Yuri Bondarev – Sicak Kar

TÜRKÇE İKİNCİ BASKIYA ÖNSÖZ YERİNE Savaş yolundan geçmiş, bireylerinin çoğu savaş sırasında yitip gitmiş bir kuşaktanım ben.. Yaşıtlarım Stalingrad’da, Kursk dolaylarında, Zeyelovski tepelerinde öldüler. Kardeşim savaşın son günlerinde Berlin önlerinde öldürüldü. Savaşı yazmaya başlayışım, belki de cephe dönüşü, tozlu siperlerde, savaşın geçt,iği uçsuz bucaksız tarlalarda yatıp kalmış olanlara, daha doğrusu kuşağıma karşı bir borçluluk duymamdandı. Savaşı insan yaşamının en büyük sarsıntısı, halkların geçirdiği benzersiz bir sınav olarak görürüm. Bu yüzden savaşın yazarlarca her zaman işleneceğine inanıyorum; hele makineli tüfek takırtılarını tepelerinde, yitirdiklerinin acısını yüreklerinde duymuş olanlarca… Kitaplarım uzun süre tartışma konusu olduğu halde, kanımca çağım hakkında en önemli şeyi henüz yazmadım. Her yazarın düşlediği bir kitaptır bu; yazarın kendisini de görebildiği çok yönlü bir aynaya benzeyen, yaşamın ta kendisine odaklanmış, yaşam deneylerinin tümünü içeren bir kitap. Bence yazar dışarıdan gelen her psikolojik sarsıntıya tepki gösteren, bir sismografa benzetilebilir. Yaşam deneyleri ve ruhsal deneyler bunlara eklendiğinde bir yapıt çıkar ortaya. Yoksa yazılanlar kaskatı düşüncelerin oluşturduğu bir buz yığınından ayırdedilemez. Yapıtı canlandıran, sıcaklığını veren insan soluğudur. Savaş üzerine yazmamın bir başka nedeni de, kahramanlarımı, ahlâkî değerlerin olağanüstü keskin biçimde yoklanabildiği, en karışık, en dramatik durumlarda görme isteğimdir. Böylesi durumlar savaşta doruğunda değil midir? Savaş beni güzelim okul çağımın geçtiği ve gençlik dönemimin başladığı Moskova’da bulmuştu. Ve ben bu kenti, daracık sokakları, mavi alacakaranlıkta parıldayan fenerleri, ilkbahar yağmurunun ıslattığı duvar afişlerinin kokusuyla kısacası her şeyiyle severim. Başlıca kahramanlarım, belki de geçmişi bunun için böyle bir sevgi ile anımsıyorlar… Yuri Bondarev BİRİNCİ BÖLÜM KUZNETSOV bir türlü uyuyamıyordu. Yattığı tahta sıranın üstündeki belli belirsiz seçilen küçük pencerenin köşelerine sürekli kar yığılıyor, yukarıda karı savuran, vagonu sarsan rüzgârın hızı giderek arttıkça, tepeden gelen tangırtılar da boyuna çoğalıyordu. Lokomotif, gecenin karanlığına gömülen tarlaları, havadaki kımıltılı, bulanık beyazlığı cırtlak düdüğüyle yararak ilerliyordu. Kuznetsov, vagonun takırtısıyla tekerleklerden çıkan buz cızırtısını, uyuyan askerlerin mırıltüarıyla kederli iç çekişlerine karışan bu uyarıcı düdüğü dinlerken düşünceye dalmıştı. Dışarıda uçuşan kar tanelerinin arkasında, karanlığın içinde cayır cayır yanan bir kentin alevli aydınlığını görür gibi oluyordu şimdiden. Saratov’da verilen moladan sonra, tümenin, ilk söylentilerin tersine, cephenin Batı kesimine değil, Stalingrad dolaylarında bir yere gönderildiği anlaşılmıştı. Kuznetsov, yolculuğun birkaç saat içinde sona ereceğini düşünüyordu artık. Kaim, kaba kumaştan yapılmış kaputunun kendi soluğundan nemlenen yakasını burnuna kadar çektiği halde, uykuya dalmasını sağlayacak sıcaklığı bulamıyordu hâlâ. Tepesindeki karlı pencerenin gözle görülmeyen incecik çatlaklarından sızan soğuk yel, tahta sıraların üstünde dolaşıyordu. Esintiden korunmak umuduyla omuzlarını kaldırıp, artık uzun bir süre annemi göremem, diye düşündü. Bambaşka bir yöne gidiyoruz. Geçmiş .yaşantısı steplerden esen kavurucu rüzgârlara açık olan sıcak, tozlu Aktyubinsk’te, topçu okulunda geçen yaz ayları; akşam saatlerinde kentin kıyı semtlerinden gelen, her akşam dakikası dakikasına aynı saatte duyulduğundan manevralara çıkan tabur komutanlarının kol saatlerini ayarlamak için kulak kabarttıkları eşek anırtıları; insanı sersemleten sıcakta yapılan yürüyüşler, terden ıslanan, güneşten ağaran ceketler, ağızlara dolan gıcırtılı toz zerreleri; pazar günleri kentin içinde, belediye parkında tutulan devriye nöbetleri; dans eden çiftler için akşamları parkta çalan askerî bando; sonra, bir güz gecesi apar topar yataklardan kalkıp trene doluşları, karla örtülü ormanların arasından geçen demiryolu, Tambov’daki transit kampının toprak altına kazılmış korunakları; sonunda, bir Aralık gününün pespembe, buzlu şafağında yeniden trene binip son durağa doğru yola çıkışları o kararsız, geçici, robot yaşantısı çok gerilerde kalmıştı artık. Kısa süre öncesine kadar Moskova’ dan geçip Batı cephesine yollanacaklarını düşündüğü halde bu umut da yıkılmıştı şimdi; annesini göremeyecekti. Karanlığı gözlerken yoğun bir yalnızlık duygusuna kapıldı. Mektup yazarım, diye düşündü; mektupla anlatırım her şeyi. Görüşmeyeli dokuz ay oldu. Tangırtılarla homurtular, demir gürültüleriyle tekerleklerin şıngırtısı ondan başka kimseyi tedirgin etmiyordu; herkes uykudaydı. Oysa trenin çılgın hızı üst ranzaları epey sallıyordu. Pencereden giren soğuktan ilikleri üşüyen Kuznetsov yakasını indirdi, yanındaki sırada yatan, karanlıkta yüzünün çizgileri bile seçilemeyen ikinci takım komutanı Teğmen Davlatyan’ın mışıl mışıl uyuyuşuna baktı gıptayla. Hayır, olacak iş değil. Bu pencerenin altında uyumanın olanağı yok. Cepheye varmadan donacağım, diye düşündü sıkıntıyla. Biraz daha rahat bir yatış biçimi bulabilmek için yerinde kımıldayınca, sıranın buz tutan tahtalarının çatırdadığmı duydu. O soğuk, batıcı, kısıtlayıcı yataktan kurtulmaya karar verip yere atladı; sırtı tutulmuştu, sobanın yanma gidip biraz ısınmazsa olmayacaktı. Vagonun buzlu ışıltılarla parlayan kapalı kapılarının yanındaki demir soba çoktan geçmişti. Alttaki ızgaranın arasından birkaç küçük kor görünüyordu yalnızca. Ne var ki vagonun bu ucu oldukça ılık sayılırdı. Korların ölgün, morumsu ışığı sıraların arasındaki geçite uzanan yeni çuha çizmeleri, sefertaslarmı, sırt çantalarına yaslanan kafaları aydınlatıyordu. Emireri Çibisov, alt ranzalardan birine, bir başka askerin bacaklarının üstüne uzanmış, yüzünü yakasının altına, ellerini yenlerinin içine sokup rahatsız bir durumda uyuyakalmıştı. Kuznetsov, sıcaklığını koruyan sobanın kapağını açıp, «Çibisov,» diye seslendi. «Çibisov, soba sönmüş!» Karşılık alamadı. «Emireri Çibisov! Duyuyor musun beni?» Çibisov korkuyla doğruldu. Uykunun kırışıklarını taşıyan yüzü şaşkındı. Kepini burnunun üstüne kadar indirmiş, kulaklıklarını da aşağı çekip çenesinin altından bağlamıştı. Gözünü açmadan kepine saldırmıştı neredeyse. Kulaklıkların bağcığını çözmeye, kepini çıkarmaya uğraşıyordu. Sesi titrek ve ürkekti. «Ne? Uyumuş muyum yoksa? Öyle bir ara dalmışım herhalde. Bağışlayın, Teğmen Yoldaş! Brrr, uyurken büsbütün üşümüşüm.» Kuznetsov, sert bir sesle, «Uyuduğun için bütün vagonu da buz kutusuna çevirdin,» diye söylendi. Çibisov, «İsteyerek yapmadım, Teğmen Yoldaş,» dedi. «Birden bastırmış uyku. Hiç farkında değilim.» Emireri, emir verilmesini beklemedi, yüzündeki uyku izlerini silmeye uğraşarak büyücek bir tahta parçası alıp dizinin üstünde kırdı. Tahtaları telâşla sobaya tıkıyor, omuzlarıyla dirseklerini gereğinden çok oynatarak hızla çalıştığını göstermeye uğraşıyordu. Izgaranın arkasında birkaç tembel alev canlanmıştı; eğilip ateşe baktığında, şimdiden islenen yüzü, sinsi bir kölelikle parlayan gözleri aydınlandı. «Şimdi ısıtırım vagonu. Şimdi Teğmen Yoldaş! Hamam gibi olur şimdi. Soğuğun tadını ben de bilirim. Bu savaş kemiklerimizi dondurdu. İliklerimize kadar…» Kuznetsov, sobanın açık kapağının önüne çömeldi. Emirerinin göze girme çabası, geçmiş günleri hatırlatmak için kullandığı sözler hiç hoşuna gitmemişti. Onun emrindeki birlikteydi Çibisov. Bir süre önce Alman ordusuna tutsak düşmüş, birkaç ay bir kampta kalmıştı. Birliğe döndüğünden beri herkesi hoşnut edebilmek için çırpınıyor, her isteneni yerine getirmek için elinden geleni yapıyordu. Bu yüzden de herkeste bir acıma duygusu uyandırıyordu. Çibisov, kadınsı bir hareketle, sıralardan birine ilişti usulca. «Demek Stalingrad’a gidiyoruz, Teğmen Yoldaş,» diye söylendi. «Duyduğuma göre gerçek bir kıyma makinesiymiş o cephe. Siz korkmuyor musunuz, Teğmen Yoldaş?» Kuznetsov, kayıtsızlıkla ateşe bakarak, «Nasıl bir makine olduğunu gidince görürüz,» dedi. Çibisov’un yaltaklanan bakışlarından sıkılıyordu. «Niye sordun peki? Sen korkuyor musun? Niye sordun?» Emireri yapmacık bir neşeyle, «Yok,» dedi, «eski korkular kalmadı artık.» Göğüs geçirerek küçük ellerini dizlerinin üstüne yerleştirdi, içini dökercesine, Kuznetsov’u bir şeye inandırmaya çalışırcasına söylendi: «Kamptan kurtulup döndüğümde bizimkiler bana güvenilebileceğine karar verdiler, Teğmen Yoldaş. Tam üç ay Almanların elinde kaldım; kendi pisliğinin üstüne oturan köpekler gibi oturdum orada… Gene de bana güvendiler. Bu savaş çok büyük bir savaş. Orduda her çeşit insan var. Herkese ilk anda güvenmek doğru olmaz, değil mi?» Kuznetsov’u süzüyordu soran bakışlarla. Teğmen hiç karşılık vermedi, sobanın yanında ısınmaktan başka kaygısı yokmuş gibi parmaklarını kasıp germekle yetindi. «Almanların eline nasıl düştüğümü biliyor musunuz Teğmenim? Daha önce anlatmamıştım size; ama şimdi anlatmak istiyorum. Vyazma yakınlarında bir yerdeydik. Almanlar bizi bir vadiye kıstırdılar, tanklarla kuşattılar. Cephanemiz de tükenmişti. Alay komiseri cipinin üstüne atlayıp tabancasını çekti, ‘Bu faşist domuzlarına tutsak olmaktansa ölmeyi yeğlerim,’ diye bağırarak şakağına bir kurşun sıktı. Oluk gibi kan fışkırdı. Tanklar da üstümüze geliyordu artık, diri diri eziyorlardı askerleri. O zaman önce albay, sonra da bir iki kişi daha…» Kuznetsov, «Evet, sonra ne oldu?» diye sordu. «Ben kendimi vuramadım. ‘Hande hoch!’* diye bağırışıp hepimizi bir araya topladılar, sürüp götürdüler.» Kuznetsov, Çibisov’un yerinde olsa başka türlü davranacağını belirten bir sesle, «Anlıyorum,» diye mırıldandı. «Demek onlar eller yukarı deyince, siz de hemen teslim oldunuz? Tüfeğiniz yok muydu, Çibisov?» Çibisov hoşgörüyle gülümsedi. «Henüz çok gençsiniz, Teğmen Yoldaş. Evli değilsiniz; çocuklarınız da yok. Sanırım bir ananızla babanız vardır sizin.» Kuznetsov, «Çocukların bu işle ne ilintisi olabilir?» diye sordu şaşkın şaşkın. Çibisov’un, söylediklerinin bağışlanmasını umarcasma baktığını görüp, «Çocukların konuştuğumuz konuyla yakından uzaktan hiç bir ilişkisi olamaz!» dedi sertçe. «Öyle mi dersiniz, Teğmen Yoldaş?» «Canım, benim demek istediğim o değil… Benim çocuğum yok elbette.» Çibisov ondan yirmi yaş büyüktü; bölüğün ‘dedesi’ sayılırdı bayağı. Asker gözüyle bakılınca Kuznetsov emirerinin üstüydü ama —topçu okulundan çıkınca yakasına kendi elleriyle diktiği rütbe işaretlerinin yüklediği sorumluluğu çok iyi bildiği halde yıllar boyunca edindiği deneylerle güçlenen bu adamla konuşurken tedirgin olurdu hep. Tepelerinden bir ses geldi: «Siz misiniz, Teğmenim? Yoksa düş mü görüyorum? Soba yanıyor mu?» Üstteki ranzada yatan biri yerinde doğrulmuş, iri yarı, ayı gibi bir gövde yere’ atlamıştı. Ukhanov’du gelen; Kuznetsov’un komutasındaki takımın bir numaralı topçu çavuşu. «Bittim yahu!» Ukhanov, uzun uzun esnedi. «Siz ne yapıyorsunuz burada? Isınıyor musunuz? Birbirinize masal mı anlatıyorsunuz yoksa?» Eller yukarı.. Omuzlarını oynattı, kaputunun eteklerini toplayıp sallana sallana kapıya yanaştı. Buz tutan sürgülü kapıları bir karış aralayarak yüzünü dışarı uzattı. Kapı aralanır aralanmaz kar taneleri dolmuştu içeri; ardından da buz gibi bir rüzgâr. Soğuk hava, adamların paçalarında dolaşıyordu. Lokomotifin düdüğü, trenin tangırtısını, tekerleklerin buzlu gıcırtısını bastıran, tiz, tehdit edici bir çığlık attı. «Tam kurt havası,» dedi Ukhanov. «Ne bir ışık görülüyor, ne de Stalingrad’dan bir iz.» Omuzunu silkti, kalın, demir çemberli kapıyı çarparak kapattı. Çuha çizmeli ayaklarını yere vurdu birkaç kez. Biraz üşümüş, biraz şaşkın bir yüzle dönüp sobaya yanaştı. Açık renk alaycı gözleri hâlâ uykulu, kalın kaşları karla örtülüydü. Kuznetsov’un yanına oturdu. Ellerini sobaya uzatıp ısıttıktan sonra tütün kesesini çıkardı. Aklından geçen bir şeye gülüyor, sırıtırken çelik kaplamalı ön dişi parlıyordu. «Gene yemekler geçti gözlerimin önünden. Uyanık mıydım, uykuda mıydım bilmiyorum. Bomboş bir kasabada tek başıma kalmışım. Bombardımanda yıkılmış bir dükkâna daldım. Yiyecek yığılıydı her yanda; ekmekler, konserveler, dünya kadar sosis, sucuk, şişe şişe şarap. Hah, şimdi oturup tıka basa karın doyururum diye düşündüm. Gelgelelim öyle üşüyordum ki, karnımı doyur amadan uyandım. Kötü oldu doğrusu. Düşünebiliyor musunuz? Bir dükkân dolusu yiyecek! Gözünün önüne geliyor mu, Çibisov?» Kuznetsov’a değil, emirerine seslenmişti. Böylece de, teğmeni birliğin dışında bir kişi saydığını göstermek istemişti sanki. «Doğrusu düşlerinize hiç diyecek yok, Üstçavuş Yoldaş.» Çibisov, fırından çıkmış ekmek kokusu duymuşçasına sobadan yayılan sıcak havayı çekiyordu ciğerlerine. Yan gözle Ukhanov’un tütün kesesine baktı. «Yalnız unutmayın ki geceleri sigara içmezseniz epeyce tütün artırabilirsiniz. Bütün gece içmezseniz on sigaralık tütün artırmış olursunuz.» «Bak hele bak! Sen bayağı diplomat kesilmişsin meğer!» Ukhanov keseyi emirerine uzattı. «Al, sar bakalım. Bilek kadar bir sigara sar kendine! Ar tır sak ne olacak sanki?» Yarı yarıya tutuşmuş tahtalardan birini alıp sigarasını yaktı, sonra da aynı tahtayla ateşi karıştırdı. «Neyse, cepheye vardık mı karavana biraz düzelir sanırım. Çarpışmalarda elde edeceğimiz ganimeti de hesaba kat! Almanların olduğu yerde ganimet bol olur. Senin anlayacağın, teğmenin ayrıcalıklı tayınından düşen kırıntıları toplamak için boğuşmak zorunda kalmayacağız.» Sigaranın ateşini üfledi, gözlerini kısıp alnını kırıştırdı. «Ee, söyle bakalım, Kuznetsov! Hepimize babalık etmek çok ağır bir yük değil mi sence? Assu’ baylarla erlerin işi çok daha kolay. Herkes kendinden sorumla. Bizim yükümüzü sırtında taşımak zor gelmiyor mu sana?» «Seni niye subay yapmadıklarını bir türlü anlayamıyorum,» dedi Kuznetsov. Çavuşun alaycı konuşmasından sıkılmıştı. «Sen açıklayabilir misin, Ukhanov?» Birlikte başlamışlardı topçu okulundaki kursa. Ne var ki Üstçavuş Ukhanov sınavlara alınmamış, birliğe assubay rütbesiyle katılmıştı. Topçu çavuşu olarak Kuznetsov’un emrine verilmesi de teğmene bir başka sıkıntı kaynağı olmuştu. Ukhanov keyifle sırıttı. «Yaa, ben de subaylığa yükselmek için can atıyordum doğrusu! Siz durumu yanlış açıdan görüyorsunuz Teğmenim. Aslında benim bütün istediğim deliksiz bir uyku uyuyabilmek; şöyle bir on saat kadar uyuyabilsem… Belki gene bir bakkal dükkânı görürüm rüyamda. Hadi bana izin, dostlar. Bir daha sesim soluğum çıkmazsa, o arkadaşı son saldırıda kaybettik deyiverirsiniz.» Sigaranın izmaritini sobaya attı, gerine gerine üst ranzaya tırmanıp hışırtılı samanların üstünde uyuyan askerlerin arasında yer açmaya çalıştı. «Biraz sıkışın çocuklar,» diye söyleniyordu. «İnsana Lebensraum verin biraz.» Az sonra da bir yere kvrılıp sustu. Çibisov, boynu bükük bir tavırla, «Siz de yatsanız iyi olur, Teğmenim,» dedi. «Görünüşe bakılırsa bu gece hiç birimiz pek fazla uyuyamayacağız zaten. Benim yüzümden uykusuz kalmayın siz.» Sobanın yaydığı ısıdan yüzü kızaran Kuznetsov ayağa kalktı, yeni tabanca kılıfını alışkın hareketlerle düzelterek emreden bir sesle Çibisov’a seslendi: «Bundan böyle görev başında daha dikkatli olmanı beklerim, asker!» Gelgelelim bu söz ağzından çıkar çıkmaz Çibisov’un yüzüne yayılan üzüntüyü gördü ve aşırı bir sertlikle konuştuğunu anlayıp topçu okulundaki altı aylık eğitim sonunda alışmıştı öyle konuşmaya fısıltıyı andıran bir sesle, yaptığı yanlışlığı düzeltmeye çalıştı: «Ateşin sönmemesine dikkat et, lütfen.» «Başüstüne, Teğmen Yoldaş. Hiç merak etmeyin. Size iyi uykular.» Kuznetsov, soğuk, sallantılı, gıcırtılı karanlıkta ilerleyip yatağına tırmandı, yerine uzanınca pencereden gelen soğukta donacağını düşündü yine. Bitişik ranzada yatan komşusunu itti, çocuk gibi dudaklarını sarkıtıp içini çekmekten başka bir tepki göstermeyen Teğmen Davlatyan’m yanına sokuldu. Omuzlarını kaldırıp çenesini, kaputunun nemli, batıcı yakasına gömdü, dizlerini bükerek vagonun duvarına dayadı. Duvarın iç yanı bile mavimsi tuzu andıran buz kristalleriyle örtülüydü. Değdikçe üşütüyordu insanı. Yatağın otları ıslak hışırtılarla altından kayıyor, buzlu duvarlardan madenî bir koku yükseliyordu. Başının üstündeki pencereden giren incecik yel de boyuna yüzünü yalıyor, iğne gibi derisine batıyordu. Lokomotifin tehdit edici düdüğü sürekli olarak çalıyor, tren, yoğun karanlığı yararak gümbürtüyle ilerliyordu. Cepheye her an biraz daha yaklaşıyordu tren. İKİNCİ BÖLÜM SESSİZLİK uyandırdı Kuznetsov’u; ansızın bastıran huzur duygusuyla sessizlik. Trenden iniyoruz, diye düşündü şimşek hızıyla. Tren durmuş, ineceğiz. Beni niye uyandırmadılar acaba? Ranzadan aşağı atladı. Sabahın ilk saatleriydi bunlar; ortalık buz tutmuştu. Vagonun ardına kadar açılan kapılarından içeri soğuk hava doluyor, geceki tipinin yığdığı karlar cam gibi parlayan kımıltısız tepecikler şeklinde uzanıyordu göz alabildiğince. Ufukta yükselen güneş, ışın saçmayan kırmızı bir toptu. Kapı demirlerinin üstünde biriken kar tabakasından, havadaki kırağı zerreciklerine kadar her şey, göze batan, delici ışıltılarla yanıyordu. Vagonda kimsecikler kalmamıştı; yalnızca rüzgâr dolaşıyordu içeride. Dağınık yatakların otları sağa sola saçılmış, birkaç sırt çantası yerde açık bırakılmıştı. Bir köşede de kızılımsı pırıltılar saçan bir yığın karabina duruyordu. Dışarıda, birisi, yün eldivenli ellerini birbirine çarparak top patlamasını andıran gürültüler çıkarıyor, karların, çuha çizmelerin altında çatırdadığı, sabahın gergin sessizliğinde birbirine seslenen askerlerin konuşması duyuluyordu. «Ee, çocuklar, Stalingrad nerede hani?» «Daha trenden inmeyeceğiz bana kalırsa. Emir falan gelmedi. Sanırım burada karnımızı doyuracak kadar zaman bulacağız. Stalingrad’a henüz varmadık herhalde. Hah işte, •karavanalar geliyor.» Bir başkası, boğuk bir sesle, keyifli keyifli söylendi: «Gök de pırıl pırıl. Birazdan tepemize inerler. Tam onların işine yarayacak bir hava!» Kuznetsov, silkinerek uykuyu üstünden attı, kapıya yürüdü. Güneşin altında uzanan karın köreltici aydınlığı gözj lerini kamaştırmış, havanın soğukluğu genzini yakmıştı. Steplerin ortasında durmuştu tren. Askerler vagonların yanında kümelenmişler, ısınmak için birbirlerine sokuluyor, ellerini gövdelerine vuruyorlardı. Herkes aynı yöne bakıyordu. Ortadaki vagonların birinde kurulan gezici mutfak, sabahın saydam pembeliğinde dönerek yükselen duman sütunları uzatıyordu havaya. Mutfağın hemen karşısında da kar yığınlarının arasından dostça bakan tek yapının, istasyonun kırmızı kiremit damı görülüyordu. Askerler, ellerindeki yemek taşlarıyla vagonlardan mutfağa, mutfaktan istasyona koşturuyorlardı. Mutfağın ve istasyon kuyusunun çevresindeki karlar, kaputlarla, yorgan dikişiyle dikilmiş içi pamuklu, kalın ceketlerle beneklenmişti. Bütün tren, kuyudan su çekiyor, kahvaltıya hazırlanıyordu sanki. Vagonun önündeki konuşmalar da sürüp gidiyordu hâlâ. «İnsanın içine işliyor, değil mi? Tabanlarından giriyor, iliklerine kadar donduruyor. Sıfırın altında otuz vardır sanırım. Ah ah, şimdi sıcak bir yatakla oynak bir karı olacaktı ki! İşte o zaman tomurcuklanır Shair Bahçelerindeki güller!» «Nechayev gene tutturdu galiba. Hep de aynı havayı çalar. Kadından başka şey düşünmüyor bu herif. Donanmada çikolatayla beslemişler onu! O yüzden de iyice azgın kerata! Sopayla da adam olmaz bu.» «Kabalık etmeyelim, arkadaş! Sen ne bilirsin zaten? ‘Shair Bahçelerine bahar geldiğinde…’ Bilgisiz köylünün birisin sen! Hepsi o kadar!» «Sen de damızlık aygırın birisin! Azdın gene.» Kuznetsov, «Duralı çok oldu mu?» diye seslendi. Ortaya sorulmuş bir soruydu bu. Sonra da karların üstüne atladı.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir