Sibel Oral – Zayi – Harp ve Darp Ülkesinde Bir Selvi

Yokuş. Başlangıçta sadece toprak vardı. Sonra, gündüz külahlı gece silahlı faniler geldi. Toprağa yüz sürmeyi, toprağa şükür etmeyi bilmiyorlardı. Eşekler, öküzler geçti toprağın üstünden çarıkları takip ederek. Gündüz yırtıcılarının kanatları değiştirirken bulutların yerini, faniler de toprağın gücünden can alan servi ağaçlarının altında saydı sikkelerini… Avuçlarından kayan sikkeler yokuştan aşağı yuvarlanırken, koşmak istediler ama korktular, kalakaldılar yokuşun başında… Dar kaldırımlı geniş yokuşun başında, eskimiş köhne evlerin olduğu çıkmaz bir sokak var. Sonundaysa telaşla koşuşturan muhteris fanilerin işlek caddesi. Çıkmaz sokakta insan oluşundan usanıp ağaç olmayı düşleyen Lerna Hanım, gölgesinden bile korkan Emine, Emine’nin kızı Çilem, eskiden meydanlarda taşıdığı pankartı salonunun duvarına çivileyen Rüstem, Kumru bakkalın sahibi deli-güzel Ayhan, kadın adam Sofie, balıkçı eskisi Rızvan Efendi oturuyor… Yıllardır bu geniş yokuşun kollarından biri olan çıkmaz sokakta, servi ağaçlarına ve o korkunç metruk binaya baka baka bir arada harlanıyorlar, maiden siyaha dönen semanın sessizliğinde… (Adalet: Orada mısın Selvi?) Aşağıdaki işlek caddede ve elit semtlere bağlan Her gece onları uyandıran, geçmişinden sıyrılamamış rüyalarıyla kendi çıkmaz sokaklarında bir ileri, iki geri volta atıyorlar. Arada bir aynı rüyalarda çarpışıyorlar ve aynı sokakta yeniden buluşuyorlar. Ama sokak çıkmaz; diğer sokaklarda yaşayanlar bu sokağa hiç girmiyor, giremiyor; kediler bile. Sokak ne yolu kısaltıyor ne de gireni başka bir sokağa çıkarıyor. Orada öylece bırakıyor. Zaten diğer sokaklarda oturan fanilere göre burası tehlikeli. Çevresindeki diğer sokaklar ve işlek anacaddeler yutarken fanilerin bütün belleğini, bu çıkmaz sokak, kendi sakinlerine hatırlatıyor izlerini. (Adalet: Unutabilir misin Selvi?) Bir de o kadın var işte… Eskiden küçük bir kız olan ve dünyayla birlikte büyüyüp kadın olan kız… Omuzlarına dökülen kahverengi saçları, zayıf, çelimsiz bedeniyle ağır ağır hareket ediyor.


Sanki ölmüş ama onunki başka bir ölümmüş gibi kınında bir çığlıkla tam 29 gün önce geldi çıkmaz sokağa. Başında uçuşan iki kuzgunla bir sırrı açıklar gibi araladı cumbalı, yeşil evin kahverengi ahşap kapısını. Onlar ki, yıllardır bir çift beyaz ayak ve iki çift kara kanatla boyuyorlardı dünyayı sanki. Pas tutmuş şehirlere, kokmuş, çürümüş, dökülen insan etlerine inat kaderlerine, kederleriyle birlikte yol alıyorlardı yıllardır. İşte şimdi, o yılların birinde, –sonunda ya da başında– gelmişti içinden çıkılmayan sokağa. Belleğinin kuytularından; varmış yokmuş, susmuş pusmuş gibi… Mutlu, mutsuz gelmişti… Geldiğinde yine sessizdi sokak, sessizdi ölülerin isimlerini unutan dudaklar ve sevgili vicdanlar. O kadının yıllar sonra kapısını açtığı ev ki, sokaktaki diğer evlere nazaran daha köhne; yıkıldı yıkılacak, taşıyamıyor sırlarını ve kapılarında büyüttüğü çocukların anılarını. Hemen yanında Lerna Hanım’ın camekân balkonlu sarı evine yaslanmasa, yığılıp secde edecek karşısında duran metruk binaya. Lerna Hanım’ın yaslandığı ise Emine ile Rüstem’in oturduğu ev. Sonra Ayhan, sonra Rızvan Efendi ve Sofie… Topu topu yedi kişiler bu dar, çıkmaz sokakta; birbirlerine yaslana yaslana ve metruk binanın tam karşısında. Tuhaftır ki, o çelimsiz kadın, bu sokağa başında uçuşan iki kara kuzgunla birlikte geldiğinde hiçbiri onu görmedi. Zaten ne bir kamyon yanaştı eşya dolusu, ne de boya ustalarının fırçaları arşınladı duvarlarını. Bir kuzgun gibi bağıra bağıra ama sessiz ama kapkara kondu dalına. Yandaki sokağın elit fanileri bilse bu olan biteni, “Metruk binanın hayaleti,” diye yalanlar uydururdu belki. Ama onlar bile fark etmedi geldiğini; sanki ne gelmiş ne de daha önce gitmişti.

Mart ayının ikinci akşamıydı. Lerna Hanım camekânlı balkonunda kâğıtları erimiş siyah beyaz fotoğraflara gözyaşı döküyor, Rüstem duvarındaki pankartın karşısına geçmiş yumruğunu sıkıyor, Rızvan Efendi balık ayıklıyor, Sofie etek tıraşı oluyor, Ayhan annesinin naylon çorabını kokluyordu. Güneş batmış, şehir kararmıştı. Emine işten dönüyordu; kovulmuştu, korkuyordu, yorgundu. Çıkmaz sokağa girer girmez perdeleri yıllardır kapalı, cumbalı yeşil evin açık penceresinden sardunya yapraklarına dokunarak metruk binayı izlerken gördü onu. Yüzü gerildi. Kalakaldı çıkmaz sokakta. Yıllardır bu sokakta oturuyordu, kimse girmez, kimse çıkmazdı, çıkamazdı sokaktan. Korktu. Yapabildiği en iyi şeyi yaparak korktu ve hızlı adımlarla giriverdi evine. Onun korkusuna aldırmayan bu yabancı kadın, cumbadan, çıkmaz sokağın bekçisi metruk binanın büyük ve kırılmış pencerelerini izliyordu kendi küçük penceresinden… Büyük, çok büyük pencereleri olan, büyük bir evin içine doğdum. Büyük bir bahçesi, büyük odaları ve büyük bir mutfağı vardı. İstanbul’un bir tepesinden Boğaz’a bakardı pencereleri. İstanbul yedi tepeli evimiz ise üç katlıydı… Merdivenlerinden hiç düşmediğim üç katlı evimizde her şey büyüktü… İstanbul gibi, Taksim Meydanı, Galata Kulesi’nden izlediğimiz yarımada gibi… Hatta daha da büyüktü; dedemin onurla söylenen ismi, babaannemin sadece nefreti kardeş edinebilmiş zavallı gözleri, babamın sosyalizm hayalleri, annemin devrim çaresizliği kadar büyüktü evimiz. O büyük olan her şeyin içinde, küçük olan bir tek ben vardım.

Ama insan büyürdü… Adalet teyze insanın yemekten, uykudan, sütten, etten değil; gördükleriyle, duyduklarıyla ve yaşadıklarıyla büyüdüğünü söylerdi. Ben de böyle büyüdüm işte… Dedemin ismi, babaannemin nefreti, babamın hayalleri, annemin çaresizliği gibi büyüdüm ve sığamadım dünyaya. Biliyor musunuz, benim önce gözlerim büyüdü, sonra da kulaklarım. Ellerim küçük kaldı. Annem ellerimin küçük kaldığını, babam da gözlerimin büyüdüğünü göremedi. Kör olmuşlardı çoktan. Birileri onları kör etti, dilsiz, kulaksız bıraktı. Ben durdum ve baktım sadece… İskelesinden ayrılan bir vapura bakar gibi baktım. Konuşmamakla susmak, görmekle bakmak farklı şeylerdi. Ta çocukken öğrendim. O büyük olan her şeyin içindeyken küçükken öğrendim bunu… Yine değişmedi hiçbir şey. Hep bakmakla görmek, susmakla konuşmamak arasında kaldım ben. Ben… Evet, adım Selvi. İnsan Selvi… Annem Suna, babam Cevher. Adımın Selvi olmasını dedem istemiş.

Onun için en önemli şey güçmüş ve en güçlü ağaç servi ağaçlarıymış. Berzâha göç edenlerin başlarında dimdik dururlarmış topraktan aldıkları o sonsuz kuvvetle… Ben de şimdi ölülerimin ve gömülülerimin toprağından aldığım kuvvetle duruyorum… Biliyor musunuz, bütün ölülerim gömülü değil benim ama onu sonra anlatacağım. Güç ve kök düşkünü dedemin dört çocuğu var… dı. En büyükleri babam Cevher, ondan sonra halam Yurdanur, sonra birbirinin aynısı ikiz amcamlar; Cevdet ve Cemil. Aralarında tek sevdiğim halam Yurdanur. Onun isminin de anlamı büyük tabii. Yurda nur getirecek, büyük insan olacaktı ama yaşamı boyunca babaannemin nursuzluğuyla boğulduğu için dedemin istediği gibi bir evlat olamadı. O çok güzel, o çok büyük, o nursuz, köklü ailemizin yaşadığı, benim faşist bir katil olduğumu sandığım o evde bir zamanlar annem, babam, babaannem, dedem, halam, amcalarım ve Adalet teyzeyle birlikte yaşıyorduk. Aslında hiçbirimiz dedemin istediği büyük insanlar olamadık, gittikçe küçüldük. Ya öldük ya öldürdük. Mesela ben… Gözlerimle kulaklarım büyürken ve ellerim büyümezken, ben de o çocuk halimle öldürdüm “o”nu… O büyük evde hem de… Evet, aramızdan üç kişi o büyük evde öldü. Birini ben öldürdüm, ikisini halam Yurdanur… Ben sadece halam Yurdanur’un ölümü için üzüldüm…

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir