Zehra İpşiroğlu – Düşünmeyi Öğrenme ve Öğretme

Geçen yıl Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde İsviçre yazını üzerine yapılan bir sempozyum dolayısıyla İzmir’e gitmiştim. Ege Üniversitesi Almanca Bölümü son sınıf öğrencileriyle yaptığım bir söyleşi sırasında, öğrencilerden biri üniversiteyi bitirdikten sonra, büyük bir olasılıkla özel bir şirkette ithalat ihracat işinde çalışmak istediğini anlattı. Dilediği gibi bir iş bulamazsa, babasından kalma az bir seı·mayesi vardı, bir arkadaşıyla ortak bir bakkal dükkanı açabilirdi. Bu iş de yürümezse, belki üniversiteye araştırma görevlisi olarak girecekti. Benden öğı·enmek istediği akademik kariyerin kendisi için uygun bir seçim olup olmadığıydı. Şaşırmıştım. Üniversitenin maddi açıdan hiç de doyurucu bir iş olmadığını söyledim ona. Bizim alanımııda üniversitede kalmanın tek nedeni olabilirdi, o da olağanüstü bir sevgi ya da tutku. “Ne sevgisi?” “Kitap okuma, okuduğunun üzerinde düşünme, araştırma yapma ve okuduğunu başkalarıyla paylaşma. Okuruayı seviyor musun?” “Hiç” dedi. “Gerçi iyi bir öğrenciyim ama kitapla aram ne yalan söyleyeyim hiç de iyi değil. Bir kitabı elime aldığım anda, içim sıkılmaya başlıyor.” O zaman bu işi unutmasını söyledim. Şimdi şaşırma sırası ondaydı. Büyük bir içtenlikle “Sizin üniversiteniz buradan çok farklı olmalı” dedi. “Ne gibi?” “Yani üniversitede kalmanın tek nedeni sizin söylediğiniz gibi okuma tutkusnysa, böyle bir tutkuyu ben burada hiçbir öğretim üyesinde gör- 8 medim de. Üniversitede hoca olmak için, kitap okumayı sevmenin gerekli olduğunu düşünmemiştim hiç.” Dört yıl üniversitede başarılı bir öğrenci olarak okuyan ama üniversitenin ne olduğunu bile bilmeyen öğrenciye hiçbir yanıt veremedim. Ne diyebilirdim? Söyledikleri acı bir gerçeği dile getirmiyor muydu? Üniversitelerimizde ders veren seçkin aydın kesimin acaba yüzde kaçı düşünen, okuyan, araştırma yapan mesleğine bağlı insanlardan oluşuyor? Her yıl mezun ettikleri yüzbinlerce öğrencinin içinde yüzde kaçı üniversitenin ne olduğunun ya da en azından ne olması gerektiğinin bilincine varmış? Adı olan ama kendisi olmayan üniversitelerimizin, düşünmenin yerini ezberciliğin, okumanın yerini bilgi yığınacasının aldığı çarpık bir öğretim sisteminin uzantısı olduğu bilinen bir gerçek. İlkokul çağından başlayarak yıllar yılı yaşamdan kopuk, gereksiz bilgilerle beyni doldurulan öğrenci, yüksek öğretimde de değişik bir tutumla karşılaşmıyor. Not tutma, ezberleme, vize, sınav çarkı içinde bir kördövüştür gidiyor. 1 Kuşkusuz vizeleriyle yüklü ders programıyla, öğrenciyi de öğretim üyesini de birer “yük-eşeğine” dönüştüren YÖK’ün etkisi burada çok büyük. Ne var ki tüm sorunu YÖK’ e bağlamak yüzeysel bir görüş. Çünkü bu sistem öteden beri bozuktu, YÖK onu dondurarak büsbütün işlemez kıldı. Ezbereilik sistemi içinde bağımsız düşünmenin ne olduğunu bile bilemeyen gençlik sorunu YÖK öncesinde de vardı. Ülkemizde 12 Eylül öncesinde korkunç boyutlara ulaşan anarşik olaylar bunun en somut örneği değil mi? Türlü baskılarla kişiliğinin gelişmesi engellenen öğrenci, bağımsız düşünme yetisinden yoksun olduğu için ucuz sloganların tuzağına 9 düştü kolaycana. Düşünsel düzeyde tartışma yapılamadığı, yapıcı bir diyalog kurulamadığı için, yıkıcılık ve zorbalık kol gezdi, onca gencin ölümüne neden olan silahlı çatışmalar birbirini izleyip durdu. Bugün yaşadığımız irtica olayı da aynı nedenden kaynaklanmıyor mu? Gericilerin elinde oyuncak olan gençlik kesimi temelinden çarpık bir eğitim sisteminin kurbanları. Yıllar yılı uzun bir beyin yıkama sürecinden geçtikten sonra bugünkü duruma gelmişler. Unutulmamalı ki bugün özgür olmama özgürlüğünü savunan sıkmabaşlı kızlarımız, 12 Eylül döneminde daha oıtaokul öğrencisiydiler. Özgürce düşünemeyen, sorunlara eleştirel açıdan bakamayan bağımlı gençlik sorunu, temelinden çarpık bir eğitim sisteminden kaynaklanıyor. YÖK’ü sadece bu sistemin uzantısı olarak görmeliyiz. Bu sorunun çözümü kuşkusuz öğretim sisteminin temelinden değişmesine, başka deyişle bir altyapı değişikliğine bağlıdır. Bu dönemde böyle bir değişikliği kolay yapamayacağımıza göre, yüksek öğretimin dar sınırları içinde ne yapılabilir diye düşünmeliyiz.2 YÖK kuşkusuz bir engeldir ama kalıcı da değildir, gelip geçicidir. Bizim sorunumuz YÖK değil, YÖK’e karşın neler yapabileceğimiz olmalı. Başka bir deyişle sorunların çözümünü hep dış etkenlerde aramaktan vazgeçmeliyiz. YÖK’ü engel olarak öne sürerek her şeyi olunma bırakmanın dürüst bir davranış olmadığı kanısındayım. Birçok değerli bilim adamı ne yazık ki bu yolu seçiyor. Örneğin çoğu üniversitelerde YÖK sisteminde başka bir şey yapılamayacağı gerekçesiyle, öğrencilerin en kötüleri bile yüksek notlarla geçiriliyor, yetersiz master ve doktora tezleri onaylanıyor. Böylece beğenilemeyen, kınanan YÖK’ün ek- lO meğine yağ sürülüyor. Unutulmamalı ki YÖK birçok değerli bilim adamını üniversiteden uzaklaştırdı, uzaklaştıramactıklarını da böyle bir bezdirme yoluna gitti. Yüksek öğretimde biz bugün, bu koşullarda nasıl y�u·arlı olacağımızı düşünelim. Bu bağlamda yalnız sosyal bilim dallarında değil, teknik alanlarda okuyanlara da yönelik kitap okuma, okuduğunu özümseme, üzerinde düşünme doğrultusunda sağlıklı bir yazın öğretiminin çok yararlı olacağına inanıyorum. Son yirmi yıl içinde ülkemizde yazın araştırmaları alanında yazın tarihi, yöntemleri ve kurarnları üzerine yerli ya da çeviri pek çok yayın yapıldı. Yapısalcılık, metne yönelik eleştiri, Marksist eleştiri gibi birbirine karşıt düşen çeşitli yaklaşımlar türlü tartışmalara yol açtı. Ne var ki tüm bu taıtışmalar hep kısıtlı bir çevre içinde kaldı. Yüksek öğretimde yazın öğretimine ilişkin çok daha geniş bir kitleye yönelik sorunların üzerindeyse hemen hiç durulmadı. Üniversitelerde yabancı dil ve yazın öğretimi bugün hangi aşamadadır? Öğrencilerin kültür düzeyleri nedir? Kitap okuyarlar mı? Okuyariarsa ne tür kitaplar okuyorlar? Okumuyorlarsa nedenleri nedir? Kitap okuma alışkanlığı nasıl elde edilebilir? Yürürlükte olan öğretim sistemimiz şimdiye değin bu alanda yeterli olabilmiş mi? Olamamışsa nedenleri nedir? Yabancı dil ve yazın öğretimine bu alanda ne gibi yenilikler getirilebilir? Bu ve benzeri sorunlar üzerinde hiç durulmuyor. Oysa özellikle sosyal bilim dallarında okuyan gençliğin kültür düzeyinin günden güne başdöndürücü bir hızla düşmekte olduğunu görüyoruz. Tüm bu sorunlan gündeme getiren bu çalışmamı, özelIikle İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde Alman dili ll ve edebiyatı okuyan öğrencileri göz önünde tutarak hazırladım. Aslında bu öğrenciler dil bildikleri ve yabancı bir kültürü az da olsa tanıdıkları için, ayrıcalıklı bir konumdalar. Büyük çoğunluğu tarih, coğrafya gibi diğer sosyal bilim dallarında okuyanlardan daha bilinçli ve düzeyli bir kesimi oluşturuyor. Bu bölümü bitirenlerden kimi rehberlik, çevirmenlik gibi işlerle uğraşırken, azımsanamayacak bir bölümü de oıta öğretİrnde Almanca öğretmeni olarak çalışıyor. Öğrencilerle geçen yıl yaptığım bir soruşturmacia öğretmenliğin istenilen mesleklerin başında geldiği görülüyor (% 68). Yine % 68’in bu bölümü bilinçle seçtiğini söylemesi çok sevindirici. Ne var ki şimdiye değinki deneyimlerimiz bu öğrencilerin de kültür ve ilgi düzeylerinin oldukça düşük olduğunu gösteriyor. Gerek yabancı dil ve yazın dallarında gerek öteki bilim dallarında değişmeyen gerçek, yüksek öğretimin yaşamdan kopuk, soyut bir bilgi aktarmacılığının ötesine geçememesi. Yaşamında hiç kitap okumamış bir öğrenciye, yazın kuı·amları ve yöntemleri üzerine ne anlatıı·sanız anlatın, havada kalıyor. Bu nedenle öğrenciler dersten derse koşup harıl harıl not tutup ezberliyor, ilgisizlerse derslere girme gereksinimi bile duymuyor, başkalarının tuttuğu notlardan sınava hazırlanıyor. Ama sonuç aynı, ilgilisi de ilgisizi de, bir şeyler öğrenmek isteyeni de istemeyeni de soyut bir bilgi yığmacası ve sınav baskısı içinde tıkanıp kalıyorlar. Sorunu temel bir kültür sorunu olarak değerlendirip bu durumda köklü değişiklikler yapılmadıkça, öğrencinin kültür düzeyinin günden güne daha da düşeceği açıktır. Hazır bilgi aktarmacılığının ve ezbereiliğin yerini düşünme 12 ve okuma sevgisinin aldığı verimli bir ortamın sağlanabilmesi için, kendi deneyimlerimden yararlanarak bazı öneriler getirmeye çalıştım. Bu kitabı eğitim çıkmazımızın bilincinde olanlara yönelik bir model kitabı olarak düşündüm, aynı zamanda öğretim sorunlarıyla doğrudan ilgisi olmayan ama düşünmeden korkmadan yazın dünyasına girmek isteyen daha geniş bir okuyucu kesimine de sesleniyor. Kitabın ilk bölümünde üniversitenin mutfak içi sorunlarına ışık tutan bir deneyden yola çıktım.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir