Andersen – Seçme Masallar I

Hans Christian Andersen 1805’te Danimarka’da Odonse’de fakir bir kunduracının oğlu olarak doğmuş, 4/8/1875’te Kopenhag’da ölmüştür. Andersen’in bir şair, hem de büyük bir şair olduğundan şüphe edilmemeli. Cansızların dilini anlayarak, eşyayı konuşturacak kadar büyük bir şair olan Andersen, eline aldığı her konuyu kendi iç soluğu ile doldurmayı, yaşatmayı bilmiş, onları insanlaştırmış, aramıza katmıştır. Şairin bu yanı ile hemen dehaya değdiğini, dünyaya bir yeni deyiş, anlatış getirdiğini söylemeliyiz. Her dâhinin kendine mahsus bir dil yarattığı söylenmiştir. Bunun gibi dâhilerin çoğu zaman dünyaya büyük bir keşif getirdiği de ortaya atılabilir. Andersen kendi üslûbunda taşı, ağacı konuşturmasını keşfeden adamdır. Hiç olmazsa bu dili, kendine göre geliştirmesini, onu insan hakikatinin içine alabilecek kadar genişletmesini bilen adamdır. Gerçekten de Andersen’de bir yenilik, bir tazelik içinde bir daha tekrarlanan ama yeni, taze olduğu için bizi bıktırmayan insanı buluyoruz. Onun masallarında hayvanlar dillenir, bir gübre böceği, en güzel anlatışlarından birinin, altından pırıl pırıl bir kahramanı haline girer. Sempatik, sevimli bir kelebek, bir çiçek gibi sevilebilecek bir böcektir bu, ama tıpkı insan gibi, hem de cins bir insan gibi konuşur, düşünür, duyar, anlatır. Bir çaydanlık, en derin duygularla dolup boşalmakta, bütün bir ömrün, bir düşüncenin duru, süzülmüş balını, bir kalp gibi kırılan emziğinden akıtır. Kişi, Andersen’in havasına bir kere girince artık dünyada yalnız sayılmasın. Kimsesiz, tek başına kalsa yüksünmeyebilir, çünkü bir anahtar geçirmiştir eline, onunla bir kayayı, bir denizi, bir dağı açabilir. İçinde baştanbaşa şiir, büyü, masal dolu bir dünya var onların… Hem de dağla dağ, kaya ile kaya olur.


Etrafındaki en hurda eşya ile dertleşebilir. Ben Andersen’i gerçekten okuyabilen kişinin yeni bir dil öğreneceğini de sanıyorum. Yeni bir dil kişiyi mutlaka zenginleştiren, onu arttıran bir şey. Andersen insana bilinen dillerden birini değil, bizi çevreleyen dilsiz varlığın, o somut, elle tutulan, hayatımızın parçaları olan cansızların, dilsizlerin dilini öğretir. Hem bu dili bir kere sökünce kendimizi daha iyi öğrenir, o yoldan da kendimize çıkarız. Zaten sanatta bütün yollar bize çıkar. Büyük marifet, kuru, tatsız gerçekleri canlandırmak, onları artırıp kendimize katmak değil midir? İnsan dünyaya durmadan artmak için gelmiştir. Andersen’in masalları, çocuk masalı değil, bunu belirtmeliyim. Ama bizi çocuklaştırabilecek kadar arılığa, zenginliğe, şiire götüren yaratışlar bunlar. İsa’nın meselleri gibi saf, sade. Dünyayı yenerek unutmuş, yüzleri bir çocuk güzelliği almış azizlerin aydınlığı, ışıkları gibi Andersen. Onun metafiziğini bir çocuğun kavraması, tatması imkânsızdır. Ama onun şiirden metafiziği bizi kaynaklaştırabilir. İsmetimizi, duruluğumuzu artırır, saflaştırır bizi, zenginleştirir. Tanrıya, güzele, yüceye inanan bir insan.

Yaşadığımız günler gibi boğazına kadar pis değil. Cansız maddeyi aşmaya çalışır, insanı en gerçek, en kavranılmaz tarafından, ruhundan tutup çeken bir el gibi Andersen. Bu soluk, onu okurken, etimizi yakacak kadar değişiyor, yaklaşıyor bize. Sen, şu et parçası değilsin! diyebiliyor. Seni tartmak, doyurmak, ağırlaştırmak isteyenler yanıldılar! Değil sen, şu taş, şu ot parçası bile göründüğü şey değildir! Bir gübre böceği, en usta kuyumcuların elinden çıkmış kadar güzel. O da bir ışık, bir erişilmez yücelikte. Senin kısa, küstah aklınla tadılamayan bir şiir o…

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir