Franz Kafka – Dava

Çek asıllı Avusturyalı yazar Franz Kafka (1883-1924), kırk bir yıl yaşadı. Ölümünden sonra dünyaya bıraktığı ise yalnızca bir yazarın ürünleri değil, fakat, Ernst Fischer’in yerinde deyişiyle, başlı başına bir dünya edebiyatı’ydı. Kafka’nın eserleri bir bütün olarak incelendiğinde, Goethe’ den bu yana kavramlaşmış olan dünya edebiyatı söyleminin, bitmekte olan yüzyılımızda temellerine en gerçekçi bir biçimde belki de bu yazarda kavuştuğu saptanır. Kafka gibi yazarlar gündeme geldiğinde salt kalıcılıktan söz etmek, onları anlatabilmek bağlamında çoğu kez yetersiz kalır. Önemli olan, bu kalıcılığın nereden kaynaklandığı konusunda belli bir çözümleme yapabilmektir. Kalıcı olabilenlere baktığımızda, bunların tümünün ortak en önemli edimlerinin konuyu kavramlaştırmak olduğunu görebiliyoruz. Shakespeare kalıcıdır, çünkü okur ya da izleyici onun kahramanlarından hiçbirini fiziksel özellikleriyle, milliyetiyle vb. birlikte kafasında canlandırma gereğini duymaz, dahası, çoğu kez böyle bir şeyi istese bile önemli kılamaz. Bu bağlamda örneğin Hamlet’in Danimarkalı olması ya da fizik özellikleri, kesinlikle belirleyici değildir; bunun gibi, eserde olup bitenler de bir dönem eseri’nin sınırlaması içersinde kalmaz. Buna karşılık Hamlet, çağımızın büyük tiyatro adamı Jan Kott’un deyişiyle, Shakespeare’i bilmeyenlerin kafasında bile bir kavram’dır. Bu kavramın içeriği, yorumlayıcının örneğin eyleme ya da eylemsizliğe tanıyacağı ağırlığa göre değişimler sergileyebilir; ama değişimler hangi yönde olursa olsun, Hamlet’in eylemle bağıntılı bir kavramı oluşturacağı kesindir; tıpkı Macbeth’in de iktidar hırsı kavramını simgelemesi gibi. Öte yandan Shakespeare’in çağdaşı Cervantes de Don Quijote’siyle gerçekte milliyeti ya da fizik özellikleri okur açısından birincil önem taşıyan bir şövalyenin değil, geçiş dönemi diye adlandırılabilecek bir kavramın yaratıcısıdır; yel değirmenlerine mızrağıyla saldıran Don Quijote, doğru erdemleri artık başkalaşmış bir zamanda, o zamana uygun düşmeyen yollardan savunmayı sürdüren, dolayısıyla da eski’de direnip yeni zamanın bilincine varan yabancı insanı simgeler. Konuları her çağın içine kendi içeriklerini yerleştirebileceği kavramlar oluşturabilecek biçimde incelemek, kalıcı yazarların başarılarının gizidir. Bu gerçekler açısından Kafka’yı anlamak bağlamında yapılması gereken ise, bu yazarın neyi kavramlaştırdığını sorgulamaktır. Albert Camus, 1946 yılında Combat gazetesi için kaleme aldığı “Ne Kurban Ne de Cellat” adlı denemesinin hemen başında, “Korku Çağı” başlığı altında şu düşünceleri dile getirir: “17.


yüzyıl, matematiğin çağıydı, 18. yüzyıl doğa bilimlerinin, 19. yüzyıl ise biyolojinin çağıydı. Bizimkisi, yani 20. yüzyıl ise korkunun çağıdır. Şimdi bana yanıt olarak korkunun bir bilim olmadığı söylenecek. Ama bilimin bununla yine de bir ilintisi var, çünkü bilimin son kuramsal ilerlemeleri onu kendi kendisini yadsımaya sürükledi, uygulamada eriştiği yetkinlik düzeyleri ise bütün dünyayı yıkıma götürme tehlikesiyle karşı karşıya bıraktı. Ayrıca korku, tek başına ele alındığında, her ne kadar bir bilim sayılamaz ise de, onun bir teknik olduğundan kuşku duyulamaz. Çünkü yaşadığımız dünyada en çarpıcı nokta, insanların (…) çok büyük bölümünün bir geleceklerinin bulunmayışıdır. Oysa geleceğe, olgunlaşmaya ve ilerlemeye yönelik bir umut olmadan anlamlı bir yaşamdan söz edilemez. Bir duvarın önünde yaşamak, köpekler gibi yaşamaktan farksızdır. Gerek benim kuşağımın insanları, gerekse bugün işletmelere ve fakültelere girmekte olan insanlar köpekler gibi yaşadılar ve yaşamaktalar. İnsanların önünde duvar örülmüş bir gelecekle yüz yüze yaşamaları elbet ilk kez olmuyor. Ama insanlar daha önce bu duvarları sözün ve çağrının yardımıyla aşarlardı. Umutlarını oluşturan başka değerlere atıfta bulunurlardı.

Bugün ise (kendilerini yineleyip duranların dışında) artık kimse konuşmuyor, çünkü dünya bize uyarıları, öğütleri, dilekleri duymayan kör ve sağır güçlerce yönetiliyormuş gibi gözüküyor. Kısa bir geçmişte yaşadığımız yılların sergilediği oyun, içimizde bir şeyi yıktı. Ve bu şey de insanoğlunun bir başka insanla insanlığın diliyle konuştuğu takdirde, onca insanca tepkiler yaratabileceğine yönelik o sonrasız güven duygusu (…) İnsanlar arasında sürüp giden uzun diyalog, artık kesildi. Ve diyalog yoluyla ikna edilemeyenlerin insanda ancak korku uyandırması da son derece doğaldır…”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

1 Yorum

Yorum Ekle
  1. Yazısı daha büyük olsaymış daha iyiymiş ama yine de teşekkürler