Laszlo Krasznahorkai – Savaş ve Savaş

Ölüm umurumda değil artık, dedi Korin ve uzun bir sessizlikten sonra ilerideki gölü gösterdi: Kuğu mu onlar? Tren yolundaki üstgeçidin ortasında yedi çocuk etrafını sarmış, yarım daire olup onu korkuluğa sıkıştırmışlardı, tam yarım saat önce soymak için saldırdıklarında yaptıkları gibi, aynen öyle, ancak artık ne saldırmak ne de soymak istiyorlardı, zira anlamışlardı ki ona saldırmak ya da soymak türünden işlere girişmek mümkün olmasına mümkündü ama sonuçlarının belirsizliği yüzünden buna değmezdi çünkü büyük bir ihtimalle hiçbir şeyi yoktu, olsa olsa tonlarla yükü vardı sırtında, bunu Korin’in, muğlak, fırtınalı ve onları “can sıkıntısından patlatan” monoloğunun belirli bir yerinde anladıkları zaman -hani o kafasını kaybetmekten bahsetmeye başladığında- yine yerlerinden kıpırdamadılar, kaçığın teki deyip onu orada öylesine bırakıp gitmediler, oraya ne için gelmişlerse onun için, olduklan gibi, oldukları yerde kaldılar, yarım daire halinde, çömelmiş, kıpırtısız şekilde; arada akşam olmuştu, günbatımının soğuk sessizliğinde yavaş yavaş inen karanlık suskunlaştırmıştı onları, o hareketsizlik ve sessizlik, Korin ‘den vazgeçtikten sonra, dikkatlerinin tek bir nesneye odaklandığını gösteriyordu: aşağıdaki raylara. Kimse ondan konuşmasını istememişti, parasını almaya çalıştılar, vermedi, param yok, dedi ve konuşmaya başladı, önceleri tutuk, sonraları akıcı bir şekilde, sonunda dur durak bilmeden konuştu, konuştu; çünkü gözlerinden korkmuştu yedi çocuğun, nitekim sonraları başına gelenleri birine anlatırken söylediği gibi, midesi korkudan kasılmış, eğer korku midesine inerse mutlaka konuşması gerekirmiş, korkusu bir türlü geçmemiş çünkü bilmiyormuş yanlarında silah var mı yok mu, konuşmaktan da vazgeçememiş hatta, giderek daha çok sürüklenmiş konuşmaya, onlara her şeyi, nihayet birilerine her şeyi – hem de son dakikada!- anlatmayı giderek daha çok istemiş; çünkü onun deyişiyle “büyük yolculuğa” gizlice çıktı çıkalı, o zamandan beri kimseyle tek laf olsun konuşmamış, çok tehlikeli buluyormuş konuşmayı, kaldı ki laf edecek kimse de çıkmamış karşısına, yol boyunca masum birine ya da çekinmeyeceği tek bir kişiye rastlamamış, hoş kimse onun gözünde yeterince masum olamazmış ya, herkesten çekinmesi gerekiyormuş çünkü başında da söylediği gibi herkeste aynı insanı görüyormuş, onu takip edenlerle mutlaka ilişkisi olan, attığı her adımı izleyenlerle dolaysız ya da dolaylı, yakından ya da uzaktan kuşkusuz bir bağı olan birini; ama o, peşinden gelenlerden hep daha hızlıymış, “en azından yarım gün” daha hızlı; ne var ki zaman ve mekânda kazandığı bu geçici zaferlerin bir bedeli varmış: kimseyle tek kelime olsun konuşmamak; sadece şimdi korkudan, korkunun baskısı altında, yaşamının gittikçe daha önemli bölümlerine kadar inerek, gittikçe daha teklifsiz, daha candan, içini daha çok dökerek konuşuyor, onlan böylece kazanmak, kendine çekmek için, saldırganlan saldırganlıktan ann-dırmak için, yedisini de, kendisinin isteyerek teslim olduğuna inandırmak için. Hava katran kokuyordu, iç bulandırıcı, yoğun, ağır bir katran kokusu sinmişti her yere, sert esen rüzgâr bile da-ğıtamıyordu kokuyu, iliklere kadar işleyen rüzgâr kokuyu yakalıyor, fırıl fırıl döndürüyor fakat değiştiremiyor-du, bütün o bölgede, kilometreler boyunca, özellikle de burada, doğudan gelen ve bir yelpaze gibi açılarak yayılan raylann ağzı ile arkada kalan Rakosrendezö marşandiz istasyonu arasındaki hava katran kokusundan ibaretti; bu kokuda her yere çöken kurumun, isin ve dumanın, yüzlerce-yüz binlerce katarın, kirli traverslerin, kırma taşların ve çelik raylann kokusundan başka daha neler olduğunu söylemek zordu, kuşkusuz sadece bunları değil daha nice gizli kalmış, belli belirsiz tarif edilebilecek, hatta adlandırılamayacak şeyleri de içeriyordu; aralarında mutlaka insan beyhudeliğinin o taşınamaz yükü de vardı, yüzerce-yüz binlerce katarla buraya taşınan ve buradan, üstgeçit hizasından bakıldığında dehşet verici bir amaçsızlığa dönüşen milyonlarca iç bulandırıcı istek, on yıllar boyunca buraya yavaş yavaş sinen ıssızlığın, terk edilmişliğin, donmuşluğun havadaki ruhu da besliyordu bu kokuyu ve Korin işte şimdi burada kendisine bir yer bulmaya çalışıyordu; oysa kaçarken sadece -kimse fark etmeden, çabucak, sessizce- kentin merkezi olduğunu tahmin ettiği yöne doğru yoluna devam etmek için karşı tarafa geçmek istemişti, oysa şimdi dünyanın bu cereyanlı, bu soğuk yerinde -korkuluk, kaldırım kenarı, asfalt, metal- tutunması gerekiyordu; göz hizasından bakıldığında -rastgele ayrıntılarıyla- önemli gibi görünen bir demiryolu üstgeçidi, birkaç yüz metre ötedeki Ra-kosrendezö marşandiz istasyonu önündeki demiryolu üstgeçidi şimdi dünyanın var olmayan bir diliminden dünyanın var olan bir dilimine dönüşmüştü onun için, yeni hayatının, yahut ilerideki, kendi deyişiyle “cinnet koşusunun ‘ önemli bir durağı olmuştu, oysa sıradan bir üstgeçitti, yolunu kesmeseler üstünden körü körüne geçip gidecekti. Aniden başlamış, ne bir giriş ne bir önsezi ne bir hazırlık ne bir başlangıçla, tam tamına kırk dördüncü doğum gününün bir ânında çarpmış onu farkındalık, hem dehşetli acı vererek, biraz önce üstgeçidin ortasında yedi çocuk nasıl çarptıysa aynen öyle, öylesine beklenmedik ve önceden tahmin edilemeyecek bir şekilde, öyle anlatmıştı Korin; o gün de bazen yaptığı gibi nehir kıyısında oturu-yormuş, doğum gününde bomboş evine gitmeye keyfi yokmuş, öylece oturuyornıuş ve gerçekten birdenbire içine saplanmış sanki, aman Tanrı’m, demiş, ben olup bitenlerden hiç mi hiçbir şey anlamıyorum, vah bana, vah-lar bana, dünyayı anlamıyorum ben ve bundan, yani sorunu bu şekilde dile getirmesindeki aleladeliğin, banalliğin, iç bulandırıcı naifliğin düzeyinden de fena halde ürkmüş, kırk dört yaşında birdenbire kendisini dehşetli salak hissetmiş, kırk dört yıl boyunca dünyayı anladığını sanan kof bir balkabağı, işte tam da o nehrin kıyısında otururken sadece bir şey anlamadığının değil, hiçbir şeyden hiçbir şey anlamadığının farkına varmış ve en kötüsü de kırk dört yıl boyunca anladığını sanırken aslında anlamadığıymış, en kötüsü oymuş, o doğum günü akşamı yalnız başına o nehrin kıyısında, üstüne üstlük anlamadığını anlayınca, hah, işte şimdi anlıyorum da diyememiş çünkü anlamadığını anlamış olmasına karşılık yeni bir bilgi edinmemiş, tam tersine o andan itibaren dünyayı düşündükçe dehşet verici bir karmaşayla yüz yüze bulmuş kendini, o akşam dünyayı o kadar derinlemesine düşünmesine ve anlamak için o kadar zorlanmasına rağmen bir türlü başaramamış, karmaşa giderek daha anlaşılmaz olmuş, o kadar ki sonunda, anlamak için o kadar zorlandığı dünyanın anlamının tam da o karmaşa olduğu hissine kapılmış, demek ki dünya onun kendi karmaşasıyla aynı şey, işte tam buraya vardığında ve hâlâ anlamak için direndiği sırada kafasında bir acayiplik hissetmiş.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir