Nazan Bekiroğlu – Cam Irmağı Taş Gemi

Elif karanlıkta oturuyordu. Bir Be bulsa, açılacaktı yolu. Ama sırdı Be. Elif sırrın varlığım bile bilmiyordu. Oysa gelmesi gerekiyordu Be’ni bileğinde yaptığı Be’yi. Avucunun tam içindeki çizgilerin çizdiği Be’yi. Dağılan saçlarını kaldırmak için elini alnına götürdüğünde, kendi elinin kendi alnına yazdığı Be’yi. Her yan Be’ydi şimdi, her şey Be. Be’ye bağlanınca Elif, Elifliğini bildi. Her şeyi Be ile tefsir etti. Dünya dediğin bir tefsir hikâyesi, yol verdi, geçsindi. Be’ye yol verince. Sır, sır olmaktan çıktı, aşikâr oldu. Eski halinde kalmanın imkânı yok, Elif’in yolu açıldı. Onlar aynıydı gerçi, dört bir yan karanlıktı hâlâ ama hava, toprak, ateş, su ağır gelirken üzerine, Elif’e artık karanlığın tehdidi azdı.


Simsiyah cübbesini çıkarıp geçti şehrin kapılarından. Ne ahidler bozdu da yüzünü dışarıya döndü, ilk adımını attı. Manasım bildiği ile karşılaşmanın zamanıydı. Gözleri kamaştı önce, hiçbir şey göremedi. Dışarısı önce bahardı; derin, mavi ve güzel ırmaktı. Suydu, ışıktı. Kokuydu, sarmaşıktı. Sonra yavaş yavaş gözleri alışınca, hiçbir şey yabana değil, her şey aniden tanıdıktı. Bir kürsü ve bir nokta. Elif, Be’yi tanıdı. Bir ağaca yaslanmıştı. O yaslandığı için ağaç gölgesini salmıştı mecalsizlikle, sarsılmıştı. Ağacın gölgesinde bir fidan gibiydi Be. Narin ve İnce. Şen ve masum.

Derin ve düşünceli. Be’nin perçemleri üzerine düşen toprak rengi bir gölge. Şensin, dedi Elif, tanıdım seni. Sen misin, dedi Elif, tanıdım seni. Benim, dedi Be, sesi yumuşak ve munisti. Be, çok güzeldi. Ama güzelliğinin farkında değildi. Masumdu bu yüzden. Lekesiz ve temizdi. Karanlıktan aydınlığa çıktığı ilk anda. İki tarafı ağaçlıklı toprak yolun başında. Kapının, eşiğin, aşılması gereken ne ise, onun ardında. Omuzlarına mavi bir hırka attı Be, Elifin. Sonra tutup sağ yeninden öptü usulca. Canın tene değmesi gibi tanıdıkça tanıdı Elif, Be’yi.

Hiçbir hayal kırıklığı, yürek hacminde hiçbir sekme yoktu. Kim, hırkasının sağ yeninden öpmeyi akıl edebilirdi? Elif, bir Be’nin adını biliyordu şimdi. İlk kelime olarak aşk yazdı, Be’nin harfleri yetti, arttı. Adını koyunca bir kere, gerisi kendiliğinden tamamlandı. Bir gökyüzü, bir Be onun altında. Bir ırmak, üzerinde Be. Bir Elif bir de Be. Sonrasında, Be’nin öğretmesiyle suya ve ışığa boğulmuş bu dünyanın bütün kelimelerini öğrendi. Her şeyin cismini ve ismini. İyi bir öğrenciydi. Öyle bir zaman geldi ki Elif’in kelimelerinin sayısı Beynin bildiklerine erişti. Gün ışığı yettiği kadar. Gün ışığı yetmediğinde yolun iki tarafında camdan kandiller yakarak. Alınlarının üzerine portakal çiçeklerinden taçlar, sol ayak bileklerine ya semen den bilezikler taktılar. Saçları arkadan tek örgü, yumuşak kıvrımlı giysilerin içinde bedenlerini rüzgâra bıraktılar.

Dayanamadılar, beyaz köpüklerin arasına atıldılar. Su yıldızları, ayaklarının altında çakıl taşı yaralan, ipeksi kum. Ondurucu yağmur ve bulutlar. Yağmur yağarken bile burada her şey ırmaktı. Son-ucunda her şey saftı, şeffaftı, suydu, ışıktı ve ikisi de çocuktu. O kadar çok sevdi ki Elif, Be’yi. Kıyamete değin hiçbir kadının hiçbir erkeği böyle sevemeyeceğinden emindi. Elif kimi böyle sevebilirdi? Nasıl sevdiyse öyle de sevildiğini zannetti. Ama kim bilebilir ki? Nereden bilsindi? Hoş kokulu çamların iğneleriyle kayganlaşmış yoldan geçerek bir gün ırmak kıyısına indiğinde Elif bütün hikâyelerin içerdiği cümleyle aniden burun buruna geliverdi. Nedeni nasılı yok bunun, kimse merak etmesin. Değil mi ki, her şeyle her şey arasında incecik bir çizgi. Sadece bir yol kıvrımı. Sapak noktası. Bir an. İnanç bir an.

Dönüş bir an. Fark ediş bir an. Neden sonra görebildi. Onları gördü uzaktan. Be”yi ve adını bilmediği diğerini. Sırtında güneş rengi, alev ateş bir giysi, saçlarının arasında su damlalarından bir taç. Ateş ve su aynı anda. Ayru ağaca, o ağaca sırtlarını yaslamışlardı. Başlarını birbirlerinin omuzuna bırakmışlardı. Ağaç sarmıştı onları dalları ve yapraklarıyla. Yaklaşmıştı iyice. Meyvelerini onlara uzatmıştı. O kadar güzellerdi ki Elifin bile id titredi. Ama kendi güzelliğinin farkındaydı şimdi Be. Yasak meyve: Şuur hali.

Farkındalık: Güzelliğin suç hikâyesi. Bu bilmekle bir suça dönüşmüştü Beynin güzelliği. Sanki her şey susmuş da onları dinliyordu. Kulak kesilmişti kışlar, ırmak ve bulut. Bir onlar konuşuyorlardı derin suyun dibinden gelen musikinin, tanrısal bir lir’in eşliğinde. Soluğunu tuttu Elif, Beynin sesini duydu. Be, ona aşkı anlatıyordu. Dikkat etti Elif. Be’nin kendi sözcükleri yoktu. Ona, aşk, Elifin sözcükleriyle anlatıyordu. Bir şey olmuştu ama kendisine ne olduğunu anlayamadı Elif önce. Bu olanla da hoşça bir uyum içinde geçinilir zannetti. Can evinden vurulmuştu oysa. Henüz sıcaktı yara, duymuyordu. Bir sırça binbir parçaya bölünmüş de yerlere saçılmış gibi.

Bir avuç altın tozu rüzgârda savrulmuş gibi. Bir daha asla eskisi gibi olmayacakmış gibi. Halinin kelimesini bulamadı, ancak benzetmelerle yetindi. Onlarla devam etti. Bir büyük boşlukta bir çığlık kopmuş gibi. Çığlığı atan görünürde yokmuş da, ses hâlâ çınlayarak devam ediyormuş gibi. Bir uçurumdan düşerken kolundan yakalayan el uçurumun kendisine dönüşmüş g^bi. Bir uçurumdan düşüp öylece hareketsiz kalmış gibi. Dünya aniden bitmiş, bundan sonrası ölüm gibi. Ölmedi. Bundan sonrasını da yaşadı. Bundan sonrası? Taşıdı. Taşıdıkça ağırlaştı. Olan olmuştu bir bunu anladı da olanı içine nasıl sığdıracak, nasıl hazmedip sindirecek, Elif bunu anlayamadı. Bir daha toplanması mümkün olmayan bir kırılışla kırıldı içinin kayığı.

Mutsuzdu. Üstelik korkuyordu. Yürüyüp geçse üzerinden? Gitse? Gidebileceği bir yer yoktu. Durmakla olmadı, yine de gitti. Bir başka suyun, koca okyanusun tam kenarında bir kumsal evine yerleşti. Deniz bir ilerledi bir geri çekildi. Evi bir kıyıdaydı Elifin, bir suyun içindeydi. Dalgaların birbiri ardınca kumsalı dövüşünü, bu uğultuyu, yağmurun denizin üzerine yağışını hiç bu kadar yakından görmemişti. Yıldızlar, uzansa tutabileceği kadar yakındı. Ama ne yıldızları tutmaya takati vardı ne de denizin sonunu getirmeye Elifin. Hiçbirisine kalkışmadı. Üzerinden tekinsiz bir rüzgâr geçmişlere mahsus ürpertiyle kaçtı arka odalara günlerce. Kimselere görünmek istemedi, kimseleri göremedi. Ateş istilâ etti bedenini. Kasvet, koyu kurşuni bir sis dalgası gibi bütün ruhuna sirayet etti.

Yüzlerce düşüncede battı. Kendi içine çevirdi gözlerini. Bütün gidişler eninde sonunda aynı kapıya çıktı. Aşkın belâsı, aşkla hesaplaşmaya kalkması, bir aşkta aşkın yorumunu yapması. Olanın bitenin ne olduğunu anlamak isteği, Elifin büyük girdabı oldu. Keşke bitenin neye bittiğini anlasaydı. Olü bir balık gibi böyle, kıyıya vurup durmasaydı. Tanrım, dedi. Kalp bilgimi arttır. Ki olup biteni daha iyi anlayayım. Anlarsam dayanırım. Ne kalp bilgisi arttı, ne olup biteni anladı. Çözdükçe düğümlendi. Anlamaya çalıştıkça boğuldu. Aşkıyla yüzleşip de içinden sağ salim çıkamayınca bu kez aşkın kavram olarak kusurlu olduğuna karar verdi.

Yaradılışından mücrimdi aşk duygusu. Neticede aşkı yalanlamaktan başka varlık hükmü kalmıyordu. Ama aşk yalanlanınca da geriye bir tek karanlık kalıyordu. Oysa karanlığa tahammülü yoktu Elif in. Karanlık bir oturursa yüreğinin orta yerine, ona yaşamak kalmazdı. Acıydı karanlığın taşınması, taşınamayan yine de aşkın acısı olsundu. A ay la savrulduğunda iki değirmen taşı arasındaki buğday tanesine benzedi en fazla. Savunmasız, iki büklüm savrulurken bile isyansız. Kimi coşkun azgın atıp duran bir ana damar kesiği, kimi bir taşın kanaması gibi ağır ve sessiz, kanadı durdu. Bir karar tutturamadı, kalbi sormuyor ki! Bir o duyguya gitti bir bu duyguya geldi. Kimi nefret etti kimi yeni baştan sevdi.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir