Uğur Yücel – Yağmur Kesiği

Bazı ihtiyarlar ölümün ta kendisidir. Bütün gün çanlar çaldı köyde. Uzun sessizlik oldu ardından. İhtiyarların buruşuk bedenleri kıpırdadı sonra. Akşam, şehirde olanlardan habersiz indi köyün üstüne. Kuzey rüzgârları esmeye başladı. “Lodostan sonra karayel her zaman kar getirir, ” dedi uzun boyunlu, uzun kollu, yaşlı bir Yahudi avluya bakan yüksek balkonda. Elinde koca bir püro vardı. Mösyö Cassavetes. Fötr şapkasını burnuna indirdi. Püroya dudaklarını değdirdi. İsli duman burnunun kıllarını yalayıp alın çizgilerine sindi. Simsiyah iki zeytin göz kıpırdadı kaşlarının altında. Gözbebeğine değen kaşları kaldırdı Cassavetes. İri mezartaşları gibiydi ağzındaki dişleri.


Tıslayarak, “Kar gelir, ” dedi. Kendi duydu. Avluda günün son çığlıklarını atıyordu torunları. Rüzgâr çıktı. Akşam oluyordu. Balıkçılar tezgâhlarını kapamaya başladı. Lakerdacılar saçak altlarına çekiliyor. Bütün ampuller sallanıp birbirine vuruyor çarşı içinde. Yaprakları dökülmüş bütün kestane ağaçları, iri bedenlerini Rum Mezarlığı’na doğru yatıra yatıra bükülüp dikiliyor. Anaforlu anaforlu döndü yel sokak aralarında. Rum evlerinde Hıristiyan sofralarında Noel yemekleri kurulmaya başlandı. Yağmur gözüktü. Gri esintiyle beraber geldi yağmur. Zangoçlar zincirlere ahenkli didinmelerle yüklendiler. Çan sesleri yellerin arasında duvardan cumbalara, cumbalardan kapı eşiklerine uzak tepelere kadar gezindi.

Köy yakında “kardan adam bayramı” yaşayacaktı. Bunu kimse bilmiyordu. Ölüm kısık kısık öksürmeye başladı, ayazdan ciğeri yandı Müsü Cassavetes’in… KARDAN ADAM BAYRAMI Koro: (Dünyanın en pes tonlarında mırıldanır!) HHHOOOOOM!. KORKU GELİYOR KORKU!. KADAVRALAR GELİYOOOR! OOOOOOMMMMMMSSSSSS! Cenabet bir 77 gün sürmekte köyün üstünde. Binyılların kışları yaratamadı bu tufanı; bu kömürlüklerin odununu donduracak, bu bostanları kıracak, bu koca mezarlık çamlarının kozalaklarını, yapraklarını dökecek, bu kargaları cami saçaklarına kilise çanlarına kaçıracak denli bu! Bu kış olmadı ustalar!. Tam 77 gün saydı Haham. Elindeki ceylan derisi Tevrat’ı kürsüye bıraktı. Cumartesi gününün kandilleri bir Müslim velet tarafından yakıldı. Kuru Mustafa sinagoğun kandillerini yakarken İmam, altın dişli Laz Tevfik, okuduğu duaları gökyüzüne üfledi. Musalla taşlarında, “Huu!” çekiyor karayeller, dolular, tipiler. Kar, “Kalkmıyorum üstünüzden…” diye böğürdü beyaz beyaz… “Ve bu günahlar köyünden, bu lanetlenmiş ilahlar sitesinden, bu içinde şeytanları barındıran Boğaz köyünden kalkmıyorum!” dedi Tanrı’nın karları, arkalarına tüm peygamberleri alarak. Yatalaklar kabir başlarına tünemiş, hocalara kandiller sarkıttırıyor mezarların mor topraklarına oyum oyum… Topraklar kestane rengine dönüşüyor, kadavraların kafatasları aydınlanıyor. Ustalar! Durum yer altında naif. Bruegel’in adamları rengârenk böcekler istifliyor mezarlıklarda.

Kiliseler, bilumum piskoposlar ve despotlarla dolmuş. Bizans’ın bütün tenorları, kreşendolarına basarken Ermeni papazlar bas tonlardan dem tutuyor. Ortodoks İstanbul ara seslerde lirik, melankolik, civelek, kırılgan, Arabi, Farsi, Sarıyerli Bizans Rahibi Nikolas kıvamında titrek, Itrî kadar Tanrı’ya yakarışı âlâyı vâlâyla karşılayan bir entonasyonda gezinmekteler. Yarabbi ya Resullallah! Şaka gibi geliyor. Yeminle böyle oldu. Bu felaketler dizisi. Bu anormal mevsimsiz konçertolar, bu Çingenelerin bağırsaklarını anayollara bırakmaları tozutup tozutup, davulun göbeğine kusup kusup, günlerce dokuz sekiz, dokuz sekiz kalça kanatmaları. Bu sokaklarda gece meşalelerle dolaşan, İstanbul’un yedi afyonlu milletinin boşuna değil sokaklara ilahilerle, dualarla, marşlarla, kahramanlık türküleriyle dökülmeleri. Yakarıp gökler âlemlerine, başlarını bozkır köpekleri gibi gökyüzüne verip ciyak ciyak ciyaaak ciyak ağlamaları… Ustalar! Bunlar boşuna değil. Kocca İstanbul’da bir tek Boğaz köyünde Sibirya’nın sızlatan geceleri, Orta Avrupa vadilerinin mavi filtreli gündüz soğukları yaşanmakta ve ahali bir sihirli sınırla çevrelenmiş köylerinden çıkamamakta… Olmuş şey değildi bu. Sinyora Donatello mutfağa girdi, çayı ocağa koydu. Köşkün kuşları bir bir sabah şarkıları söylemeye başladılar. Küçük Arrigo, İtalyan dedelerinden kalma Rönesans marka piyanonun tuşlarında koca parmaklarını gezdirmeye başladı. Sabah, köşkte hep şakıya şakıya günü karşılar. Sinyore Eduardo Sannazaro, eşi Sinyora Donatello ve oğlu Arrigo’yla köyün tepesine kuşbakışı oturtulmuş iki yüz yıllık bir köşkte ikamet eder.

Sinyore doktordur, bilgedir, hocadır. İlkçağ felsefesinden başlar masallarını anlatmaya çocuklara. Madam, çello dersleri verip eski şarkılarını öğretir, çıplak ayaklı prensesler zamanlarından kalmış bir zarafet ve kubbeli tavanlara tasvir edilmiş minik melek yüzüne benzer suretiyle. Arrigo yedi yaşındadır. Çetrefilli Rus bestelerini, nefessiz Alaman piyano konçertolarını pencereden dışarı bakarak geçer. İri gözlü, göğsüne doğru çökmüş kocakafalı, biraz tıknefes bir senfoni orkestrası. O her gün ailelerin zapt edemedikleri hani ilim irfan yuvası tabiriyle anılası bu köşkte toplanan dört büyük kitabın çocuklarına görünmeden evin çatı katında yaşar ve her gün koca nefesler alarak kulağını kapıya dayar, aşağıdaki cıvıltıları dinlerdi. Kendini aynada görene kadar bilememişti diğer çocuklardan farkını. Çirkin kucak köpekleri gibi varsayar başkasının gözünde kendini. Eve gelen tüm çocukları ayak seslerinden, arşeyi telde kaydırmalarından tanır. Vasiliki yarım ses komaya kaçar her seferinde. Mahmut’un pozisyonları hep pestir. Dış demir kapı kapanır, “Si bemol,” diye bağırırdı. Sokak kapısı la majör, rüzgâr sesi, kırılan cam, vazoya attığı bilye, her şey bir dip ses, her duyduğu çok sesti. Bazen kulaklarını tıkayıp tiz sesler bağırır.

Bağırır. Tepe hayvanlarını yerlerinden oynatır, bilge ihtiyarlara zelzele telaşı verirdi. Sinyore Eduardo Sannazaro Köşkü, bu karlarla kaplı Boğaz köyünün gece ayazında bulutsuz bir gökyüzünden bir Çin gongu büyüklüğündeki mehtap marifetiyle köyün en tepesinde, Üçfıstık Tepesi’nde çamlarla beraber tüm geçmiş zamanların en ihtişamlı, gelecek zamanların bütün fotoğraflarından mağrur duruşundaydı. Richard Strauss çalınıyordu: viyola, çello, piyano. Eseri bitirip birbirlerini alkışladı aile. Arrigo, ana babasını öpüp balkona çıktı. İçeriye bıçak gibi ay ışığı girdi. Sannazarolar uzun zamandır mutlanmamış Arrigo’nun siluetine bakıp içleri titreyerek nemli nemli öpüşürlerken Arrigo, kulaklarını tıkayıp insanların duymayacağı frekansta ses vermeye başladı aşağıya, köye… Bütün sokakta yaşayan hayvanları toplu halde mırıldanmaya çağırdı. Büttüüüün sokakta yaşayan hayvanlar, nefeslerini burunlarından vererek inlemeye başladı. “Hımınınınınımı hımınınınınhımımınınıhımımınını!” Kimi mahallelerden, “Yalayalayabalayabalabalabalyal hınımınımınınınını,” diye mırıltıyı sağa sola savurdu… “AAAAAAaayyyy yala lel aaaay yala leeeee,” diye bağırdı sahil köpekleri. Gece martıları kepenklenirken kanat kanat, gözüne kar suyu kaçmış lüferleri gagalarken heyula yalıdan Osmanlı soyu bir kıyı delisi, çifteli tüfeklerle martılar vuruyordu. Martılar ölürken “gak” diye bağırıyordu, mezarlık kargaları gibi. Kiliselerin çan kuleleri üzüm kabartamalarını çatır çutur yere salarken Güzel Marmara şişeleri buluyor kendilerine bin yıllık üzümler, üzümler, kara gözümler. Sokaklarda siklamen postlar giymiş ev köpekleri sıçıyor, sıçıyorlar gecenin içine. Alay alay hayvan sürüleri, dar sokaklara, kanalizasyonlara yer diplerine seğirtip insanların görmeyeceği danslar yapıyordu.

Sannazaro Köşkü’nün bütün kandilleri sönmüştü. 1954 kışıydı bu. Bu… Böylesi görülmemişti. Zaman-mekân karşı konulmaz yenilgide. Duruvermiş bütün hayatın damarları bir beyin baloncuğunda. Ağır baş ağrıları. Köy pusmuş kalmış. Tüm bostan canavarları, tüm ağaçlar, tüm Yecücler Mecücler suspus. Gece yaratıkları öksürürken tepelerde. Köy sobaları sabah ezanıyla beraber alevlenmeye başladı. Şömineye kalın gövdeli odunlar döşendi. Gece, anası babasının kucağında koca gözleriyle tıkalı sinüsleriyle Fransız buldogları gibi homur homur uyuyakaldı Arrigo. Uykusunda gelecek zamanların korkusunu duyar, sıçraya sıçraya ağlardı Arrigo. O gece rüyasında bütün dinlerin korosunu gördü. Kukuletalı uzun giysilerle, yüzleri karanlık, ellerinde meşaleler yüzlerce cinssiz cibiliyetsiz Boğaz köyü cinleri haykırarak yakarıyorlardı alev almış göklere:

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir