Philip Jose Farmer – Aşıklar

Günümüzde kendini yazın türlerinin en keskinleri arasında görüyor olsa da, bilimkurgunun bir zamanlar gölgesinden bile korkacak kadar ürkek dönemler yaşamışlığı da vardır. Bu durum en çok cinselliği ele alış tarzında belirgindi. Otuzlu, kırklı ve ellili yılların ucuz Amerikan bilimkurgu dergilerinin kapaklarını böcek gözlü ya da Moğol yüzlü uzaylılar tarafından tehdit edilen ve sarışın kahramanımız tarafından kurtarılmayı bekleyen bikinili bakireler işgal etmişti. Ancak nasıl National Geographic dergilerindeki çıplak zenci kadın fotoğraftan doğa belgeseli sınıfına sokularak müstehcen sayılmaktan kurtarılıyorlarsa, tehdit altındaki bu hanımcıklara da yeşil ya da mavi bir cilt rengi verilerek iş kasaba kurnazlığıyla bitiriliyordu. Öykünün içinde ise sarışın kahramanımızın Çinliye benzeyen Venüs prensesini elde etmesinin dışında tek bir öpüşmeye bile rastlayamazdınız. Soğuk savaş yıllarının paranoyası ve tutuculuğunda bu baskı kendini daha da yoğun biçimde hissettirir olmuştu. İşte Philip Jose Farmer tam da o sırada ve büyük bir gümbürtüyle çıkmıştır sahneye. Farmer kırklı yıllardaki birkaç başarısız denemesinin ardından 1952 yılında Lovers-Âşıklar adlı uzun öyküsünü Startling Stories dergisinde yayımlattı. Öykü önce Astounding Science Fiction dergisi yayın yönetmeni John W. Campbell, daha sonra ise Ga- laxy Science Fiction dergisi yayın yönetmeni H. L. Gold tarafından cinselliğe yaklaşım tarzı nedeniyle neredeyse tiksindirecek kadar aykırı bulunarak geri çevrilmişti. Aşıklar, önem açısından gerilerde kalan bir dergide yayımlanmış olmasına rağmen okurlar arasında coşkuyla karşılandı ve yazarına 1953 yılında En Çok Umut Veren Yeni Yazar dalında bir Hugo ödülü kazandırdı. Günümüz için oldukça masum kalsa da Aşıklar’ın zamanında yarattığı etki ancak afallatıcı olarak tanımlanabilir. Öykü ksenobiyoloji (yabancı biyolojisi), asalak yaşam ve seks üçlüsünün din kazanında hazırlanmış tehlikeli bir karışımıdır.


1960 yılında roman haline getirilmiştir. Büyük usta Philip Jose Farmer’a devam edeceğiz. Hal Yarrow çok uzakta birisinin “Çıkmalıyım,” diye mırıldandığını duydu. “Dışarı açılan bir yol olmalı.” İrkilerek uyandı ve konuşanın kendisi olduğunu fark etti. Dahası, uyanırken söylemiş olduklarının gördüğü düşle hiç ilgisi yoktu. Yarı uyanıkken sarf ettiği sözlerle rüyası birbirinden farklı iki olguydu. Ama gevelediği bu sözcüklerle acaba ne söylemek istemişti? Ayrıca neredeydi? Zaman içinde yolculuk mu etmişti gerçekten, yoksa gördüğü sadece nesnel bir düş müydü? Olay o denli canlıydı ki dünyanın bu boyutuna dönmesi zaman almıştı. Yanı başında oturan adama attığı bir bakış zihnine açıklık getirdi. B.S. 550 yılında (eski hesapla M.S. 3050 diye belirtti akademisyen zihni) Sigmen City’ye giden yolcu gemisindeydi. Şu zaman yolculuğu ya da düşte olduğu üzere uzun yılların ve bir yığın ışık yılının ötesindeki garip bir gezegende değildi.

Muhteşem Isaac Sigmen’in, ya da diğer adıyla Öncü’nün huzurunda da değildi. Yanındaki adam yan gözle Hal’e baktı. Elmacık kemikleri çıkık, siyah saçları düz ve kahverengi gözlerinin kapakları bir Mogol’unki gibi hafifçe katlanmış olan zayıf biriydi. Mühendis sınıfının açık mavi üniformasını giymiş ve göğsünün sol tarafına üst kademeden olduğunu belirten alüminyum bir amblem takmıştı. Büyük olasılıkla iyi bir ticaret okulundan diploma almış bir elektronik mühendisiydi. Adam boğazını temizledi ve Amerikan dilinde “Binlerce pardon, abba,” dedi. “Sizinle izniniz olmadan konuşmamam gerektiğini biliyorum. Ancak uyanırken bana bir şeyler söylediniz. Ayrıca bu kabinde olduğunuza göre kendinizi geçici olarak eşitlemiş bulunuyorsunuz. Her halükârda size bir soru sormak için içim gidiyor. Bana boşuna Meraklı Sam dememişler.” Sinirli sinirli güldü ve “Burada oturma hakkınız konusunda sizinle takışan hostese söylediklerinizi dinlemeden edemedim. Acaba sizi doğru mu duydum; yoksa ona gerçekten bir hıyar olduğunuzu mu söylediniz?” dedi. Hal gülümsedi ve “Hayır,” dedi. “Hıyar değil.

Ben bir hiarım… Her-işten-anlar, yani. Yine de pek fazla yanılmış sayılmazsınız. Profesyonel sahalarda bir hiarın da aşağı yukarı bir hıyar kadar saygınlığı vardır” İçini çekti ve dar alanda bir uzman olmamayı seçtiği için katlanmak zorunda kaldıklarını düşündü. Pencereden dışarı baktı çünkü oda arkadaşını konuşmaya heveslendirmek istemiyordu. Oldukça uzakta ve yukarda bir parıltı gördü; hiç kuşkusuz atmosfere girmekte olan askeri bir gemiydi bu. Az sayıdaki sivil gemiler daha yavaş iniş yapardı. Altmış bin metre yükseklikten, Kuzey Amerika kıtasının kavisine baktı. Kimi yerinde birkaç küçük ve ara sıra görülen geniş bir karanlık şeridi olan, bir ışık parıltısı gibiydi. Söz konusu büyük karaltı bir dağ sırası veya insanoğlunun henüz üzerinde yerleşim ya da endüstri tesisi kuramadığı bir su birikintisi olsa gerekti. Büyük şehir. Megalopolis. Bir düşünün: sadece üç yüz yıl önce, tüm kıta ancak iki milyon nüfusa sahipti. Halbuki elli yıl sonra, -Haijac Birliği ve İsrail Cumhuriyetleri arasında savaş çıkması gibisinden bir felaket yaşanmadığı takdirde- Kuzey Amerika’nın nüfusu on dört, belki de on beş milyar olacaktı! Kasten yerleşilmemiş tek bölge Hudson Körfezi Doğal Yaşam Koruma Alanı’ydı. Koruma Alanı’m sadece on beş dakika önce terk etmişti; ancak oraya daha uzunca bir süre dönemeyeceği için şimdiden rahatsızlık duyuyordu. Tekrar içini çekti.

Hudson Körfezi Doğal Yaşam Koruma Alanı. Binlerce ağaç, dağlar, geniş mavi göller, kuşlar, tilkiler, tavşanlar, hatta izcilerin dediğine göre vaşaklar. Yine de oldukça azdılar; on yıl içinde o uzun “soyu tükenen hayvanlar listesi”ne alınacaklardı. Hal Koruma Alanı’nda nefes alabiliyor, sıkılmıyordu. Özgürdü. Bazen yalnız ve gergin hissettiği de oluyordu. Koruma Alanı’nın Fransızca konuşan yirmi kişilik sakinleri arasındaki araştırması bittiğinde bu duruma alışmaya yeni başlamıştı. Dibindeki adam, yanı başındaki profesyonelle tekrar konuşmak için cesaret toplamaya çalışırcasına kıvranıyordu. Hazırlık amaçlı birkaç öksürükten sonra, “Sigmen beni korusun, umarım sizi gücendirmedim. Ama şeyi merak ediyordum…” diye lafa girdi. Hal Yarrow daralmıştı çünkü adam çok üsteliyordu. Sonra, Öncü’nün söylediği bir şeyi hatırladı. Tüm insanlar kardeştir, ancak bazıları babanın gözünde diğerlerinden daha çok kayrılır. Birinci sınıf kabininin yüksek önceliklere sahip kişilerce doldurulmuş ve Hal’in ise sonraki taşıtı beklemek ya da alt sınıf kabininde yolculuk etmek arasında seçim yapmaya zorlanmış olması, bu adamın hatası değildi elbette. “Bence shib,” dedi Yarrow.

Böylelikle dutumu açıklığa kavuşturmuştu. Adam rahatlamış gibi “Ah!” dedi. “Öyleyse, fazladan bir soruya aldırmazsınız sanırım. Aynen söylediğim gibi; bana boşuna Meraklı Sam demiyorlar. Ha! Ha!” “Yoo, bence hava hoş,” dedi Hal Yarrow. “Bir hiar, yani her-işten-anlar tüm bilimleri kendi uzmanlık alanı yerine koymaz. Belli bir disiplin üzerine yoğunlaşmıştır; ama uzmanlık gerektiren bütün branşları mümkün olduğunca öğrenmeye çalışır. Örneğin, ben dilbilimci bir hiarım. Kendimi dilbilimin pek çok alt dalından birine hapsetmek yerine, bu bilim hakkında iyi bir düzey edindim. Bu yetenek o bilimin tüm dallarında olup biteni algılamamı, başka bir uzmanlık alanında çalışan birinin ilgisini çekecek şeyleri araştırmamı ve o kişiyi bundan haberdar etmemi sağlıyor. Aksi takdirde, yalnız kendi alanıyla ilgili yüzlerce dergiyi bile okumaya vakti olmayan uzman, kendisine yardım edecek şeyleri de kaçırabilir. “Profesyonel çalışmaların hepsinin bu işle uğraşan kendi hiarları vardır. Aslına bakılırsa, bilimin bu branşında olduğum için çok şanslıyım. Eğer ben, örneğin, tıbbi bir hiar olsaydım, ezilir giderdim. Bir hiar ekibiyle birlikte çalışmam gerekirdi.

Ondan sonra bile, gerçek bir hiar olamazdım. Kendimi tıbbın tek bir dalına sıkıştırmam gerekirdi. Tıbbın -ya da elektronik, fizik ya da aklına gelecek hemen her bilimin- her bir uzmanlık dalındaki yayınların sayısı öylesine kabarıktır ki, hiçbir kişi ya da takım bütün bir disiplini kavrayamaz. Ne mutlu ki, ben hep dilbilime ilgi duydum. Halimden de bir şekilde memnunum. Kendi ufak araştırmalarımı yapmaya ve böylece tez çığına eklemelerde bulunmaya bile vaktim oluyor. “Bununla beraber,” diye ekledi, “bu işler uykuma mal oluyor. Devlet Kilisesi’nin şanı ve kazancı için günde on saat veya daha fazla çalışmalıyım.” Son yorumu; adamın bir Uzzite ya da Uzzite muhbiri olması halinde, Devlet Kilisesi’ni dolandırdığı yönünde rapor vermemesini sağlamak amacı güdüyordu. Hal adamın göründüğünden başka biri olduğunu pek sanmıyordu; ama yine de riske giremezdi. Kabin girişinin üstündeki duvarda kırmızı bir ışık parladı ve bir anons yolculara kemerlerini bağlamalarını söyledi. On saniye sonra araç hızlanmaya başladı; bir dakika sonrasında ise araç keskin bir dalış yaparak -Hal’e söylendiğine göre- dakikada bin metrelik bir hızla düşmeye başladı. Artık yere daha yakın olduklarından. Hal Sigmen City’nin (Haijac Birliği’nin başkenti Rek, İzlanda’dan buraya on yıl önce taşınana dek adı Montreal’di) sadece bir ışık kümesi olmadığını görebiliyordu. Kara noktalar, muhtemelen parklar, yer yer seçilebiliyordu ve yanı başında uzanan ince siyah şerit de Peygamber (bir zamanki St.

Lawrence) Nehri’ydi. Sigmen City’nin gökyüzüne beş yüz metre yükselen palilerinin her biri en az yüz bin kişi barındırıyordu ve bunlardan, şehir genelinde bu boyutta üç yüz tane vardı.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir