Satranç tahtasında bir Avrupalı Satranç bugüne kadar başka herhangi bir oyundan çok daha fazla ilgi çeken ve hakkında pek çok şey yazılan tek oyun olsa gerektir. Bu konudaki ilk yapıtların XI. ya da XII. yüzyıla dayanan ve satranca ilişkin problemlerin açıklandığı elyazmaları olduğu sanılmaktadır. Bu tarihten günümüze kadar satranca ilişkin literatür, problem açıklamaları ya da problem derlemeleriyle sınırlı değildir. Edebiyatın da ilgi alanına giren bir motiftir satranç, bu açıdan ele alındığında, pek çok ünlü yazarın yapıtının da konusudur. Sözgelimi Gustav Meyrink’in Golem’i, Elias Canetti’nin Körleşme’si, Samuel Beckett’in Murphy’si, Vladimir Nabokov’un Lujin Savunması ve hiç kuşkusuz, Stefan Zweig’ın Satranç’ı bunlardan yalnızca birkaçıdır. Bununla birlikte biraz daha yakından bakıldığında, Zweig’ın 1938-1941 arasında, sürgün yaşamındaki son durağı Brezilya’da yazdığı ve 1942’de Buenos Aires’te yayınladığı Satranç, simgeselliği ve çok boyutluluğuyla bunların arasından kendiliğinden sıyrılır. Her şeyden önce bir son yapıttır Satranç, Zweig’ın edebiyata ama aynı zamanda yaşama bir vedasıdır, eşi Lotte’yle birlikte 1942 yılının 22 Şubat günü intihar etmeden önce, tamamladığı son yapıttır. Yapıt, gerilim düzeyi gittikçe artan yapısıyla bile bir dram olma özelliğini taşır. Bu gerilim, yazarın ustası olduğu yazınsal bir tür olarak uzun öykünün en önemli niteliğini yansıtsa da, Satranç söz konusu olduğunda, aslında kaynağını bambaşka bir yerde bulur ve Nazi döneminde Zweig’ın politik tavrı hakkında biraz da alelacele varılan bir karara karşı yazarın duruşunu yansıtır. Bu tepki, özellikle de sürgündeki çağdaşları tarafından Nazi rejimine karşı net bir politik tavır almamakla, hatta kimilerince işbirlikçi olmakla suçlanan Stefan Zweig’ın yapıtlarında da sık sık karşımıza çıkan, şeylere ve olaylara mesafeyle yaklaşan gözlem alışkanlığından ileri gelir. Gerçekten de gözle görülür, eylemlilikle ölçülebilir bir direniş değildir Zweig’ın direnişi, daha çok örtük bir direniş olarak tanımlanabilir. Dolayısıyla Zweig’ın duruşu aslında birbirine karşıt iki kutup arasında yer alır: Bir yanda yalnızca Almanya’da değil, dünyanın dört bir yanında kitlesel kıyımlarıyla Nazi rejimi yer alırken, öte yanda sürgünde var olabilmeye ilişkin korku ve kuşkular vardır. Büyük bir uçurumdur bu ve belki de Zweig’ın yaşamını ve yapıtlarını belirleyen tam olarak budur. 1900’lü yılların başından itibaren Avrupa’nın her köşesine yaptığı seyahatlerin yanı sıra Rainer Maria Rilke, August Rodin, Romain Rolland, Paul Verlaine ve daha pek çoklarıyla kurduğu dostluklar, Zweig’ın Avrupalılık bilincini geliştiren en temel unsurlar olmuştur. Bununla birlikte Birinci Dünya Savaşı öncesinde bütün Avrupa’nın geleceğini belirleyen gerilim, Zweig’ın varoluşunda da kendine yer bulur: Zweig bir yanıyla vatansever bir tutum içindedir bu dönemde. Bir yandan vatansever duyguların ağır bastığı yazılar yazarken ve daha savaş patlak verir vermez, Savaş Bakanlığı’nda çalışmak için gönüllü olurken, özel yaşamında çok daha farklı bir tutum sergilemekte, ulusal coşkuyla hareket etmenin yarattığı kuşkularını dile getirmektedir. Bu kuşkular en çok dostlarına, özellikle de pasifist eğilimlerinde büyük rol oynayan Romain Rolland’a yazdığı mektuplarda ortaya çıkar. Bu yanıyla, Birinci Dünya Savaşı yılları Stefan Zweig’ın politik ve kişisel olarak nasıl tavır alacağı konusunda kararsız kaldığı yıllardır. Savaş karşıtı ve pasifist olarak nitelendirilebilecek Jeremias’ı yazarken, Savaş Bakanlığı’nın arşivinde gizli belgeleri elden geçirip düzenlemektedir Zweig. Deyiş yerindeyse her iki tarafa da adamıştır kendini; vatanseverlik ile pasifizm arasında gidip gelen taraflardır bunlar. Savaş yılları boyunca Zweig’ın net bir tavır takındığı tek bir şey vardır, o da Yahudilik meselesidir. İnanç konularında katı bir eğitim almamış olmasına ve o dönemlerde özellikle revaçta olan Siyonist eğilimleri daha en başından reddetmesine rağmen, Martin Buber’e yazdığı mektuplar, son kertede onun Yahudi cemaatine aidiyetinin birer göstergesi olarak değerlendirilebilir. Oysa savaşın sonu bu durumu değiştirecektir: “Bir nefretin çift taraflı ağırlığıyla yere serilmiş durumdayım… savaşa neden olan Almanya’ya duyduğum nefret ve savaşın galibi olan Avusturya’daki Yahudilere duyduğum nefret,” diye yazar Aralık 1918’de Romain Rolland’a ve hemen ardından şöyle devam eder: Benim gibi insanları yok edecekler, yaşamak için birazcık hava bile bırakmayacaklar. Peki nereye kaçmalı? Dünya bize kapılarını kapatacak, bense yabancı ve düşman olarak hor görüleceğim bir devletin tutsaklığında yaşamayı istemiyorum. 1 Bu öngörüsü doğru çıkacaktır. Bundan böyle Zweig, Hitler’in başa geçtiği 1933’e kadar düşünsel birliktelikte buluşan bir Avrupa ruhuna ilişkin konferanslarıyla uluslararası angajman yaratmaya çalışacaktır. 1933 yılının, 27 Şubat’ı 28 Şubat’a bağlayan gecesi Reichstag yangınından kısa bir süre sonra konuştuğu yayıncısına, kitaplarının artık Almanya’da yayınlanabileceğinden kuşku duyduğunu söyler. “Sizin kitaplarınızı kim yasaklayabilir ki?” olur aldığı yanıt, ne de olsa Almanya aleyhinde tek bir kelime bile yazmamış, politik sayılabilecek hiçbir davranışta bulunmamıştır. 2 Oysa kitapları, bundan yalnızca birkaç ay sonra, 10 Mayıs 1933 tarihinde yakılanlar arasında yer alacaktır. Yine de bu tarihte bile Zweig’ın tutumu ikirciklidir, dostları çoktan ülkeyi terk etmiş olsa da, o gitmek ve kalmak arasında tereddüt etmekte, hiç değilse olabildiğince uzun süre kalmak istemektedir: Böylece tercihini önce kalmaktan, sonra da mecburen gitmekten yana kullanır. Zweig’ın vedası Satranç işte böyle bir gerilimden beslenir. Sözün bittiği yerdir Satranç: Üstelik yalnızca Zweig için değil, yüzyıllardır kurduğu ve koruduğu değerleriyle bütün bir Avrupa için de bu böyledir. Satranç oyunu çerçevesinde birbiriyle asla uzlaşmayacak toplumsal değerleri, karşıt iki karakter Mirko Czentovic ile Dr. B. aracılığıyla çökmekte olan bir dünyanın içine yerleştiren yapıt, kendi simgeselliği içinde, Avrupa kültürünün ve Avrupalılığın çöküşü olarak da yorumlanabilir. Böyle bakınca gerek yapıta adını veren satranç oyununun gerek Mirko Czentovic ile Dr. B. örneğinde figürlerin diziliminin karşıt politik sistemleri temsil ettiği söylenebilir. Satranç şampiyonu Czentovic ilkelliğiyle “küçük bir Hitler” modeli çizerken, gerek Gestapo gözetiminde bir otel odasına kapatıldığında gerek Czentovic karşısında bile, aslında hep kendine karşı oynayan ve “siyah olan ben ve beyaz olan ben” olarak kişiliği ikiye bölünen Dr. B. de yok olmaya mahkûm edilen bir dünyayı simgeler. Böyle bakınca, Dr. B. insancıl ve özgür bir yaşam biçimini temsil eden dünya görüşüyle, hiç kuşkusuz Zweig’ın kendini yansıttığı bir figürdür. Bu bakımdan Satranç, Stefan Zweig’ın şiddetin egemenliğine karşı koyamayan ve mat edilen özgürlüğü son bir kez daha ele aldığı yapıttır. ŞEBNEM SUNAR 1 . Romain Rolland’a mektup, Aralık 1918; alıntı için bkz. “Stefan Zweig. Leben und Werk”, Stefan Zweig. Ein Journal des. Fischer Verlags und des Fischer Taschenbuch Verlags, s. 5. 2 . Karş. “Incipit Hitler”, Die Welt von Gestern. Erinnerungen eines Europäers, Frankfurt am Main 1992, s. 415. Gece yarısı New York’tan kalkıp Buenos Aires’e gidecek olan büyük yolcu vapurunda, son saatin alışılmış telaşı ve koşuşturması yaşanıyordu. Karadakiler arkadaşlarını geçirmek için itişip kakışıyor, eğik kasketli telgrafçı çocuklar birtakım adlar bağırarak yolcu salonlarında oradan oraya koşturuyor, bavullar ve çiçekler sürüklenerek vapura yükleniyor, orkestra güvertede durup dinlenmeden çalarken çocuklar merdivenlerde merakla bir aşağı bir yukarı koşuşuyorlardı. Bu kargaşanın biraz ötesinde, gezinti güvertesinde bir tanıdıkla laflıyordum ki, yanı başımızda iki ya da üç kez keskin bir flaş patladı; tam kalkıştan önce gazeteciler ünlü birini soru yağmuruna tutuyor ve fotoğraflarını çekiyordu anlaşılan. Arkadaşım o tarafa bakıp gülümsedi. “Ender bulunan bir kuş düşmüş ağlarına, Czentovic.” Bu açıklamanın üzerine ona anlamaz gözlerle bakmış olmalıyım ki, ekledi: “Mirko Czentovic, dünya satranç şampiyonu. Turnuva oyunlarıyla doğudan batıya bütün Amerika’yı bucak bucak dolaştı, şimdi de yeni zaferler kazanmak için Arjantin’e gidiyor.” Bu genç dünya şampiyonunu ve hatta ışık hızıyla yükselmesiyle ilgili bazı ayrıntıları bile anımsadım o an; benden daha dikkatli bir gazete okuyucusu olan arkadaşım, bu ayrıntıları tamamlayan bir sürü gülünç hikâye biliyordu adamla ilgili. Bir yıl kadar önce beklenmedik bir çıkış yapan Czentovic’in adı Alehin, Capablanca, Tartakower, Lasker, Bogolyabov gibi en saygın ustalarla birlikte anılır olmuştu. 1922’de New York’taki satranç turnuvasında ortaya çıkan yedi yaşındaki mucize çocuk Rzecewski’den bu yana, adı sanı duyulmamış birinin anlı şanlı satranç loncasına girişi hiç bu kadar geniş yankı uyandırmamıştı. Çünkü Czentovic’in zihinsel özellikleri, böyle göz kamaştırıcı bir yükselmenin ipuçlarını kesinlikle vermemişti. Çok geçmeden bir söylenti yayıldı, bu satranç şampiyonu özel yaşamında herhangi bir konuşma sırasında bir tümceyi dilbilgisi yanlışı olmadan kuramıyordu ve kızgın meslektaşlarından birinin öfkeli bir alayla söylediğine göre, “her alanda evrensel bir kültürsüzlük içindeydi”. Yoksul bir Slav Tuna gemicisi olan babasının ufacık kayığını bir gece bir tahıl gemisi ezdi, o sapa bölgenin papazı da o zamanlar on iki yaşında olan Mirko’ya acıyıp babasının ölümünden sonra onun bakımını üstlendi. İyi yürekli papaz canla başla uğraşıp ağzını bıçak açmayan, anlama güçlüğü çeken çocuğa köy okulunda öğrenemediği şeyleri evde özel dersler vererek öğretip açığını kapatmaya çalıştı. Ama çabaları sonuçsuz kaldı. Mirko, kendisine yüz kez anlatılan harflere hâlâ boş boş bakıyordu; ağır işleyen beyninde, en basit ders konularıyla bile uğraşacak güç yoktu. On dört yaşındayken bile, hesap yapması gerektiğinde parmaklarından yardım alıyordu ve bir kitap ya da gazete okumak, yetişme çağındaki bu çocuk için daha da çok çaba gerektiriyordu. Bu konuda Mirko’nun isteksiz ya da dik kafalı olduğu kesinlikle söylenemezdi. Ondan rica edilenleri karşı çıkmadan yapıyordu, su getiriyor, odun kırıyor, tarlada çalışıyor, mutfağı temizliyor ve insanları çileden çıkaran bir yavaşlıkla da olsa, verilen her görevi yerine getiriyordu, güvenilir bir çocuktu. Ama bu tuhaf oğlanda iyi yürekli papazın canını en çok sıkan şey, ilgisizliğiydi. Özel bir çağrı almadan hiçbir şey yapmazdı, hiçbir zaman soru sormazdı, başka oğlanlarla oynamaz ve bir şey ona açık bir dille buyurulmadığı sürece kendiliğinden bir uğraş aramazdı; Mirko ev işlerini bitirir bitirmez, çayırdaki koyunlar gibi boş boş bakarak odada kıpırdamadan oturur, çevresinde olanlara en ufak bir ilgi bile göstermezdi. Papaz akşamları uzun çiftçi piposunu tüttürerek, her zamanki gibi jandarma çavuşuyla üç el satranç oynarken, sarı kafalı oğlan hiç ses çıkarmadan yanlarına çömelir ve ağırlaşmış gözkapaklarının altından, uyku akan ve kayıtsız gözlerle kareli tahtaya bakardı. Bir kış akşamı, iki kafadar günlük oyunlarına dalmışken, köyün ana yolundan bu yana hızla yaklaşan bir kızağın küçük çanları duyuldu. Kasketi karla kaplı bir çiftçi telaşla içeri daldı, yaşlı annesi ölüm döşeğindeymiş, papaz da ona son ayinini yapmak için hemen gelmeliymiş. Papaz hiç duraksamadan onu izledi. Birasını daha bitirmemiş olan jandarma çavuşu, onları uğurlarken yeni bir pipo yaktı ve uzun konçlu, ağır çizmelerini giymeye hazırlanırken, Mirko’nun bakışlarının oyuna başlanmış satranç tahtasına nasıl dikildiğini ayrımsadı. “Ne o, oyunu tamamlamak mı istiyorsun?” dedi alaycı bir sesle, uykulu çocuğun tahtadaki tek bir taşı bile doğru oynamayı beceremeyeceğinden son derece emindi. Oğlan çekinerek ona baktı, sonra başını salladı ve papazın yerine oturdu. On dört hamleden sonra jandarma çavuşu mat olmuştu ve yenilgisinin yanlışlıkla yaptığı dikkatsiz bir hamleden kaynaklanmadığını itiraf etmek zorunda kaldı. İkinci el de birinciden farklı olmadı. “Vay canına!” diye şaşkınlıkla bağırdı papaz geri döndüğünde, iki bin yıl önce benzer bir mucizenin gerçekleştiğini, bir dilsizin birdenbire bilgelik dilini bulduğunu anlattı pek İncil okumayan jandarma çavuşuna. İlerlemiş saate karşın papaz, okuma yazma bilmeyen öğrencisine iki el oyun için meydan okumaktan kendini alamadı. Mirko onu da rahatlıkla yendi. Ağır ağır, düşünüp taşınarak, kararlı bir biçimde oynuyordu, geniş alnını tahtadan bir kez bile kaldırmadı. Ama karşı konulmaz bir kesinlik vardı oyununda; ileriki günlerde ne jandarma çavuşu ne de papaz ona karşı bir el kazanmayı başardılar. Öğrencisinin normalde yaşadığı zekâ geriliğini herkesten daha iyi bilecek durumda olan papaz, bu tek yanlı tuhaf yeteneğin daha çetin bir sınava ne kadar dayanabileceğini ciddi olarak merak etmeye başladı. Mirko’ya biraz olsun çekidüzen vermek için, saman sarısı fırça gibi saçlarını köy berberinde kestirdikten sonra, kızağına bindirip küçük komşu kente götürdü onu, ana meydandaki kafenin bir köşesinde tutkulu satranç oyuncularının toplandığını biliyordu, kendisi onlar kadar deneyimli değildi. Papaz, üzerine koyun kürkü, ayaklarına uzun konçlu çizmeler giymiş on beş yaşındaki saman sarısı saçlı, kırmızı yanaklı oğlanı kafeden içeri iterek soktuğunda, oturan toplulukta en ufak bir şaşkınlık bile uyanmadı; çocuk satranç masalarından birine çağrılana kadar, ürkek ürkek yere bakarak bir köşede dikildi. Mirko, iyi yürekli papazdan Sicilya açılışı denen şeyi öğrenmediği için, ilk elde yenildi. İkinci elde en iyi oyuncuyla berabere kaldı. Üçüncü ve dördüncü elden başlayarak hepsini birer birer yendi.
Stefan Zweig – Satranç (Can Yayınları)
PDF Kitap İndir |