Demirtaş Ceyhun – Yağmur Sıcağı

Çocuğu, gündüz uykusuna anca yatırabilmişti. Daha ikindi okunmamıştı ama, kasım güneşi de yatmiş gitmişti gi.inbatısına. Günler de artık iyice kısalmış … Geldi. Pencerenin önündeki koltuklardan birine bırakıverdi ke.ndini. Kolları, bacaklan, sırtı, beli, nasıl da sızlıyor. Yorgunluğunu daha da abartan rahatlamanın uyuşukluğuyla gözlerini yumdu. Sabahtan beri çocukla didişip durmaktan, gazeteye bile şöyle doğru dürüst göz atamamış. Gazete okumayı görev bilen bir aydın tedirginliğiyle, çevresine bakındı. Nerede acaba? Her sabah erkenden kapının önüne bırakır kapıcı. Kocası da, kalkar kalkmaz, ilk işi, gider alır. Ayak üstü, sayfalan acele acele çevirerek başlıklara bakar, ilgilendiği bir haber, yazı filan varsa, «bunu okumalıyım» der, sonra da atıverir bir yana.


Artık gün boyu, orada burada sürünür durur gazeteler. – Amaaaan, dedi şöyle duyulur duyulmaz, sanki bir şey mi yazdıklan var? Gazeteler, sabahları okunmalı. Anlamsız buldu birden. Nerdeyse akşam olacak. Sinirli sinirli, ayak uçlannı takıp, ısıtıcıların önünde duran pufu kendine doğru çekti. İnadına biraz daha kaykıldı koltukta, bacaklarını pufun üzerine atıp, uzandı. Gecikmiş bir pastırma yazının son günleri olsa gerek. Ar9 tık gün güne benzemez, hava birden bozabilir. Gene kalorifeı kazanına kömürü doldurmuşlar da doldurmuşlar mı ne? Parası ceplerinden mi çıkıyor ki? . Terliyor muydu? İçinde, dehşetli bir sıkıntı. Bugün sanki her gü nk üne benzemezmiş gibi … Birkaç kez derin derin soludu. Kalkıp, balkon kapısını aralamayı geçirdi içinden. Odayı şöyle bir havalandırsa … Belki bunca sıkı lması, odanın havasızlığından … Ama üşendi. Kalk mak, öylesine zor geliyordu k i . istese de kalkamıyacakmış gibi. Ne ki, içindeki sıkıntıyı da bir türlü atamıyor. Sanki boğazını sıkıyordu birileri.

Yüreğini, avuçlarının içine almışlar da, burup duruyorlardı. Beklenmedik bir atakla fırlayıvcrdi yerinden. Böyle oturup kalırsa, havasızlıktan boğulup ölüverecek sanki … Gitti, hırsla açtı kapıyı. Dışarının serin havasını içine doldura doldura, birkaç kez soludu. Gerindi. Sonra da, bir iki parmak aralık bıraktı kapıyı, döndü. Gene ayaklarını pufa uzatıp koltuğa yayıldı. Odanın havası birden değişivermiş gibi. Gözlerini yumdu. Demek insanın sızılarını dinlemesi de, bir başka türlü erinç … Bir ba�ka tür keyif … Elini ayağını çözüveren gerginliğe, derinden derine zonklamalara kapıldı gitti … Kaçıncı gündü bu,gün kapıdan dışarı adımını atmadığı? Aylar var ki, evden dışarı çıkmamış. Doğumdan bu yana, üç yıldır, sokağa çıkması, sayılsa sayılsa, üçü beşi geçmez. Çocuk, daha ayını doldurmuş doldurmamıştı; abiası gelmişti Eskişehir’den gözün aydın’a. Birlikte Osmanbey’e kadar gitmiş dönmüşlerdi v itriniere baka baka. Galiba, sokağa ilk çıkışı o. Çocuğu annesine mi bırak mıştı? Demek babası sağken, arada bir gelir çocuğa bakarmış annesi.

Ama unutamaz, abiasının gelip dönmesinin daha haftası dolmamıştı, gece uykusunda ikinci kalp krizi gelmiş babasına, uyanmamış. Demiryolcuların nerede oldukları her zaman kolay kolay bilinebilir mi? İstanbul’dan tzmir’e doğru gideceklerdi ablasıyla enişte. Babasının öldüğünü duyuramamışlar. Ablasıyla, karşılaştıklarında sarılıp öpüşürler, güle şakalaşa lO konuşurlar, birlikte onu bunu çekiştirmekten, olur olmaz ŞI!Yleri alaya almaktan dehşetli hoşlanıdar ama, birbirlerini ötesiye sevdikleri de pek söylenemez doğrusu. Nicedir mektuplaştıktim da yok. Babasının öldüğünü kendisine de duyurmak istememişler önceleri. Ama, demek o olağanüstü havadan sezmiş. Öylesine istemişti ki cenazeye gitmeyi. «Senin, için elvermez, sonra sütten olursun>> mu demişti ne annesi? Ya da, gerçekten çocuğu bırakacak birini mi bulamamışlardı? Şişli camiinden alıp, Zincirlikuyu mezarlığına götürmüşler. Cenaze namazı oldukça kalabalıkmış. Cumhuriyet’te, Milliyet’ te, Hürriyet’te kalın çerçeveli kocaman kocaman ilanlar; Profesör Doktor Ali İhsan Arta’nın kayınpedcri … Güher Arta’nın sevgili babası . Mehlika Arta’nın biricik dedesi … Can babası . Nasıl da özlüyor onu son günlerde? . Sık sık düşünde de görüyor. birkaç haftadır.

Gene öyle, neşeli, güleç, tez canlı, herkesierin yardımına koşmaya hazır. Sanki şimdi çat kapı odaya giriverecekmiş gibi. İnsanlar, sevdikleri kişilerde yaşıyorlar galiba. Ölüm denilen şey de, göreli bir şey mi ne? . Bilinmez bir ürpertiyle gözlerini açıverdi. Dirsekierine dayanarak şöyle biraz doğruldu koltukta. Rasgele toplanıp tepesine körlemesine tokalanmış kızıla çalar koyu kahverengi gür saçları, koltuğun arkalığına çarpıp dağılmıştı. Kulaklarının üzerinden savrulan pürçükler gözlerinin önüne geliyordu., Yana kaykılıp, sağ eliyle alnındaki pürçükleri geriye doğru atarken, birden balkon kapısının aralık oluşunun farkına vardı. Açarken, dalıvermiş, gürültü etmiş miydi acaba? İrkildi. Kulak verdi çocuğun yattığı odadan yana. Nasıl olmuş da, unutmuş … Aslında dikkatsizin biri de sayılmaz. Demek, yorgunluk insanın belleğini de zayıflatıyor. Dikkatini daha da dağıtıyor. Ses yoktu.

Çocuğun uyanmamış olmasına belli belirsiz sevindi. Banyonun musluğu damlıyordu şıp şıp. Çocuğun uykusu da, kendisine çekmiş gibi bir şey. Odanın içinde ufacık bir tıkırtl olsa, uyanır hemen. Tavşan uykusu gibi, hafif, tetikte. Perdeler sıkı sıkı kapalı olacak, ışık sızmayacak. Nasıl olmuş da ll unutmuş, musluğu iyice sıkıştırmayı? Belki de hizmetçi unutmuştur? Urourunda mı ki şırfıntıların? Su parası ceplerinden çıkıyor değil a … Hizmetçiyi çağırıp terslerneyi geçirdi içinden bir an. Ama hemen caydı. Biraz, kadının inadına gürültü edip çocuğu uyandırmasından korkuyordu, biraz da üşeniyordu. Üstelik, girişteki o kocaman duvar saatinin tik tik’lemesi … Buzdolabının durup durup, incecikten vınıldayıvermesi… Galiba voltaj gene çok düşük. Voltaj düşük ki, arada bir, ilk ağızda alamıyor buzdolabı demek, tık tık tık edip, sarsılarak tckliyor. Ev, mcğcr ne gürültülüymüş . Artık yaşanılır gibi değil buralar. Anneannesi haklı. Bir gün, demek öylesine bunalmış ki, gelmiyeceğini bile bile ona da yalvarmıştı.

«N’olursun anneanneciğim,>> demişti, <<gel, bir süre de bizde kal. Annemden umudumu kestim artık. Onun için, varsa da yoksa da kendisi. Kapı kapı dolaşsın, gün kaçırmasın. Öylesine bencil oldu ki babam öldükten sonra … Ne diyeceğimi bilemiyorum. Bari sen gel, kal. Belki, çocuk sana ahşır da zamanla, yakarnı bırakır. Belki hırçınlığı da geçer?» <“‘bih çekerdi. Adamın içinin sıkılması, bir kötülük habercisidir ona göre. iyilerin ruhuna Fatiha okunmazsa, önlenebilemez. Gülüverdi kendi kendine. Ne namaz kılmasını biliyor, ne de Kuran’ı. N’olabilir ki zaten? Bugünün de, öteki günlerden bir ayrımı yok aslında. Görünür hiç bir olağanüstülüğü filan yok. Her günkü gibi işte, sıradan bir gün.

Gene, daha gün doğmuş doğmamışken, çocuğun sesine uyanmış, kalkmış. Kocası, gene kendi kendine hazırlamış sütünü, içmiş, çıkmıştı. Kapıdan geçirmesini filan, zaten beklemez. Ayakkabısını giyip doğrulurken, bir «allahaısmarladrk» der duyulur duyulmaz, çeker gider. Yıllar var ki, bazı pazarların dışında, şöyle karşılıklı kalıvaltı filan yaptıkları yok. Sütünü ısıtır da mı içer, yoksa başına mı dikiverir soğu·k soğuk? Bunca yılın doktoru … Buzdolabından çıkmış sütün, soğuk soğuk içilmemesi gerektiğini bilir elbet. Onun çıkmasından biraz sonra da hizmetçi gelmişti. Genellikle, kocası çıktıktan sonra gelir. Daha kahvaltısı bitmiş bitmemişken de, çocuk gene başlamıştı mızırdanmaya. Vıy vıy vıy vıy vıy . «Ne istiyorsun canım? Ne istiyorsun hayatım söyle . » Bilir mi ki, ne istediğini? Anne de anne . Tutturur … Yan ağlamaklı. Yan şımank. Huysuz.

Acımasız. Y orulmnk, usanmak, bıkmak bilmez. Bakmış, başka türlü susturmanın olanağı yok, çaresiz, gene kucaklamış, başlamıştı o oda senin, bu oda benim, evin içinde dolanıp durmaya. Öylesine bir kısır döngü ki … Önce kendi odasına götüreceksin onu. Ola ki, evin içindeki bu gezinme düzenini bozuveresin … Bir ağlamadır tutturur gayri, kıyametleri k opanr. Halının üzerine oyuncaklarını yığacaksın. Sen de oturacaksın yanına. Tıpkı sessiz çekilmiş bir film dublajı yapar gibi, kedisini kucaklarsa, miyavlayacaksın. Köpeğini kucaklarsa, havlayacaksın. Habire konuşacaksın biraz da kendini ıs kendine amınsatacak şekilde. Ama bütün bunlarla oyalanması da, sürse sürse, beş on dakika. Sonra gene başlar «kucak kucak» demeye. Bu kez öteki yatak odasına götüreceksin. Tuvalet masasının başına oturtup, ineikieri boncukları vereceksin, önüne yığacaksın. Döküp saçacakmış.

Düşürüp kıracakmış. Lanet olsun, tek ki sussun … Demek kız çocuğu olmanın içgüdüsel dürtüsüyle, süsleme gereçleriyle de şöyle yürekten ilgilenmez değil hani. Ama kaç dakika? Galiba en çok da, apartmanın arka avlusuna bakan pencerenin önünde durmaktan başlanıyor. Kim bilir, arka balkonlarda yaz kış eksik olmayan çamaşırların sağa sola savrularak dalgalanmalan mı ilginç gelir, ya da renk çokluğu, onların alacalı bulacalığı mı dikkatini çeker, gözünü alır da, onlarla oyalanır? Hele hele sabahları … Minder sopalayan, yatak yorgan güneş leyen, odalan havalandıran, umursamadan aşağılara bir şeyler silkeleyen, korkusuz salınmalarta cam silen, balkon yıkayan, cicili bicili renk renk giysili, kıpır kıpır hizmetçiler dünyası. Ne var ki, bu kez de kendisi dehşetli tedirgin oluyordu pencerenin önünde. Sanki yatak odasının penceresinin önünde gözükmek, uygunsuz bir durumda, suçüstü yakalanıvermekmiş gibi, İstenilmeyen çağrışımlarla, !birden bir kadıncıl utanma duygusu dotdururdu içini, elinde değil, yanaklarını al basardı. Ya da, bir başkasının yatak odasının gizliliğini dikizliyormuşcasına bir başka tür utanmaya boğulurdu. Hemen yüreği çarpardı, eli ayağı bi�birine dolanırdı ve çocuk kucağında, pencerenin önüne varmasıyla, kaçmasının arası çok sürmezdi. Çocuğun, arka avluya bakmaktan hoşlanması, belki de bu yüzden? Sonra mutfağa götüreceksin, «hadi nllltfağa gidelim, bakalım Katibe n’apıyor?�� deyip. Hizmetçi kadına, daha iki parmak aklıyla, yukardan yukardan, aşağılayan, küçümseyen bir sesle, bir de «Kabibe» demesi yok mu? Sanki büyümüş de küçülmüş … istediğin kadar, «Kabibe değil, Katibe�� diye öğretmeye çalış. Sanki inadına … 16 Tezgahın başına, bir tabureye oturtacaksın. Plastik bir !eğen koyacaksın önüne, su dolduracaksın. «Hadi sen de bulaşık yıka» diyeceksin. Kollannı dirsekierine kadar suya sokacak, üstünü başını ıslatacak. Ses etmeyeceksin.

Ne ki, bugün oyunu Katibe bozmuştu, bilmeden. «0 gözelim ellerin bozulacak sultan yavruum> demişti biraz da yaltaklanan bir sevecenlikle. «P.ambuk ellerin bozulacak bree . Y azzık. Hanım kızlar bulaşık yıkar mıymış heç? . >> «Aman Katibe, kanşma … Sus … » < demişti. Ama ne garip … Ne denli istese de, Ruhsar’ın yüzünü çıka­ ·ramıyor şu an ayrıntılarıyla. Boyu bosu nasıl? Gözü ne renk? Saçı? Burnu? Dudakları? Bir akrabalarının düğününden dönüyorlardı bir gece. Aslında, o yaşlarda pek de hoşlanmazdı böyle cümbür cemaat gezmelcrden, düğünlere falan gitmelerden. Alaturka bulurdu, küçümserdi. Ama, geceleyin sokağa çıkması yasaklanmış bir genç kız içtepisiyle, salt geceleyin de sokağa çıkmış olmak için … Belki biraz da, Ruhsar’ın kendinden ayrı sere serpe dolaştığı yöreleri görüp öğrenebilmek isteğinin kıskanç dürtüsüyle . O gün özellikle istemişti gitmeyi, Bir taksiye doluşmuşlar, Beyoğlu’ndan, İstiklal caddesinden geçiyorlardı. Sinemalar dağılmıştı. Tıklım tıklımdı gene Beyoğlu.

Bir ara kalabalıktan tıkandı yol. Tam Ağacami’nin oralar olsa gerek. Arabanın içinden rastgele hakark en gelip geçenlere, birden Ruhsar’ı görmez mi? … Çeketinin yakasına kocaman bir kırmızı karanfil takmış. içkili. Ellerini kollarını savura savura, dünyayı umursamaz, şen, şakrak, Ağacami’nin yanındaki sokaktan çıkıvermişti arkadaşlarıyla. Kendinden yana da bakmış mıydı? Göz göze gelmişler de, görmcmiş miydi kendini? Ya da görmüştü de, ailesinin yanında kendisini tanıdığını belli etmemeye mi çalışmıştı? Yoksa, geldiği yerden, sarhoşluğundan falan mı utanmıştı? Demek, yalnız başınayken de bu denli neşeli olabiliyor … Oysa şimdi gibi aklında, dehşetli bir hüzün çökerdi kendine Ruhsar’dan uzakta, ayrı olduğu zamanlar. Ve yaptığı hiçbir şey içine sinmezdi. Üstelik, yarım yamalak bildiği kadarıyla, galiba kiralık kadınların bulunduğu evlere gidiyordu o sokak. iyi ansıyor; diişündi.ikçe bunu, daha bir yoğunlaşmıştı içindeki hüzün. Başka bir kadınla da ilişki kurabileceğini düşündükçe, beyni çatlayacakmış gibi olmuştu. Acaba? Acaba? Ama nasıl olur? Acaba, kendisi mi suçlu? Bir başka kadına, isterse salt kadınlığı için de olsa, bakması, yaklaşması, konuşması, dokunması … Nasıl olur da, hoş 19 görülebilir? Böylesine, önleyemiyeceği dürtüleri varsa, öyleyse niçin kendisine söylemiyor? Önce dehşetli yıkılmış, kırılınıştı ya, içinde yeni bir direnç bulması da çok sürrnemişti. O ana dek konuşulmasını, düşünülmesini, akıldan geçirilmesini bile ayıp, çirkin, iğrenç bulduğu yatma fikrini, nasıl olmuş, birden rahatça kabul edivermişti kendi kendine. İyi ansıyor, «Niçin söylemiyor öyleyse bana? istiyorsa, ben de yatarım onunla.» dediğini içinden.

Ama yatmamışlardı hiç. Kendisi mi kaçınmıştı? Yatmalarını kaçınılmaz kılar bir ortam mı doğmamıştı? Yoksa, bilinçaltı bir güçle özel bir dikkat göstermiş, böyle bir durumun doğmasını kendisi mi önlemişti hep? Ya da, o mu, hesaplı bir biçimde kendisinden uzak durmuştu acaba? Demek, «ben de yatarım onunla» diye karar vermiş olması, pek de önemli değil. Hatta bir çeşit, kendi kendini kandırmaca, aldatmaca. Aslolan karar vermek değilmiş, aslolan yapmakmış meğer. Yatmış olsalar, bir anlamda kendilerini zorunlu sayarlar da, evlenirler miydi ki? Belki de, böyle çocukça öir kaprisle, sudan bir nedene sarılıp h ır çıkaramazdı. Kim bilir? Bir çeşit umudmuş o m eğer. Ruhsar’ın fakülteyi bitirme sınavıarına girdiği yıldı. Kendisi Felsefe’de okuyordu, Ruhsar’sa iktisat’ta. Üniversitenin o kocaman bahçesindeki sıralardan birinde, yan yana oturuyorlardı gene. Ağaçların, artık çiçeklerini dökrneğe başladıkları bir sıralar. Arada bir, krem rengine dönmüş küç_ücük bir taç yaprak, döne döne düşüveriyor, bir kelebek gibi gelip konuyorrlu üstlerine. Unutamaz. Henüz daha özsuyu kurumamış, kaymak tutmuş süt aklığındaki etli çiçek yaprakları, hala parmaklarının arasında duruyor sanki. Parmak uçlarını yakı yakıveriyormuş gibi. Babasından bir mektup gelmiş Ruhsar’a.

O güne dek hiç okumazdı babasından gelen mektupları, ama bu kez istemiş … Önceden, ne düşünmüşse düşünmüş, kararlaştırmış, özel olarak gelmiş kendisini bulmuş, bahçenin o kuytu köşesine götürmüş. Hani, pek de haksız sayılmaz Ruhsar’la evlenme konusunda verdiği bu kararda, Gerçekten, kendisiyle evlenmeyi yürek20 ten ıstıyor olsa, durup dururken o mektubu niçin kendisine okusun? ilişkisini kesmeyi düşünmese, kendisine sözünü bile etm�en, ‘babasına sert bir yanıt verir, işi bitirir

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir