Mark Twain – Huckleberry Finn’in Maceraları

Mark Twain’in en bilinen iki yapıtından biri Tom Sawyer’in Maceraları, diğeri de Huckleberry Finn’in Maceraları’dır. Her iki metin üzerine çok şey yazılıp çizilebilir, ama çeviri penceresinden bakınca Huckleberry Finn çok daha büyük zorluklarla doludur, tam anlamıyla çetin cevizdir. Zira kitabın çevirisinin önünde hem coğrafi hem kültürel hem de dilsel engeller vardır. Bir kere, kitap baştan sona Mississippi Nehri üzerinde ve kıyılarında, yani ülkemize tümden yabancı bir coğrafyada geçer. Ayrıca nehir taşımacılığı da anlatının değişmez bir motifidir. Kıvrıla kıvrıla ilerleyen bu geniş nehirde türlü türlü deniz taşıtı gidip gelir, ekonomi neredeyse tamamen bu su taşımacılığına dayalıdır. Dolayısıyla bu yabancı ve gizemli coğrafyanın tasvirlerinde yaratıcı çeviri çözümlerine ihtiyaç duyulur. Gerektiğinde açıklayıcı davrandım, ama bu arada tasvirlerin lezzetini de dilim döndüğünce yansıtmaya çalıştım. Kitabın geçtiği dönemde, yani 19. yüzyılın ortalarında güney eyaletlerinde kölelik sürmektedir. Ekonominin bir ayağı nehir taşımacılığıysa, diğer ayağı köle emeğidir. Mark Twain de köleliğin insanlık dışılığını kitapta çok çarpıcı şekillerde vurgular. Çeviriyi yaparken İngilizcede nigger, yani zenci denen yerde aslında black sözcüğünün karşılığı olan siyah sözcüğünü kullanmak gibi siyaseten doğruculuk refleksleri göstermek hem bu edebi eseri eksiltecek hem de birçok ifadeyi anlamsızlaştıracaktı, o yüzden anlatılan dönemi ve o dönemin kafa yapılarını yansıtmayı kitabın asıl yaratıcısına bıraktım. Kitabın başındaki açıklamada bahsedilen lehçeler yine bizi çeşitli çeviri tercihlerine zorluyor. Zira İngilizce orijinalinde neredeyse anlaşılmaz halde olan, hiçbir sözlükte bulunamayan kelimeler içeren ve yer yer karineden çıkarılan diyalogları Türkçeye aktarırken ister istemez bir şeyler eksiliyor.


Öte yandan, bütün lehçelere farklar koymak akıl kârı değil, ayrıca siyah köle konuşması dışındakilerde ayrım çizgilerini saptamak ve Türkçeye yansıtmak çok fazla anlam ifade etmeyecektir, üstelik Türkçedeki lehçeleri kullanmak gereksiz yere başka çağrışımlara yol açabilir. Siyah kölelerin durumu, yani ırk ayrımcılığı ve kölelik anlatının tam merkezinde duruyor. Üstelik siyah kölelerin konuşma biçimi sadece dillerinin dönmemesiyle alakalı değil, kendi kültürlerinden ve topraklarından zorla koparılıp İngilizce konuşmaya zorlanmalarına bir tepkiyi de içeriyor. O yüzden, sadece köle konuşmasına müdahalede bulundum. Bu önemli eserin alternatif bir çevirisiyle kültürel hayatımıza katkı yapabildiysem ne mutlu bana. Tom Sawyer’ın Maceraları adlı kitabı okumadıysanız beni tanımazsınız, ama ziyanı yok. O kitabı Bay Mark Twain yazdı ve kendisi çoğu yerde doğruyu söylüyor. Kimi şeyleri abartmış, fakat söyledikleri doğru çoğunlukla. Ne çıkar ki zaten. Öyle ya da böyle yalan söylemeyen kimseyi tanımadım, Polly Teyze hariç, bir de dul bayan, belki bir de Mary. Polly Teyze -Tom’un Polly Teyzesi yani- ve Mary, bir de Dul Bayan Douglas’tan o kitapta bahsediliyor; demin söylediğim gibi, kitapta çoğunlukla doğru şeyler söylenmiş ama abartılmış yerler de var. O kitabın bitiminde durum şöyleydi: Tom ve ben soyguncuların mağarada sakladığı parayı bulmuş ve zengin olmuştuk. Her birimizin altı bin doları vardı — hepsi altın. Parayı bir yere yığınca gözünü alamıyordun. Yargıç Thatcher parayı alıp faize yatırdı, böylece yıl boyunca her gün birer dolar kazandık — insanın nereye harcayacağını şaşıracağı kadar çok para.

Bayan Douglas beni evladı gibi benimsedi ve adam edebileceğini düşündü, ama sürekli evde oturmak hiç kolay değildi, üstelik dul bayan her yönüyle insanı bezdirecek kadar titiz ve edepliydi; bu yüzden artık daha fazla dayanamaz olunca tüydüm. Eski paçavralarıma ve şeker fıçıma geri döndüm; artık özgürdüm, keyfim yerindeydi. Ama Tom Sawyer izimi sürüp beni buldu ve bir soygun çetesi kuracağını söyledi. Dul bayana geri gidip saygın biri olursam ben de katılabilirmişim. Bu yüzden geri döndüm. Dul bayan beni görünce gözyaşları içinde kucak açtı, bana zavallı kayıp kuzu dedi, daha başka bir sürü ad taktı ama içinde kötülük yoktu. Beni tekrardan yeni kıyafetlerin içine soktu. Terledim de terledim, üstelik hareket de edemiyordum. Böylece eski hayatımız yine başladı. Dul bayan akşam yemeği için bir çıngırağı çalıyordu ve yemeğe vaktinde gitmen gerekiyordu. Masaya oturunca öyle hemen yemeye başlayamıyordun, dul bayanın başını eğip kayıntı hakkında biraz mırıldanmasını beklemen gerekiyordu; halbuki kayıntıda yanlış hiçbir şey yoktu. Gerçi yemeklerin her biri kendi başına pişiyordu. Halbuki hepsini bir kapta ateşe vursan öyle olmaz; her şey birbirine karışır, suları hepsine bulaşır; kayıntı diye ona derim ben. Yemekten sonra kitabını çıkarıyor ve bana Musa ile Sazlık hikâyesini öğretiyordu. Musa hakkındaki her şeyi öğrenmek için canla başla çalışıyordum, ama sonradan Musa’nın epeyce zaman önce öldüğünü ağzından kaçırdı; bu yüzden artık onunla hiç ilgilenmedim, çünkü ölmüşlerin halini dert etmem.

Bir süre sonra canım tütün çekti ve dul bayandan müsaade istedim. Nuh dedi peygamber demedi. Yok efendim kötü bir alışkanlıkmış, yok etraf pislenirmiş, yok artık içmemek için çaba harcamalıymışım. Bazı insanlar böyledir işte. Bilmedikleri şeye çamur atarlar. Oturmuş Musa’yla uğraşıyordu, oysa adam akrabası filan değildi, kimseye faydası yoktu, göçüp gitmişti işte; yine de biraz hayırlı bir işle uğraşıyorum diye bende ne biçim kusur buluyordu. Üstelik kendisi de enfiye çekiyordu, ama bu iyi bir şeydi elbette, çünkü kendisi yapıyordu. Bir de kardeşi Bayan Watson vardı. Yaşlıca, hiç evlenmemiş, incecik bir kadın olan ve kocaman gözlük takan Bayan Watson daha yenilerde onunla oturmaya gelmişti ve bu sefer elinde bir imla kitabıyla başıma dikildi. Neredeyse bir saat beni harıl harıl çalıştırdıktan sonra dul bayan biraz ara vermesini söyledi. Yoksa daha fazla dayanamayacaktım. Sonraki bir saat öyle boğucu geçti ki artık yerimde duramaz oldum. Bayan Watson, “Ayaklarını oraya koyma, Huckleberry,” ve “öyle kamburunu çıkarma Huckleberry… dik otur bakalım,” filan deyip duruyordu; bir süre sonra da “Öyle esneyip gerinme Huckleberry… neden edebinle oturmaya çalışmıyorsun?” demeye başladı. Ardından bana kötü yerle ilgili her şeyi anlattı ve ben de orada olmak istediğimi söyledim. Böyle söyleyince çılgına döndü, ama kötü bir niyetim yoktu.

Tek istediğim bir yerlere gitmekti; sadece değişiklik istiyordum, belli bir yere gitmek değildi amacım. Böyle dememin günah olduğunu söyledi, kendisi dünyada böyle demezmiş; iyi yere gidebilecek gibi yaşayacakmış. Eh, onun gittiği yere gitmekte hiçbir iyi yan göremiyordum, bu yüzden bunun için uğraşmamaya karar verdim. Ama bunu söylemedim, çünkü başıma dert açmaktan başka bir işe yaramazdı. Artık çenesi açılmıştı, iyi yer hakkında ne varsa anlatmaya koyuldu. Dediğine göre orada insanın yapması gereken tek şey bütün gün etrafta dolanıp harp çalarak şarkı söylemekmiş, sonsuza kadar hem de, hiç durmamacasına. Bu yüzden pek de gidilesi bir yere benzetemedim. Ama bunu kesinlikle dile getirmedim. Tom Sawyer’in da oraya gidip gidemeyeceğini sordum, görünüşe bakılırsa kesinlikle gidemeyeceğini söyledi. Buna sevinmiştim, çünkü onunla hiç ayrılmayalım istiyordum. Bayan Watson nasihatlerini ve azarlarını peş peşe sıralarken kendimi giderek daha bitkin ve yalnız hissettim. Az sonra zenci köleleri içeri aldılar ve duaya başladılar, ardından da herkes yatağına çekildi. Bir mum alıp odama gittim ve mumu masanın üstüne koydum. Pencerenin önündeki bir sandalyeye oturup şenlendirici bir şeyler düşünmeye çalıştım, ama hiç işe yaramadı. Kendimi öyle yapayalnız hissettim ki keşke ölsem dedim.

Yıldızlar ışıl ışıldı ve ormandaki yapraklar hazin hazin hışırdıyordu, uzaklarda bir baykuşun öttüğünü duydum; ölen birisinin ardından puuu-huuu diyordu; ayrıca bir çobanaldatan ile bir köpek, birinin yakında öleceğini haber vermek için feryatlar koparıyorlardı; rüzgâr da bana bir şeyler fısıldamaya çalışıyordu, ama ne olduğunu bir türlü anlayamıyordum, bu yüzden sırtımda buz gibi bir ürperti dolaştı. Ardından, ormanın derinliklerinden, bir şeyler söylemeye çalışıp da derdini bir türlü anlatamayan, kahrından mezarını terk edip her akşam etrafta dolanarak çile dolduran hayaletlerin çıkardığı türden bir ses duydum. O kadar moralim bozulmuş ve o kadar korkmuştum ki keşke yanımda biri olsaydı dedim. Kısa süre sonra bir örümcek omzumdan yukarı tırmanmaya başladı, ona bir fiske vurunca gidip mumun üstüne düştü; ben daha kılımı kıpırdatamadan kavrulup gitti. Bunun korkunç kötü bir işaret olduğunu ve bana kötü şans getireceğini başkasının söylemesine gerek yoktu, korkudan yaprak gibi titremeye başlamıştım. Ayağa kalktım ve üç kez kendi etrafımda döndüm, her seferinde de haç çıkardım; ardından cadıları uzak tutmak için saçımın bir tutamına ip bağladım. Ama içim hiç rahatlamamıştı. Hani nal bulursun da daha kapının üstüne çakamadan kaybedersin ya, işte o zaman yapılır bu, fakat örümcek öldürdüğünde kötü şansı uzak tutmak için yapılabileceğini kimseden duymuşluğum yoktu.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

5 Yorum

Yorum Ekle
  1. Bu kitabı eninde sonunda alıp okuyacagim

  2. Çok sıkıcı bir kitap okumanizi tavsi etmem

    1. Knk hocq bize bunu ödev verdi bide

      1. çok güzel kitap hem de çok çok güzel. aşırı zevk alıyorum okurken. yazarın çok keskin bir zekası var ve bunu hemen her cümlesinde farkedebiliyorsunuz çok eleştirel bir kitap. hemen her şey eleştiriliyor