Yürüyen bir ölüye benziyor, diye geçirdi içinden Xizor. Bin yıl önce mumyalanmış bir cesetti sanki. Değil galaksinin en güçlü adamı olmak, hâlâ hayatta olması bile bir mucizeydi. Aslında o kadar da yaşlı görünmüyordu; sanki bir şey zamanla onu eritip tüketmişti. Xizor, İmparator’un dört metre uzağında durdu, bir zamanlar Senatör Palpatine olan adamın holocam alanına doğru gidişini izledi. İmparator’un yıpranmış bedenindeki çözülmenin kokusunu duyar gibi olmuştu. Sadece içine herhangi bir zehirli gaz karışma ihtimalini ortadan kaldırmak için sayısız filtreden geçen hava sirkülasyonunun bir sonucu olmalıydı. Belki de yaşamınkini içinden arıtarak geride sadece ölümün kokusunu bırakıyordu. Holo link’in diğer ucundaki ekranda İmparator’un baş ve omuz bölgesinin yakın çekim bir görüntüsü bulunuyordu, zamanın aşındırdığı kara cübbesinin kukuletasıyla örtülmüş bir yüz. İletişimin diğer ucundaki kişi, pek çok ışık yılı uzakta, Xizor’u göremese de Xizor onu görebiliyordu. Bu görüşme cereyan ederken burada durulmasına izin verilmesi İmparator’un ona ne denli güvendiğinin bir göstergesiydi. İletişimin diğer ucundaki adam –eğer hâlâ böyle adlandırılabilirse. İmparator’un önündeki hava girdap şeklinde döndü, yoğunlaştı ve bir dizi üzerine çökmüş bir adamın görüntüsüne büründü. Tepeden tırnağa siyahlara bürünmüş, pelerinli, yüzü giydiği miğfer ve nefes almasını sağlayan b “Evet, Efendim,” diye devam etti Vader. “Bizi yok edebilir,” dedi İmparator. Xizor’un tüm dikkati İmparator ve çok uzaklardaki bir geminin güvertesinde bir dizi üzerine çökmüş olan Vader’ın görüntüsündeydi. Gerçekten ilginç şeyler oluyordu. İmparator bir şeyi kendisine tehdit olarak mı algılıyordu? İmparator bir şeyden mi korkuyordu? “O sadece bir çocuk,” dedi Vader. “Obi-Wan artık ona yardım edemez.” Obi-Wan. Xizor bu adı biliyordu. Son Jedi’lardan biriydi, bir generaldi. Ama uzun yıllar önce ölmüştü, yoksa? Anlaşılan Xizor yanlış biliyordu ve Obi-Wan çocuk yaştaki birine yardım ediyordu. Ajanları buna çok pişman olacaktı. Xizor, Vader’ın görüntüsü ve İmparator’un da bizzat yanındayken ve devasa bir piramidi andıran sarayın merkezindeki İmparator’un konforlu ve güvenli taht odasında olduğu halde bile aklının bir köşesine not etmeyi ihmal etmemişti: Bu bilgiler kendisine daha önce ulaştırılmadığı için birisi kellesini kaybedecekti. Bilgi güçtü; bilgisizlik ise zayıflık. Bu onun asla görmezden gelemeyeceği bir şeydi. İmparator devam etti. “Güç o çocukta çok yoğun. Skywalker’ın oğlu asla Jedi olmamalı.” Skywalker’ın oğlu mu? Vader’ın oğlu! Hayret verici! “Eğer onu saflarımıza geçirebilirsek güçlü bir müttefik kazanırız,” dedi Vader. Bunu söylerken Vader’ın sesinde bir farklılık vardı, Xizor’un adını koyamadığı bir şey. Hasret? Endişe? Umut? “Evet… evet faydalı bir kazanç olur,” dedi İmparator. “Mümkün mü?” Çok kısa süren bir tereddüt yaşandı. “Bize katılır ya da ölür, Efendim.” Xizor gülümsemek istese de onu da kızgınlığı anında yaptığı gibi büyük bir başarıyla örtmeyi bildi. Vader, Skaywalker’ı canlı istiyordu, sesinin tonunda gizli olan şey buydu demek ki. Evet çocuk ya onlara katılır ya da ölür demişti, ama bu ikinci kısmın sadece İmparator’un gözünü boyamak için söylendiği açıktı. Vader’ın, Skywalker’ı, kendi oğlunu, öldürmek gibi bir niyeti yoktu. Xizor gibi sesleri okumada yetenekli birisi için bunu anlamak çok kolaydı. Kendisi, galaksideki en büyük suç örgütü, Black Sun’ın Lordu Kara Prens ünvanını dayanılmaz cazibesiyle elde etmiş değildi. Xizor, İmparator’u ayakta tutan ve onu ve Vader’ı bu denli kudretli yapan Güç’ün ne olduğunu pek anlamış değildi ama bir şekilde işe yaradığından da emindi. Ama soyları tükenen Jedi’ların da bunu kullanabildiklerini bilmiyordu. Şimdi de oyuna yeni bir oyuncu daha dahil olmuştu. Vader, Skywalker’ı sağ istiyordu ve bunu istemekle de İmparator’a onu kendisine sağ olarak teslim edeceğine dair söz vermiş oluyordu – ve de onların tarafına geçmiş olarak. Bu çok ilginçti. Hem de çok ilginç. İmparator iletişimi sona erdirip ona döndü. “Evet, Prens Xizor, nerede kalmıştık?” Kara Prens gülümsedi. Şimdi önündeki işlere yoğunlaşacaktı ama Luke Skywalker adını asla unutmayacaktı. Chewbacca öfkeyle kükredi. Bir stormtrooper kendisini tuttu ve o da onun ayaklarını yerden kesti, gümbürdeyen zırhıyla çukurun içine düştü. İki muhafız daha geldi ve Wookiee sanki oyuncak bebeklermiş gibi ikisini de harcadı. Her an Vader’ın askerlerinden biri tarafından vurulabilirdi. İri ve güçlüydü ama kazanamazdı; onu vuracak – Han, Wookiee’ye bağırarak onu sakinleştirmeye çalıştı. Leia, donmuş kalmış bu olanlara inanmakta güçlük çekiyordu. Han konuşmaya devam etti: “Chewie, başka fırsatlar da olacak! Prenses, ona göz kulak olman gerekiyordu. Duydun mu beni?” Han’ın sözde arkadaşı Lando Calrissian’ın onları Darh Vader’a sattığı Bespin’deki Cloud City’nin altında karanlık bir odadaydılar. Çevrelerini saran altın rengi bir ışık durumu daha da inanılmaz hale getiriyordu. Chewbacca, Han’a baktı, yarı sökülü haldeki Threepio Wookiee’nin sırtındaki bir çantada duruyordu. Hain Calrissian vahşi bir hayvanmış gibi uzak bir köşede tutuluyordu. Ortalık muhafızlar, teknisyenler ve kelle avcılarından geçilmiyordu. Vader’ın varlığı ve likit karbonun kokusu etraflarındaki havaya sinmiş ve morgla mezarlığın karışımı bir kokuya dönüşmüştü. Chewie’yi kelepçelemek için daha fazla muhafız geldi. Wookiee artık daha sakindi. Han’ı anlamıştı. Hoşuna gitmemişti ama anlamıştı. Muhafızların kendisini kelepçelemesine izin verdi. Han ve Leia birbirlerine baktılar. Bu olamaz, diye düşündü Leia. Şimdi değil. İkisi de duygularına hakim olamamıştı. Mıknatıs gibi birbirlerini çektiler ve sarıldılar. Tutku ve umutla dolu olarak sarılıp öpüştüler –umutsuzlukla ve külle çevrili oldukları halde. İki stormtrooper Han’ı iterek götürdü ve dondurucu panelinin üzerindeki uzun levhaya dayadılar. Leia’nın dudaklarından kontrolü dışında sözcükler dökülmeye başladı. “Seni seviyorum!” Soğukkanlılığını hâlâ yitirmemiş olan Han cevap verdi. “Biliyorum.” Han’ın yarı boyundaki Ugnaught teknisyen yaklaştı, Han’ın ellerini çözdü ve çekildi. Han önce teknisyene sonra da tekrar Leia’ya baktı. Han’ın bağlı olduğu levha çukura doğru inmeye başladı. Gözlerini Leia’ya dikmişti ve son ana kadar hiç ayırmadan bakmaya devam etti… ta ki dondurucu buhar her yanını kaplayıp görüşünü kesene kadar. Chewie bağırdı, Leia ne dediğini anlamasa da öfkesini, acısını ve çaresizliğini anlayabiliyordu. Han! Boğucu ve keskin bir gaz yükselip onları çevreledi. Leia, Vader’ın tüm yaşananları insanın içine işleyen buz gibi bir sisin ve ifadesiz maskesinin ardından izlediğini gördü. Threepio’nun konuşmaya başladığını duydu. “Ne – Neler oluyor? Arkanı dön Chewbacca, göremiyorum!” Han! Kalbi deli gibi çarpan Leia oturduğu yerde doğruldu. Çarşaflar ve geceliği terli ve darmadağınıktı. İç çekti, bacaklarını yataktan aşağı sarkıttı ve oturup duvara baktı. Saate baktı, gece yarısını üç saat geçmişti. Oda havasızdı. Tatooine gecelerinin serin olduğunu bilirdi ve bir pencere açıp biraz odayı havalandırsam mı, diye düşündü. Sonra üşenerek vazgeçti. Kötü bir rüya, diye düşündü. Hepsi bu. Fakat – hayır. Sadece bir kabusmuş gibi davranamazdı. Bundan çok daha fazlasıydı. Bu bir anıydı. Yaşanmıştı. Sevdiği adam karbon bloğuna hapsedilmiş ve bir kargo paketi gibi kelle avcısı tarafından götürülmüştü. Ondan alınmış ve galaksinin bir köşesindeki bilinmez bir yere götürülmüştü. Hislerini kontrol etmekte zorlanıyor, gözleri yaşla doluyordu ama mücadele etti. O, Alderaan’ın kraliyet ailesinin Prensesi, Leia Organa’ydı. İmparatorluk Senatosu’na seçilmişti ve Cumhuriyet’i yeniden kurmaya çalışan İttifak’ın da yılmaz bir neferiydi. Alderaan artık yoktu, Vader ve Death Star tarafından yok edilmişti; İmparatorluk Senatosu dağıtılmıştı; İttifak, asker ve silah gücü bakımından binlerce kat daha zayıf durumdaydı ama o her kimse hâlâ aynı kişiydi. Ağlamayacaktı. Ağlamayacaktı. Hesabını soracaktı. Gece yarısını üç saat geçmişti ve gezegenin yarısı uykudaydı. Luke kumdan altmış metre yüksekteki steelcrete platformun üzerinde yalın ayak durmuş gergin kabloya bakıyordu. Siyah pantalon ve gömlek giymişti ve siyah deri bir kemer takmıştı. Artık ışın kılıcı yoktu ama Ben Kenobi’den kalma deri kaplı bir kitapta bulduğu planlara bakarak yeni bir tane yapmaya başlamıştı. Bu Jedi’lar için geleneksel bir uygulamaydı, ona öyle söylenmişti. Yeni eli, koluna iyice uyum sağlayana kadar onu oyalayacak iyi de bir meşgaleydi. Onun fazla düşünmesini engelliyordu. Kanopinin altı loştu; ince çelik teli güçlükle görebiliyordu. Bu gecelik karnaval sona ermiş, akrobatlar ve hokkabazlar da uykuya dalmıştı. Herkes evine dönmüş ve o da yalnız kalmıştı; o ve gergin tel baş başaydı. Ortalık sessizdi, duyulan tek ses Tatooine’in yaz gecelerinde soğumakta olan kaplamaların büzülürken çıkardığı çıtırtılardı. Günün sıcaklığı çabucak uçup gitmişti ve dışarısı ceketle durulacak kadar serindi. Etraftaki eşyaların kokusu bulunduğu yere kadar yükseliyor ve orada kendi kokusuyla karışıyordu. Luke’un zihnini kontrol ettiği bir muhafız çadıra girmesine izin vermiş ve onun varlığından habersiz hâlâ dışarıda girişi korumaya devam ediyordu. Zihin kontrolü bir Jedi yeteneğiydi ama bu yeni öğrenmeye başladığı bir şekliydi. Luke, derin bir nefes alıp yavaşça verdi. Aşağıda gerili bir ağ yoktu ve bu yükseklikten düşmenin sonu muhtemelen ölüm olurdu. Bunu yapmak zorunda değildi. Hiç kimse bunun için onu zorlamamıştı. Kendinden başka hiç kimse. Nefesini, kalp atışlarını ve elinden geldiğince zihnini, öğrendiğini metotları kullanarak kontrol altına aldı. Önce Ben ardından da Üstat Yoda ona kadim sanatları öğretmişti. Yoda’nın eğitimi çok daha ciddi ve yorucuydu ama ne yazık ki Luke bu eğitimi tamamlama fırsatı bulamamıştı. O sırada başka çaresi de yoktu. Han ve Leia’nın hayatı tehlikedeydi ve onlara yardıma gitmek zorundaydı. O gittiği için onlar hâlâ hayattaydı ama… Sonu pek de iyi olmamıştı. Hayır. Hem de hiç. Ve Vader’la karşılaşmak zorunda kalmıştı… Yüzü gerilmiş, çenesi titremeye başlamıştı ve giydiği elbise gibi kara hormonal bir dalga gibi kendisini kuşatmaya çalışan öfkesiyle de mücadele etmişti. Vader’ın ışın kılıcının kestiği bileği yüzünden ani bir acı yaşamıştı. Yeni eli de en az eskisi kadar iyiydi, hatta belki de daha iyi ama kimi zaman Vader’ı düşündüğünde sızlıyordu. Doktorlar bu sızının kaynağının fiziksel değil de zihinsel olduğunu söylemişti. “Ben senin babanım.” Hayır. Bu doğru olamazdı! Babası bir Jedi olan Anakin Skywalker’dı. Keşke Ben’le konuşabilseydi. Ya da Yoda’yla. Onlardan gerçeği öğrenebilirdi. Vader onu kendi yanına çekmek, zihnini bulandırmak istemişti. Hepsi buydu. Fakat – Ya doğruysa..? Hayır. Unut gitsin. Şimdi kendisine bir faydası yoktu. Jedi yeteneklerinde ustalaşmadığı müddetçe ne kendisine ne de başkasına bir faydası olamazdı. Güç’e inanmalı ve devam etmeliydi. Vader’ın söylediklerinin bir önemi yoktu. Sürmekte olan bir savaş ve yapılması gereken çok şey vardı. İyi bir pilot olduğu için de İttifak’a fazlasıyla katkısı olabilirdi. Kolay değildi ve gittikçe de kolaylaşacak gibi görünmüyordu. Keşke kendisinden emin olabilseydi ama değildi. Sanki üzerinde taşıyabileceğinden çok daha büyük bir ağırlık vardı. Birkaç yıl önce amcası Owen’ın yanında çalışan, hiçbir yeri görmemiş bir çiftçi çocuğuydu. Şimdi ise Han, İmparatorluk, İttifak ve Vader vardı. Hayır, şimdi değil. Hepsi geçmişte ya da gelecekteydi. Şu an için sadece bu tel vardı. Odaklanacak ya da üzerinden düşecekti. Enerjisine odaklanıp akışını hissetti. Parlaktı, sıcaktı ve hayat veriyordu. Sanki etrafını sarıp onu her şeyden koruyan bir zırh gibiydi. Güç: Bir kez daha onun yanındaydı. Evet… Ama orada olan bir şey daha vardı. Sanki alıp götürülmüş ama bir şekilde de hemen yanı başında. Kendisine daha önce anlatılmış olan çekimi hissetti. Sert ve güçlü bir soğukluk, öğretmenlerinin temsil ettikleri şeylerin tam zıttı. Işığın antitezi. Vader’ı sarmalayan şey. Karanlık taraf. Hayır! Hemen kendinden uzaklaştırdı. Ona bakmayı reddetti. Tekrar derin bir nefes aldı. Güç’ün tekrar içine işlediğini ve uyum sağlamaya başladığını hissetti. Belki de bu diğer bir yoldu ama önemli değildi.
Star Wars – Steve Perry – İmparatorluk’un Gölgeleri
PDF Kitap İndir |