmal ediyordu. Kiliseden en son kendisi çıkmış ve salona ilk giden olmak istediği için daha hızlı sürsün diye arabacıya emirler yağdırmıştı. Arabacı sözüne kulak asmayınca, Marija arabanın penceresini açıvermiş ve dışarı sarkarak, önce adamın anlamadığı Litvanca dilinde, ardından anladığı Lehçede, hakkında neler düşündüğünü adama bir bir saymıştı. Marija’ya karşı yükseklik avantajı olan arabacı geri adım atmamış hatta konuşmaya kalkışma cüretini göstermişti; sonuç olarak şiddetli bir münakaşa yaşanmış ve ta Ashland Bulvarı’na kadar süren kavga yüzünden bir kilometre boyunca her ara sokaktan korteje yeni bir yumurcaklar sürüsü kalılmışlı. Talihsiz bir durumdu bu, çünkü kapının önünde izdiham oluşmuştu bile. Müzik başlamıştı ve bir çellonun boğuk “dım, dım” sesleriyle birlikte karşılıklı karmaşık ve alımlı jimnastik hareketleri yaparak birbiriyle atışan iki kemanın gıcırlıları yarım blok öteden duyuluyordu. İzdihamı gören Marija arabacının ataları hakkında alıp tutmaya derhal son vererek arabadan atladı ve kalabalığın içine dalarak kapıya giden yolu açmaya girişti. 5 İçeri girer girmez döndü ve bu kez de kalabalığı ters yöne doğru yarmaya, bu arada orkestranın yarathğı curcunanın kulağa peri müziği gibi gelmesini sağlayan ses tonlarıyla, “Eik! Eik! Uzdarkyduris!” diye gürlemeye başladı. Z. Graiczunas, Pasilinksminimams darzas. Vynas. Sznapsas. Şaraplar ve Alkollü İçkiler.


Sendika Genel Merkezi; tabelalar böyleydi. Burasının Şikago’ da “mezbahaların arkası” olarak bilinen bölgedeki bir meyhanenin arka salonu olduğunu açıklamak, uzaklardaki Litvanya’nın dilinde pek fazla sohbet etmemiş olan okurlar için herhalde ilginç olacakhr. Bu kesin ve tarhşmasız bir bilgi; fakat aynı zamanda Tanrı’nın yarattığı en tatlı yarahklardan birinin hayatındaki en sevinçli zamanların yaşanacağı, küçük Ona Lukoszaite’nin düğün ziyafetinin ve kutlu dönüşümünün gerçekleşeceği yer olduğunu bilen biri için ne kadar zavallı ve yetersiz bir bilgi. Kalabalığı yarıp geçmekten nefes nefese kalan Kuzen Marija’ run refakatinde kapıya gelip duran Ona’run o mutlu haline bakmak insana ao veriyordu. Gözlerinde şaşkın bir parılh vardı, göz kapakları titreşiyordu ve normalde solgun olan ufacık yüzü kıpkırmızıydı. Bembeyaz, muslin bir elbise giymiş, omuzlarına kadar gelen sert bir duvak takmışh. Duvağa pembe kağıttan beş tane gül, parlak yeşil kağıttan on bir tane gül yaprağı iliştirilmişti. Ellerinde pamuklu kumaştan yepyeni beyaz eldivenler vardı ve orada durmuş etrafa bakınırken eldivenlerini hararetle burup duruyordu. Adeta dayanamayacak gibiydi; yüzünde ona fazla büyük gelen duyguların verdiği acıyı, duruşundaki ürpertiyi görebiliyordunuz. Çok küçüktü; yaşına göre ufak tefek, henüz on alhsını doldurmamış bir çocuktu daha -ve daha yeni evlenmişti- üstelik başka adam kalmamış gibi Jurgis’le, yeni siyah takımının yakasına beyaz çiçek takmış, muazzam omuzları ve dev elleri olan Jurgis Rudkus’la. Ona mavi gözlü ve açık tenliyken, Jurgis sarkık kaşlarının altında iri siyah gözleri, kulaklarının üstünde dalgalar halinde kıvrılan gür siyah saçları olan bir adamdı; kısacası, Tabiat Ana’run 6 gelmiş geçmiş bütün kahinleri afallatmak için sıkça kullandığı o uyumsuz ve aykırı evli çiftlerden olmuşlardı. Jurgis yüz yirmi kiloluk çeyrek bir sığırı alıp hiç sendelemeden hatta hiç düşünmeden arabaya yükleyebilecek biriydi; şimdiyse uzak bir köşede durmuş, can derdinde bir hayvan kadar korkmuştu ve dostlarının tebriklerine her yanıt verişinde dudaklarını diliyle ıslatmadan edemiyordu. İzlemek için toplananlarla davetliler arasında yavaş yavaş bir ayrım oldu; en azından pratik nedenlerle yeterince tamamlanmışh ayrırrı. Eğlenceler boyunca kapılarda ve köşelerde izleyen yabancı grupların olmadığı tek bir an olmazdı; bu yabancılardan biri yeteri kadar yaklaşır ya da yeterince aç görünürse, kendisine bir sandalye gösterilir ve o da ziyafete buyur edilirdi. Kimsenin aç kalmaması veselija’ların kanunlarından biriydi; Litvanya ormanlarında doğmuş bir kuralı, çeyrek milyonluk nüfusuyla Şikago’nun mezbahalar bölgesinde uygulamak zordu ama buna rağmen ellerinden geleni esirgemiyorlar; sokaktan içeri dalan çocuklar hatta köpekler, dışarı mutlu çıkıyordu.

Bu kutlamanın özelliklerinden biri de hoş bir teklifsizlikti. Erkekler ister şapkalı kalır isterlerse de şapkalarını, ceketlerini çıkarırlardı; yemeklerini istedikleri zaman istedikleri yerde yerler, canlarının istediği gibi gezinirlerdi. Konuşmalar yapılması, şarkılar söylenmesi gerekirdi ama istemiyorsa, kimse kimseyi dinlemek zorunda değildi; bu arada, içinden gelen herkes konuşmakta ya da şarkı söylemekte de sonuna kadar serbestti. Bu yüzden ortaya çıkan tantana, belki bir tek tüm davetlilerin sahip olduklarının tamamına denk sayıdaki bebekler dışında, kimseyi rahatsız etmezdi. Bebeklerin bırakılabilecekleri başka bir yer yoktu; bu yüzden de akşam için yapılan hazırlıklardan biri beşiklerle bebek arabalarının bir köşeye dizilmesiydi. Bunların içinde üç dört bebek birlikte uyur ya da bazı durumlarda birlikte uyanırdı. Daha büyük oldukları için masalara yetişebilenler de pirzolaları ve sosisleri kemirerek mutlu mesut ortalıkta dolaşırdı. 7 Salon yaklaşık on metrekarelik, beyaza boyalı duvarları tek bir takvim, bir yarış atı tablosu ve altın yaldızlı çerçeveye konmuş bir aile ağacı dışında bomboş olan bir yer. Sağda meyhaneye açılan bir kapı, kapıda birkaç aylak, kapının ilerisindeki köşede briyantinli siyah bıyığı, özenle yağlanıp başının bir yanına yapıştırılmış bir bukle saçıyla, kirli beyazlara bürünmüş meyhanecinin durduğu bar var. Karşı köşeye salonun üçte birini kaplayan, şimdiden acıkan konukların çoktan atıştırmaya başladığı sıcak ve soğuk yemeklerin durduğu iki masa konmuş. Masanın başında, gelinin oturduğu yerde, şekerden yapılmış güllerle ve iki melekle süslenmiş; her yerine bol bol pembe, yeşil ve sarı şekerler serpiştirilmiş, Eiffel Kulesi şeklinde yapılmış kar beyazı bir pasta duruyor. Ötesinde, bol bol buhar salan hummalı bir faaliyetin, genciyle yaşlısıyla oraya buraya koşturan çok sayıda kadının ara ara görülebildiği mutfağa açılan bir kapı var. Sol taraftaki köşede, küçük bir sahnenin üzerinde duran üç müzisyen bu hengamenin içinde dikkat çekmek için kahramanca uğraş veriyor; aynı zamanda bebekler de benzeri bir uğraş veriyor ve dışarıdaki kitle manzarayı, sesleri, kokuları açık bir pencereden içlerine çekiyor. Buharın bir parçası ansızın ilerlemeye başlıyor ve gözlerinizi kısıp bakhğınızda Ona’nın koca bir ördek yahnisi tabağını havada tutarak taşıyan üvey annesi Elizabeth Teyze’yi -kendi aralarındaki adıyla Teta Elzbieta’yı- seçiyorsunuz. Arkasında benzeri bir yükün alhnda sendeleyerek dikkatle ilerleyen Kotrina var; otuz saniye sonra, ellerinde dumanı tüten patateslerle dolu, neredeyse kendi boyunda kocaman sarı bir kaseyle yaşlı Büyükanne Majauszkiene beliriyor.

Böylece, yavaş yavaş, nasıl br ziyafet olacağı ortaya çıkıyor: Jambon ve lahana turşusu, pilav, makama, salam, dev yığınlar halinde çörek mantarı, çanak çanak süt, köpüklü birayla dolu sürahiler. Ayrıca en fazla iki metre arkanızdaki bardan ısmarladığınız hiçbir şeyin parasını ödemek zorunda değilsiniz. Marija Berczynkas, “Eiksz! Graicziau!” diye haykırıp 8 kendisi de işe koyuluyor; zira ocağın üstünde, yenilmezse boşa gidecek olan çok fazla şey var. Böylece, kahkahalar, bağırış çağırış, sonu gelmeyen şakalaşmalar eşliğinde ve bir cümbüş içinde, konuklar yerlerini alıyor. Çoğunlukla kapının yakınında durmuş olan delikanlılar arhk bir kararlılıkla ilerliyor; ihtiyarlar bir köşeye büzüşen Jurgis’i dürtükleyip paylayarak gelinin sağ yanına oturmaya razı ediyor. Ardından alametifarikaları kağıt çelenkler olan iki nedime ve yaşlısıyla genciyle, kızlı erkekli diğer konuklar geliyor. Heybetli barmen de ortama uyarak bir tabak ördek yahnisi yemeye tenezzül ediyor; görevi o gece daha sonra çıkacak kavgaları ayırmak olan şişko polis bile masanın köşesine bir sandalye çekiyor. Çocuklar bağırıyor, bebekler ciyaklıyor, herkes kahkahalar atıp şarkılar söyleyerek çene çalıyor; bu arada Kuzen Marija da bağırarak müzisyenlere talimatlar yağdırıyor. Müzisyenler, onları anlatmaya nereden başlamalı ki? Başından beri orada, çılgınlar gibi çalmaktaydılar; bu sahne bütünüyle müzikle okunmalı, anlatılmalı ya da şakınmalı aslında. Düğünü düğün yapan şey müzik; mezbahaların arkasındaki bir meyhanenin arka salonunu periler ülkesine, harikalar diyarına, gökyüzündeki malikanelerden bir köşeye dönüştüren şey müzik. Üçlünün lideri olan ufak tefek adam ilahi bir esinle dolu. Kemanı akortsuz, yayı reçinelenmemiş ama adam yine de ilahi bir esinle dolu; ilham perilerinin elleri onun üzerinde. Bir iblis, hatta bütün bir iblis sürüsü tarafından ele geçirilmiş gibi çalıyor. İblislerin onun çevresinde, havada çılgınca hoplayıp zıpladıklarını hissedebiliyorsunuz; görünmez ayaklarıyla ritmi belirliyorlar ve orkestra şefinin saçları diken diken oluyor, iblislere uymak için debelenirken gözleri yuvalarından uğruyor. Adamın adı Tamoszius Kuszleika ve keman çalmayı bütün gün “ölüm yataklarında” çalıştıktan sonra geceler boyu kendi kendine pratik yaparak öğrenmiş.

Ceketsiz ve üzerinde soluk altın rengi at nalı desenleri olan bir yelekle nane şekerlerini ha9 hrlatan pembe çizgili bir gömlek var. San biyeli açık mavi asker pantolonu ona müzik grubunun liderine uygun bir otorite kazandırıyor. Boyu bir elli civarında olduğu halde pantolonun paçaları yerden yirmi santim yüksekte. İnsan o pantolonu nereden bulduğunu merak ediyor; daha doğrusu, adamın varlığının verdiği heyecan bu gibi şeyleri düşünmenize fırsat tanısaydı, bunu merak ederdiniz. Çünkü adam ilahi bir esinle dolu. Her bir zerresi esinle dolu: Adına ilahi esinle dolu adam bile diyebilirsiniz. A yaklanru yere vuruyor, kafasını sallıyor, oraya buraya savrulup sallanıyor; ufacık buruş buruş surah inanılmaz derecede komik; bir dönüş ya da abarhlı bir hareket yaphğında, kaşları bitişiyor, dudakları oynuyor, gözleri kırpışıyor; kravahnın sivri uçları havaya dikiliyor. Arada bir grup arkadaşlarına dönüp başıyla, kaşıyla gözüyle, eliyle parmağıyla deliler gibi işaret ediyor; ilham perilerinin çağrısına uyarak rica ediyor, yalvarıyor. Çünkü grubun diğer iki üyesi Tamoszius’la aşık atabilecek tipler değil. İkinci keman siyah çerçeveli gözlüğüyle, aşırı yüklenmiş bir kahrınkine benzeyen sessiz sakin ve sabırlı yüz ifadesiyle, uzun boylu, sıska bir Slovak; birinci kemanın ricasına verdiği tepki çok cılız, sonra hemen eski yeknesaklığına dönüyor. Yuvarlacık, kırmızı, duyarlı bir bumu olan üçüncü adam çok şişko ve gözlerini semaya çevirerek, yüzünde sonsuz bir hasretle çalıyor. Çellosuyla basları çaldığı için heyecana kapıldığı filan yok; en tiz sesler nereye çıkarsa çıksın, onun görevi, saati bir dolara yapılan işten kendi payını almak için öğleden sonra dörtten ertesi sabah yaklaşık aynı saate kadar, birbiri ardına uzatmalı ve hazin notalar çalmak. Ziyafet başlayalı daha beş dakika olmadan, Tamoszius Kuszleika’run heyecanı dorukta; bir iki dakika sonra masalara doğru gitmeye başladığını görüyorsunuz. Burun delikleri genişlemiş, nefesi sıklaşmış; iblislerin kontrolünde. Grup arkadaşlarına başıyla işaret edip kafasını sallıyor, kemanıyla sert bir hareket 10 yapıyor ve sonunda uzun boylu ikinci kemana da ayağa kalkıyor.

Çellocu Valentinavyczia notalar arasında kendi enstrümanıyla ilerlerken, nihayet üçü birlikte adım adım konuklara doğru yürümeye başlıyor. En sonunda hep birlikte masaların ucunda toplanıyorlar ve Tamoszius bir tabureye oturuyor. Arhk bütün görkemiyle sahneyi ele geçirmiş durumda. Kimileri yemeğini yiyor, kimileri gülüşüp sohbet ediyor; fakat onu duymayan tek bir kişi olduğunu düşünürseniz çok yanılmış olursunuz. Çaldığı notaların hepsi yanlış, kemanı kalın notalarda uğuldayıp ince notalarda gıcırdayarak cızırdıyor; ama insanlar bunu en fazla etraflarındaki pislik, gürültü ve sefalet kadar umursuyor; hayatlarım kurmak, ruhlarım ifade etmekte kullanmak zorunda oldukları malzeme bu. İfade şekilleri de böyle; şen şakrak ve şamatacı, yaslı ve ağlamaklı, tutkulu ve isyankar; bu müzik onların müziği, memleketin müziği. Kollarım onlara doğru uzahyor, tek yapmaları gereken kendilerini teslim etmek. Şikago meyhaneleri ve mezbahalarıyla solup gidiyor; yerini yemyeşil çayırlıklarla güneşin aydınlathğı nehirlere, muazzam ormanlara ve karla kaplı dağlara bırakıyor. Memleket manzaralarını ve çocukluk anılarım seyre dalıyorlar; eski aşklar ve dostluklar uyanmaya, eski sevinç ve acılar gülüşüp ağlaşmaya başlıyor. Kimileri arkasına yaslanıp gözlerini kapıyor, kimileri masaya vurarak ritim tutuyor. Arada bir haykırarak ayağa fırlayan biri şarkı isteği yapıyor; derken Tamoszius’un gözlerindeki ateş de canlanarak parlıyor, Tamoszius kemanım kaldırıp grup arkadaşlarına bağırıyor ve çılgın bir hıza ulaşıyorlar. Nakaratları söyleyen davetlilerin hepsi, kadınlı erkekli içlerine iblis girmiş gibi haykırıyor; kimileri ayağa fırlayıp ayaklarım yere vuruyor, şerefe kadeh kaldırıyor. Çok geçmeden birinin aklına gelinin güzelliğini ve aşkın mutluluğunu anlatan eski bir düğün şarkısı istemek geliyor. Tamoszius Kuszleika bu şaheserin verdiği heyecanla masalar arasında yavaşça ilerlemeye, gelinin oturduğu yere doğru gitmeye başlıyor. Konukların oturduğu sandalyelerin arasında ayak basa11 cak yer bile yok ve Tamoszius’un boyu öyle kısa ki kalın notalar için her kolunu uzathğında insanları yayıyla dürtüyor; ama yine de bashrıyor ve grup arkadaşlarının da ona uyum sağlamasında ısrarcı.

İlerleyişleri sırasında çello sesinin gayet sönük kaldığını söylemeye gerek bile yok; ama sonunda üçü birlikte masanın başına ulaşıyor ve Tamoszius gelinin sağ tarafında yerini alıp ruhunu olduğu gibi eriyip giden nağmelere akıtmaya başlıyor. Ona bir şey yiyemeyecek kadar heyecanlı. Arada bir, Kuzen Marija dirseğini çimdikleyip hahrlathğında, bir şeylerin tadına bakıyor; ama çoğunlukla öylece oturup o korku ve şaşkınlık dolu gözleriyle etrafı inceliyor. Teta Elzbieta sinek kuşu gibi oradan oraya koşturmakla meşgul; arkadaşları da fısıldaşarak, nefes nefese, onun peşinden koşturuyor. Ama Ona onları pek duymuyor gibi; müzik onu çağırmaya devam ediyor ve o uzak bakışlar geri geliyor, ellerini üst üste kalbine bashrarak oturuyor Ona. Sonra gözleri yaşlarla dolmaya başlıyor; yaşları silmeye de yanaklarından aşağı süzülmelerine izin vermeye de utandığı için dönerek başını hafifçe sallıyor ve Jurgis’in onu izlediğini görünce yüzü kızarıyor. En sonunda Tamoszius Kuszleika yanına ulaşhğında ve sihirli değneğini tepesinde sallamaya başladığında, Ona’run yanakları kıpkırmızı, kalkıp kaçıverecekmiş gibi bir hali var. Ancak bu kritik anda aniden ilham perileri tarafından ziyaret edilen Marija Berczynkas onu kurtarıyor. Marija’run çok sevdiği, ayrılan aşıklarla ilgili bir şarkı var; o şarkıyı dinlemek istiyor ve müzisyenler şarkıyı bilmediği için ayağa kalkıp öğretmek üzere ilerliyor. Marija kısa boylu fakat yapılı bir kadın. Mezbahada çalışıyor ve gün boyu yedi kilo ağırlığındaki kutularla uğraşıyor. Geniş bir Slav yüzü, çıkık ve kırmızı yanakları var. Ağzını açlığında, feci bir şey ama, atları düşünmeden edemiyorsunuz. Üzerindeki mavi flanelden dikilmiş gömlek tarzı elbisenin kolları sıvanmış, kaslı kolları ortada; elindeki et kesme çatalını masaya vurarak ritmi belirliyor. Gürleyerek, salonun hiçbir yerini boş bırakmadığı söylenebilecek bir sesle şarkısını söylerken üç müzisyen de, güç 12 bela ama nota nota, yine de ortalama bir nota geriden, onu takip ediyor; böylece kara sevdalı köylü bir delikanlının ağılını mısra mısra, zar zor da olsa yakıyorlar.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir