Jules Verne – Zacharius Usta ve Olağanüstü Öyküler

Cenevre kenti, Cenevre Gölü’nün batı ucuna kurulmuştur; Rhône ırmağı gölden çıkarken kenti iki ayrı parçaya bölerek içinden geçer ve kendisi de, iki kıyısının arasına fırlatılmış bir adayla, kentin merkezinde ikiye ayrılır. Bu topografik konuma büyük ticaret ya da sanayi merkezlerinde sık rastlanır; kuşkusuz oraların ilk sakinlerine, ırmakların hızlı akan kollarının, eskilerin deyişiyle, tek başına yürüyen o yolların sunduğu ulaşım kolaylıkları çok çekici gelmiştir; Rhône ırmağı söz konusu olunca, koşan yollardır bunlar. Yeni ve düzenli yapıların , ırmağın ortasına bir Hollanda kadırgası gibi demirlemiş olan bu adanın üzerinde henüz yükselmediği zamanlarda, birbirinin üstüne binmiş evlerden oluşan olağanüstü bir yığın, güzelliklerle dolu bir karmaşa sunuyordu gözlere. Adanın ufak oluşu, evlerden bazılarını, Rhône Irmağı’nın sert akıntılarına rasgele sokulmuş kazıklara tünemeye zorlamıştı; zamanın kararttığı, suların yıprattığı bu koca kalaslar, dev bir yengecin ayaklarına benziyor ve bazen düşsel görünümler yaratıyordu; bu yüzyıllık yapılanmanın ortasında, sararmış, yayılmış, örümcek ağlarına benzer ağlar, karanlıkta, yaşlı meşe ormanlarının ölü yaprakları gibi kıpırdıyordu; ırmaksa, bu karanlık ormanın ortasına, ölümü çağrıştıran uğultularla gömülüp gidiyordu. Havada asılı duran o evlerden biri, tuhaf yıkık dökük haliyle dikkat çekiyordu; yaşlı saatçi Zacharius Usta, kızı Gérande, çırağı Aubert Thün ve yaşlı hizmetçisi Scholastique’in oturdukları evdi bu. Ne bambaşka bir adamdı şu Zacharius! Kaç yaşında oldugunu bilmek olanaksız gibiydi; Cenevre’nin en yaşlılarından hiçbiri, onun zayıf ve sivri kafasının ne zamandan beri omuzlarının üzerinde bir o yana bir bu yana gidip geldiğini söyleyemezdi, uzun beyaz saçlarını rüzgarda savurarak kentin sokaklarında yürüdüğü ilk günü de bilmiyorlardı. Bu adam yaşamıyordu; saatlerinin rakkası gibi gidip geliyordu; kadavrayı andıran kuru yüzü koyu renklere bürünmüş; saatçi, Leonarda da Vinci’nin tabloları gibi karamsarlığa gömülmüştü. Kızı Gérande, eski evin en güzel odasında otururdu, bakışları insana neşe veren bir pencereden çıkıp Jura’nın karlı doruklarına konardı hüzünle; ama ihtiyarın yatak odası ve atölyesi, hemen hemen ırmak seviyesindeki bir tür mahzenden ibaretti, hatta mahzenin tabanı kazıklar üzerinde duruyordu. Çok çok eskiden beri, Zacharius Usta buradan yalnızca yemek vaktinde ve kentin çeşitli saatlerini ayarlamak için çıkardı; zamanının geri kalanını, çoğu kendi buluşu olan sayısız saatçilik aletleriyle dolu bir tezgâhın başında geçirirdi. Çünkü becerikli bir adamdı; yaptıkları bütün Fransa’da ve Almanya’da çok begeniliyordu; Cenevre’nin en hünerli işçileri, onun üstünlüğünü fazlasıyla kabul ediyordu; onu gururla gösteren ve “Saat maşasını icat etmiş olma onuru ona ait!” diyen bu saat tutkunu kent için ne büyük bir övünç kaynağıydı Zacharius Usta. Gerçekten de daha sonra Zacharius’un çalışmalarından anlaşılacağı üzere, gerçek anlamda saatçiliğin doğuşu bu buluşla başlar. Neyse! Uzun uzun ve güzel güzel çalıştıktan sonra Zacharius ağır ağır aletlerini yerine koyar, ayarladığı narin parçaları koruyucu hafif camlarla örter, sonra da hareketli çarka rahat bir soluk aldırırdı; en sonunda, küçücük odasının ortasındaki bir kapağı kaldırıp eğilir, saatler boyunca böylece, Rhône gözlerinin önünde gürültüyle akarken, onun puslu buğusuyla sarhoş olurdu. Bir kış akşamı, yaşlı Scholastique yemek servisini yaptı, eski geleneklere göre, genç çırakla birlikte o da sofraya oturuyordu. Ama Zacharius Usta, özenle hazırlanmış yemekler kendisine mavili beyazlı güzel tabaklarda sunulduğu halde hiçbir şey yemedi; babasının kaygı verici suskunluğunun besbelli endişeye süreklediği Gérande’ın tatlı sözlerine pek karşılık vermedi; Scholastique’in gevezeliklerine de, tıpkı artık farkına varmadığı ırmağın gürüldemesi gibi, kulaklarını tıkamıştı. Bu sessiz yemekten sonra, yaşlı saatçi kızını öpmeden, ev halkına alışılmış iyi akşamlar dileklerini söylemeden sofradan kalktı; sığınağına giden dar kapıdan çıkıp gözden kayboldu; ağır adımlarının altında merdiven tuhaf iniltilerle gıcırdadı.


Gérande, Aubert ve Scholastique bir süre konuşmadan durdular. O akşam hava kapalıydı; bulutlar Alpler boyunca ağır ağır, zar zor ilerliyor, yağmur olup inecek gibi görünüyorlardı; İsviçre’nin sert iklimi, ruhu hüzünle, sisle dolduruyor, güney rüzgarları uğursuz ıslıklarla dönüp duruyordu. “Sevgili küçükhanım, biliyor musunuz ki efendimiz iyice içine kapandı,” dedi sonunda Scholastique; “acıkmamış oluşunu anlıyorum, sözler midesine oturdu, ağzından tek söz alabilene aşkolsun!” “Babamın kederlenmek için tahmin bile edemediğim gizli bir nedeni var,” diye karşılık verdi Gérande, yüzüne acılı bir endişe yer etmişti. “Küçükhanım, bunca üzüntünün yüreğinizi ele geçirmesine izin vermeyin; Zacharius Usta’nın tuhaf alışkanlıklarını bilirsiniz: Gizli düşüncelerini yüzünden kim okuyabilir ki? Kuşkusuz başına can sıkıcı bir olay geldi, ama yarın hatırlamayacak, kızına üzüntü verdiği için de gerçekten pişmanlık duyacak!” Aubert, Gérande’ın güzel gözlerine bakışlarını dikerek böyle konuşuyordu. Aubert, Zacharius Usta’nın çalışmalarının mahremiyetine o güne dek kabul ettiği tek işçi -çünkü Zacharius, onun zekasını, ağırbaşlılığını ve ruh yüceliğini takdir ediyordu- Aubert, Gérande’a bağlanmıştı, kahramanlara özgü fedakârlıklara yön veren o gizemli bağlılıkla hem de. Gérande on sekiz yaşındaydı; yüzünün ovalliği, Brötanya’nın eski kentlerinde büyük bir saygı ve sevgiyle sokakların köşelerine asılan naif Meryem tasvirlerini anımsatıyordu; gözlerinde sonsuz bir sadelik okunuyordu; bir şairin hayalinin en güzel biçimde gerçekleşmesi gibi, seviliyordu Gérande. Giysileri pek göz alıcı renklerde değildi, omuzlarında kıvrılan beyaz çamaşırları, kilisenin çamaşırlarına özgü bir renk ve kokudaydı. Genç kız, Kalvenciliğin kuruluğuna henüz teslim olmamış bu kentte, yumuşacık ve mistik bir yaşam sürüyordu. Sabah akşam, demir kilitli dua kitabından Latince dualarını nasıl okuyorsa, ruhunda Aubert Thün’e ilişkin bilinmeyen bir duygu taşıyordu; dualardaki ayrıntıları fark etmeksizin genel düşünceyi anlıyor, anlamını tahmin ediyor, sözcüklerden kuşku duymuyordu; kaldı ki hoşluklarla dolu bu iç döküşten kaçınmıyordu; yeni mevsimde çiçekler nasıl açarsa minnet duygusu da kendiliğinden yüreğinde açılıyordu. Yaşlı Scholastique bunu düpedüz görüyor ama hiçbir şey söylemiyordu; çenesi düşüklüğü daha çok zamanın felaketleri konusunda devreye giriyordu. Onu hiç susturmaya kalkışmıyorlardı; Cenevre’de yapılan şu müzikli tütün tabakaları gibiydi, o tabakalar bir kez kuruldu mu bütün ezgileri çalardı, çalmaması için ancak kırmak gerekiyordu.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir