Isaac Asimov – Nemesis (İntikam Tanrıçası)

Orada, o kapalı yerde yapayalnız oturuyordu. Dışarda yıldızlar vardı, özellikle de küçük dünyalarıyla bir yıldız. Onu, camı saydamlaştırdığı takdirde gerçekte göreceğinden daha iyi görüyordu kafasının içinde. Küçük bir yıldız, pembemsi kızıl, kan ve yıkım rengi ve buna çok uygun olarak adlandırılmış. Nemesis. Nemesis, İlahi intikam Tanrıçası. Gençliğinde duyduğu bir hikâyeyi düşündü yine, her şeye yeniden başlayacak bir tek aile bırakıp günahkâr ve yozlaşmış insanlığı silip süpüren dünya çapında bir Tufan hikâyesi, bir efsane. Bu kere tufan yoktu. Sadece Nemesis. İnsanlık yine yozlaşmıştı ve buna uygun bir Ceza yeniden verilecekti. Ama bu kere Tufan değil, Tufan kadar basit bir şey değil. Kaçabilenler için bile. Nereye kaçabilirlerdi ki? Neden üzüntü hissetmiyordu? İnsanlık şimdiki gibi devam edemezdi. Kendi kötülükleri nedeniyle ağır ağır ölme yolundaydı zaten. Ağır ve ıstıraplı bir ölümün yerine çok daha hızlısını koyabilseydi, bu üzülecek bir şey miydi sanki? Burada Nemesis’in çevresinde dönen bir gezegen.


Gezegenin çevresinde de Rotor. O eski Tufan bir Gemi içinde birkaç kişiyi güvenliğe taşımıştı. Kendisi Gemi’nin ne olduğunu bilemiyordu ama Rotor onun eşdeğeriydi işte. İçinde taşıdığı insanlıktan bir avuç örnek sağ kalacak, daha iyi ve yeni bir dünya yaratacaktı. Ama eski dünya için, sadece Nemesis vardı. Yine düşündü onu. Amansız yolu üzerinde hareket eden kızıl bir cüce yıldız. Kendisi ve dünyaları güvenlik içindeydi. Ama Dünya değildi. Nemesis yola çıktı. Dünya ilahi İntikamını almaya geliyor! B İ R M A R L E N E Marlene Güneş Sistemini en son bir yaşından biraz büyükken görmüştü. Hiçbir şey hatırlamıyordu kuşkusuz. O konuda çok şey okumuş olduğu halde, okuduklarının hiçbiri ne kendisinin dünyanın bir parçası, ne de dünyanın kendisinin bir parçası olduğunu hissettirmekteydi. Marlene on beş yıllık yaşamında sadece Rotor’u hatırlıyordu. Onu hep büyük bir dünya olarak düşünmüştü.

Rotor ne de olsa sekiz kilometre boyundaydı. Marlene on yaşından bu yana arada sırada -fırsat bulabilirse ayda bir- jimnastik olarak çevresinde yürümüş, kimi zaman da biraz kayabilmek için düşük yerçekimli yollara sapmıştı. Bu çok eğlenceli oluyordu. Kendisi kayşa da, yürüse de, binalarıyla, parklarıyla, çiftlikleriyle ve en çok da insanlarıyla Rotor hep yoluna devam ederdi. Çevresini dolaşmak bütün bir gününü almasına rağmen annesi kızmazdı. Rotor’un güvenli olduğunu söylerdi. “Dünya gibi değil,” derdi ama Dünyanın neden güvenli olmadığını söylemezdi. “Boşver,” derdi. Marlene en az insanları severdi. Yeni nüfus sayımında Rotor’da altmış bin kişi olduğunun ortaya çıkacağını söylüyorlardı. Çok fazla. Hem de çok çok fazla. Bunların hepsi de sahte yüzlerini göstermekteydiler. Marlene o sahte yüzlere bakıp da altında bambaşka bir şey olduğunu düşününce nefret ederdi onlardan. Ama bu konuda bir şey söyleyemezdi.

Daha küçükken bir şeyler söyleyecek olmuş, ama annesi çok kızmış ve asla öyle şeyler söylememesi için uyarmıştı kendisini. Marlene büyüdükçe bu sahteciliği daha açıkça görüyor, ama giderek onu daha az rahatsız ediyordu. Bunu olduğu gibi kabul etmeyi mümkün olduğu kadar ve kendi kendine, düşünceleriyle başbaşa kalmayı öğrenmişti artık. Son günlerde, hemen hemen bütün yaşamı boyunca çevresinde yörüngeye girdikleri gezegen Erythro’yu düşünmeye başlamıştı. Bu düşüncelere neden kapıldığını bilemiyor, ama en olmadık saatlerde gözlem güvertesine çıkıp büyük bir açlıkla gezegene bakıyordu. Orada olmak istiyordu, Erythro’da. Annesi neden o bomboş gezegende olmak istediğini ısrarla soruyorsa da, Marlene’in buna verecek bir yanıtı yoktu. “İstiyorum işte,” diyordu sadece. Şimdi de gözlem güvertesinde tek başına durmuş ona bakıyordu. Rotor’da yaşayan Rotorlular pek sık gelmezlerdi buraya. Her şeyi görmüşlerdi nasıl olsa ve her nedense kendisinin gezegene duyduğu ilgiyi pek paylaşmıyorlardı. İşte oradaydı; yarısı aydınlık, yarısı karanlık. Marlene onun görüntü alanına girdiğini izlemesi için kucağa alınıp baktığını, sonra da o uzun yıllar önce Rotor ağır ağır yaklaşırken gezegeni arasıra gördüğünü hayal meyal hatırlıyordu. Gerçek bir anı mıydı bu? Ne de olsa o sıralarda dört yaşında var yoktu, o yüzden olabilirdi de. Ama şimdi, gerçek ya da değil, bu anı başka düşüncelerin, bir gezegenin ne kadar büyük olabileceğinin giderek artan bilinci altında kaybolmaktaydı.

Erythro bir uçtan öteki uca on iki bin kilometreden fazlaydı, sekiz değil. Marlene bu boyutu kavrayamıyordu. Ekranda o kadar büyük görünmüyordu ve kendisi onun üstünde durup da yüzlerce, hatta binlerce kilometre ötesini görebileceğini hayal edemiyordu. Ama bunu istediğini biliyordu. Hem de pek çok. Aurinel’in Erythro ile ilgilenmemesi düş kırıcıydı. Oğlan koleje girmeye hazırlanmak gibi düşünecek başka şeyleri olduğunu söylüyordu. Aurinel on yedi buçuk yaşındaydı. Marlene ise on beşini henüz doldurmuştu. Kızlar daha çabuk geliştikleri için bu o kadar büyük bir fark değil, diye düşündü isyan edercesine. En azından gelişmeleri gerekirdi. Kendine bakınca, her zamanki düşkırıklığı ve umutsuzluğuyla kısa ve güdük, hâlâ bir çocuğa benzediğini düşündü. Yine’ Erythro’ya döndü, büyük, güzel ve aydınlık yanı hafif kırmızı. Erythro bir gezegen olacak kadar büyüktü ama Marlene onun bir uydu olduğunu biliyordu. Megas’ın çevresinde dönerdi ve asıl gezegen çok daha büyük olan Megas’tı.

Ama herkes gezegen derdi Erythro’ya. Megas, Erythro ve Rotor Nemesis yıldızının çevresinde dönerlerdi. “Marlene!” Marlene arkasından seslenenin Aurinel olduğunu anladı. Son günlerde oğlanın yanında dili tutuluyor ve bu durumunun nedenini bildiği için de sıkılıyordu. Onun adını söylemesine bayılıyordu. Üç hece – Mar-le-ne- ‘r’yi titreterek. İçi ısınıyordu oğlan adını söyleyince. Marlene dönüp, “Selam, Aurinel,” diye mırıldandı ve kızarmamaya çalıştı. Oğlan güldü. “Erythro’ya bakıyorsun, değil mi?” Marlene buna yanıt vermedi. Elbette Erythro’ya bakıyordu. Herkes bilirdi onun için neler hissettiğini. “Senin ne işin var burada?” (Beni aradığını söyle, diye düşündü.) Aurinel, “Annen yolladı beni,” dedi. (Eh) “Neden?” “Canının sıkıldığını ve kendine acıyıp da buraya geldiğin her zaman gelip seni almamı söyledi.

Burada kalmakla daha çok sıkılıyormuşsun. Neden canın sıkılıyor bakalım, ha?” “Sıkılmıyor. Sıkılsa bile benim de kendime özgü nedenlerim vardır.” “Ne gibi nedenler? Haydi haydi. Küçük bir çocuk değilsin artık. Duygularını ifade edebilmen gerek.” Marlene kaşlarını kaldırdı. “Teşekkür ederim, benim dilim kendime yeter. Ben yolculuk etmek istiyorum, işte bu benim nedenim.” Aurinel güldü. “Yolculuk yaptın sen, Marlene. İki ışık yılından fazla hem de. Güneş Sistemi tarihinde bir ışık yılının en küçük bir bölümünde bile yolculuk etmiş tek insan yoktur. Bizden başka. O yüzden yakınmaya hiç hakkın yok.

Sen Galaktik Yolcu Marlene Insignia Fisher’sin.” Marlene gülmemek için tuttu kendini. Insignia annesinin kızlık adıydı ve Aurinel bu üç adını söylediği zamanlar bir selam çakıp suratını buruştururdu ki, bunu da çoktandır yapmamıştı. Marlene bunun nedenini, onun da erişkinliğe yaklaşmış olması ve ağırbaşlılık provaları yapması gerektiğini biliyordu. “O yolculuğu hiç hatırlamıyorum,” dedi. “Hatırlamadığımı da biliyorsun sen. Ayrıca bir şeyi hatırlamamak o şeyin önemi olmadığını gösterir. Biz Güneş Sisteminden iki ışıkyılı uzaktayız ve bir daha asla geri gitmeyeceğiz.” “Ne bildin?” “Haydi, haydi, Aurinel. Hiç geri gitmekten söz eden birini duydun mu?” “Gitmesek bile kimin umurunda sanki? Dünya kalabalık bir yer, hatta bütün Güneş Sistemi giderek kalabalıklaşıyor ve eskiyor. Biz burada çok daha iyiyiz, gözümüzün gördüğünün hâkimiyiz burada.” “Hiç de değil. Erythro’yu görüyoruz ama onun hâkimi olmak için oraya inmiyoruz.” “İniyoruz. Erythro’da esaslı bir Kubbemiz var.

Bunu biliyorsun.”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir