Laszlo Krasznahorkai – Şeytan Tangosu

Geldiklerinin haberi Ekim sonunda bir gün sabahleyin, insafsızca uzun süren güz yağmurlarının ilk damlaları sitenin güney tarafındaki çatlamış, alkalik toprağa (daha sonra berbat kokan çamur deryası patikaları ilk donlara kadar adamakıllı yürünmez hale getirmek ve şehri ulaşılamaz kılmak için] dökülmeden az önce Futaki, çan seslerine uyandı. En yakında dört kilometre uzaklıkta güneybatıda, eski Hoch-meiss patikasında terk edilmiş bir şapel vardı; ancak orada bırakın çanı, kule bile daha savaş zamanında yıkılmıştı ve oradan herhangi bir sesin duyulamayacağı kadar şehre uzaktı. Dahası; bu yankılanan, muzaffer sesler hiç de öyle uzaktan gelen çan seslerini andırmıyor, sanki rüzgâr onları buraya oldukça yakın bir yerlerden (“Sanki değirmenden taraf…”) sürüklemiş gibi geliyordu. Mutfağın sıçan deliği kadar penceresinden dışarıyı görebilmek için dirseklerini yastığa dayadı ama yarıya kadar buğulanmış camın arkasında şafağın mavisinde ve gittikçe derinleşen çan uğultusunda yüzen site, henüz suskun ve kıpırtısızdı: Karşı tarafta, birbirinden uzak duran evler arasında yalnızca Doktor’un penceresinin perdeleri arasından dışarıya ışık süzülüyordu. O da Doktor artık yıllardan beri karanlıkta uyuyamadığı için. Çan sesi gitgide azalırken yok olup gidecek, çınlayan tek bir sesi bile kaçırmamak için soluğunu tuttu; çünkü gerçeği anlamak istiyordu (“Kesin uyuyorsun daha, Futaki…”); uzaklaşsa da her sesi duymak istiyordu. Buz gibi mutfak taşlarının üzerinde yumuşak, kedi adımlarıyla pencereye doğru ilerledi (“Hiç uyanık kimse yok mu? Kimse duymuyor mu? Başka hiç kimse?”), pencerenin kanadını açıp dışarı uzandı. Keskin nemli bir hava yüzüne çarptı, bir anlığına gözlerini yummak zorunda kaldı; horoz ötüşünden, uzaklardaki havlamalardan ve birkaç dakika önce üstüne üstüne gelen keskin, amansız rüzgâr uğultusunun yerini bıraktığı sessizliğe artık boşuna kulak kabartıyor, kendi boğuk kalp atışlarından başka hiçbir şey duymuyordu, sanki bütün bunlar sadece uykusunu bölen hayaletlerin bir oyunuydu biri beni korkutmak istiyordu”). Uğursuz gökyüzüyle, çekirge istilasıyla yazm yanık kalıntılarına üzüntüyle baktı ve sanki birdenbire zamanın bütününün şeytani tekdüzeliği keşmekeşin tümsekleri üzerinden atlatarak yükseklikleri yarattığını, sonra da deliliği çarpıtıp bir gereksinime dönüştürerek ölümsüzlüğün devinimsiz küresinde soytarılık yaptığını duyumsarcasma o aynı akasya dalında baharın, yazın, güzün ve kışın geçip gittiğini gördü… ve ıstırapla burkuluverdiği anda ise beşik ve tabutun ahşap çarmıhında gevrekçe patırdayan bir hükmün kendini sonunda -unvan işaretleri ve ödüller olmaksızın- tüylerinden arındırılmış bir şekilde ölü yıkayıcıların eline verdiğini ve sonra da hilekâr kumarbazlarla (bittiğinde en son silahı olan evinin yolunu bir daha bulma umudundan da mahrum kaîacağı? sonucu daha başından belli bir partiye bulaştığını da anlayacağı için, onu geriye götürebilecek tek bir patika bile kalmamış haidej ileride insana dair işlerin derecesini taşyüreklilikle göreceği hamarat deri yüzücülerin kahkahalarına verdiğini gördü kendini, Başını, sitenin doğusunda kalan, bir zamanlar tıklım tıkiım dolu ve gürültülü olan, şimdilerdeyse harap ve terk edilmiş binaların yer aldığı tarafa çevirdi ve şişkin, kızıl güneşin ilk ışınlarının kelleşmiş çatılı, sapır sapır dökülen bir çiftlik evinin çatı kirişlerinin arasını delerek geçtiğini içi burkularak izledi. “Eninde sonunda artık bir karar vermem lazım. Burada kalamam.” Sıcak yorganın içine kaydı, başını koluna dayadı ama gözlerini kapayamadı: Şu hayalet çanlar onu dehşete düşürmüştü ama daha çok da bu birdenbire çöküveren sessizlik, bu tehditkâr suskunluk; çünkü şimdi artık her şeyin olabileceğini hissediyordu. Ama hiçbir şey kımıldamıyordu, tıpkı yatağında onun kıpırdamadığı gibi. Ta ki çevresindeki eşyalar arasında asabi bir söyleşi başlayıncaya değin (mutfak dolabı gıcırdadı, bir tencere tıngırdadı, bir porselen tabak yerinden kaydı). O anda birden yatakta dönüp Bayan Schmidt’ten yükselen ter kokusuna sırtını çevirdi, yatağın yanında daha önce bırakılmış su bardağını el yordamıyla buldu ve içindeki suyu bir dikişte bitirdi.


Bununla da o çocukça korkudan kurtuldu, derin bir soluk aldı, terli alnını kuruladı. Schmidt ve Krâner’in, sığırları ancak şimdi toplayabileceklerini, Szikes’ten, sonunda zahmet dolu sekiz aya karşılık gelen parayı alacaklarını, sitenin kuzeyinde bulunan çiftlik ahırına kadar sığırları süreceklerini ve bunun için onlar oradan eve yayan ulaşıncaya kadar sağlamından birkaç saatin geçeceğini bildiğinden azıcık daha uyumayı denemeye karar verdi. Gözlerini kapattı, yanına döndü, kadını kollarının arasına aldı ve tam uykuya dalacakken yine çanları duydu. “Lanet olsun!” Yorganı yana kıvırdı ama boğumlu, çıplak ayağının mutfak taşına değdiği o anda sesler sanki (“Biri işaret vermişçesine…”) ansızın kesiliverdi. Yatağın kenarında kamburunu çıkararak oturdu, kollarını göğsünde kavuşturdu, sonra da bakışları boş su bardağına takılıp kaldı; boğazı kuruydu, sağ ayağı sızlıyordu ve ne tekrar yatmaya ne de ayağa kalkmaya cesaret edebiliyordu. “En geç yarın yola çıkarım.” Kasvetli mutfa-ğm işe yarar durumdaki eşyalarını, üstünde yanıp donmuş yağdan ve yemek artıklarından kir pas içinde kalmış ocağı, onun altına tıkıştırılmış kopuk kulplu hasır sepeti, kırık ayakîı masayı, duvara asılı, tozlu aziz resimlerini, kapının yanındaki köşede üst üste yerleştirilmiş tencereleri gözleriyle bir bir süzdü, sonunda artık aydınlanmış olan minik pencereye doğru döndü, akasyanın öne eğilmiş çıplak dallarını, Haîicslerin evinin çökmüş çatısını, eğik bacayı, yükselen dumanı gördü ve şöyle dedi: “Payımı alırım ve daha bu akşamdan!. En geç yarın. Yarın sabah.” “Aman Tanrım!” diye ürpererek sıçradı Bayan Schmidt; alacakaranlıkta ne yapacağını bilemeyen bakışlarını dört bir yanda gezdirdi; göğsü inip inip kalkıyordu ama her şey tanıdık gelince hafifleyerek derin bir soluk aldı ve kendini yastığın üzerine bıraktı.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir