Jonathan Swift – Gulliver Cüceler Ülkesinde

Swift’in yapıtları, özellikle Gulliver’in (1) Gezileri, yaşamıyla yakından ilgilidir. Onun için yaşamının değişik aşamalarını incelemek, ne gibi etkiler altında kaldığını; bunların, huyu ve yaşam görüşü üzerinde ne gibi tepkiler yarattığını belirtmek gerekir. Swift, İngiliz kökünden olmakla birlikte İrlanda’da, Dublin’de doğmuştur (30 Kasım 1667). ”İrlanda’da doğmuş olmam benim için büyük bir yıkım olmuştur; bu, bana yazgının oynadığı kötü bir oyundur” der. Gerçekten, o zamanlar, İngiltere ile İrlanda’nın ilişkileri eşit haklar üzerine kurulmuş olmadığı gibi İngilizlerin gözünde, İrlandalılar yarı uygar bir ulus, İrlanda ise yönetilmeye gereksinimi olan bir ülkeydi. Swift’in düşlediği konumlara ulaşamaması ne dereceye kadar İrlanda’da doğmuş olmasından ileri gelmiştir, pek belli değildir. Ama o, başarısızlıklarının nedenleri arasında bu olaya büyük yer vermiştir. Babası, Swift doğmadan yedi ay önce ölmüş; geliri çok dar olan annesi de, çocuğunu amcasına bırakarak İngiltere’ye, akrabalarıyla oturmaya gitmiştir. Böylece Swift çocukluğunu bir yetim gibi geçirmiştir. Hali vakti yerinde ve çok iyi bir adam olan amcası onu İrlanda’nın en iyi okuluna göndermiş, sonra Dublin Üniversitesi’nde okutmuştur. Swifth, üniversite programındaki dersleri, özellikle o zaman çok önem verilen mantık derslerini savsaklamış ve bütün dikkatini tarih ve şiire vermiştir. Doğal olarak da, sınavlarda başarılı olamamıştır. Birkaç mantıkçı hakkında soru soran ayırtmanlara: ”Ben onları okumadan daha iyi akıl yürütebilirim” yanıtını vermiştir ki, bu da güçlükle ancak orta derece bir diploma almasına neden olmuştur. Babasız doğmak ve böylece doğanın verdiği en büyük koruyucudan yoksun kalmak; çocukluğun gerçek mutluluğu olan ana şefkatini tatmamak; bir amcanın eline bakmak; öte yandan da, cesaret kırıcı bir üniversite yaşamı, küçük Swift’in ruhu üzerinde her halde olumlu etkiler yapmamıştı. Swift, yaşamı boyunca akrabalarından nefret edecektir.


Gerçi amcası ona oğlu gibi bakmaya çalışmıştır; fakat parasal durumunun bozulduğu anlar olmuştur; yeğenini ihmal etmek zorunda kalmıştır. Swift de bundan çok alınmıştır. Amcası ölünce, Swift, İrlanda’yı bırakıp İngiltere’ye annesinin yanına gidiyor. 20 yaşındadır. Yaşamını artık kendisinin kazanması gerekmektedir. Çeşitli yetenekleri olduğuna inanmaktaysa da, bunların hangi yolda başarı sağlayabileceğini bilemiyor. Elinden tutacak kimse de yoktur. Rahip olmayı düşünüp bocalarken, tam zamanında bir barınak buluyor. Sir William Temple, devrin seçkin siyaset adamlarından ve yazarlarındandır. Artık yaşlanmış olduğundan konağına çekilmiştir. Babası, Swift’in amcasının dostu, karısı da Swift’in annesinin uzak akrabalarındandır. Swift’i özel yazmanı olarak yanına alıyor. Efendisinin yardımı ve etkinliğiyle iyi bir konum elde edebileceğini uman Swift, Temple’a her bakımdan yararlı olmaya çalışıyor: hesaplarına bakıyor; yazılarını yazıyor; ona kitap okuyor… Fakat dört yıl sonra, Temple’dan ve konaktaki yaşamdan usanmıştır. Kendinin de duyumsattığı gibi Temple’a ”uşaklık” etmekten bıkmıştır. Yaşama atılmak, sorumlu işler almak istiyor; bu isteğini gerçekleştirmek için 1695’te rahip oluyor ve Temple’ın yardımıyla İrlanda’da bir köy kilisesine atanıyor.

Bu köy ıssız bir yerdir. Swift’i gerek manevi, gerek maddi bakımdan doyurabilmekten çok uzaktır. İstifa edip yeniden Temple’ın yanına dönüyor ve koruyucusunun ölümüne kadar (1699), üç yıl orada kalıyor. Bu yıllar çok verimlidir: Swift, vaktinin büyük bir kısmını, kitaplıkta tarihsel ve klasik yapıtları inceleyerek geçiriyor. Efendisinin siyasal konular üzerine konuşmalarından yararlanıyor; birçok büyük adamı, hatta kralı tanıyor. The Battle of The Books ile A Tale of a Tub adlı yapıtlarını yazıyor. Ara sıra İngiltere’de bir kiliseye atanması için Temple’n yardımını istiyorsa da bir sonuç alamıyor; hatta kralın verdiği sözler bile gerçekleşmiyor. Temple öldüğünde, Swift 32 yaşındadır. Yaşamının bu ikinci aşamasında ruhsal durumunu kısaca inceleyelim. Swift, yaşamının çok nazik bir anında Temple’ın yanında bir barınak bulmuştur; fakat böyle büyük bir adamın etkisinden yararlanarak bir şeyler olmak istemişse de başaramamıştır. Kendi başına yaşayıp yaşamını kazanmak istemiş; bu yolda giriştiği deneme de başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Birçok güçlü kişi tanımış, hiçbir yararlarını görmemiştir. Swift, yazgının kendisine çok haşin davrandığını, İrlanda’da doğmuş olmasının yükselmesine engel olduğunu düşünüyor. Fakat bu sıkıntılı günleri boyunca Swift, kendini birçok yıllar avutacak birini tanımıştır: kendisinden on dört yaş küçük, Stella dediği, Esther Johnson adında bir kız. Swift, babası öldükten sonra annesiyle birlikte Temple’ın evine sığınan bu kızı temiz bir aşkla sevmiş, fakat onunla evlenememiştir.

İrlanda’ya yerleşince onu da İrlanda’ya götürmüş ve kızcağız yaşamının pek erken gelen sonuna kadar orada kalmıştır. Swift bir dostuna yazdığı mektupta şöyle der: ”Gençtim; bir gün balık tutuyordum; oltama büyük bir balık takıldı; hemen çektim; tam ele geçireceğim sırada balık iğneden kurtuldu, denize atladı. Büyük bir düş kırıklığına uğramıştım. Bütün yaşamım, işte buna benzer düş kırılmaları içinde geçti.” Bu sözlerle istedikleri tam gerçekleşeceği sırada talihsizliklerle karşılaştığını söylemek istiyordu. Gerçekten 1700 yılından sonraki yaşamı hep düş kırıklıklarıyla doludur. Swift, Temple’ın evinden ayrılınca, İrlanda başyargıçlarından birinin yazmanı oluyordu. İrlanda’ya gitmeye hazırlanırken rakiplerinden biri bu işin bir rahibe uygun olmadığını ileri sürerek başyargıcı kandırdı; Swift işinden oldu. Oldukça büyük bir kiliseye dean (piskoposluktan bir aşağı rütbe) oluyordu. Fakat oraya buraya rüşvet saçan biri Swift’in elinden bu işi aldı. Swift’e de avuntu olarak, İrlanda’da ufak bir kilisenin rahipliği verildi. Fakat ne küçücük kilisedeki ödevi, ne de Dublin’deki arkadaşları Swift’i Londra’dan uzak tutabildi. İrlanda kilisesinin bazı pürüzlü sorunlarını düzeltmek üzere Londra’ya gitti. 1700 ile 1713 arasında orada dört yıl geçirdi. Bu yıllar yaşamının en başarılı, başarılı olduğu kadar da en mutlu yıllarıdır.

1704’te ilk önemli yapıtı çıkmadan önce Swift, Londra’nın yabancısı değildi. Birçok arkadaşı vardı; birkaç şiir yayınlamış, birkaç kitapçık yazmıştı. 1704’te The Battle of The Books (Kitapların Savaşı) ile A Tale of a Tub (Teknenin Masalı) çıkınca ünü arttı. Engin bir zekâsı, çok güçlü bir kalemi olan, siyasal ve dinsel konular üzerine derin ve geniş bir bilgiyle yazan, düşüncelerini okurlarına benimsetebilen bir yazar olarak tanınmaya başladı. O zaman İngiltere’de iki siyasal parti vardı: Whigler ve Toryler. Sonraları Liberal ve Muhafazakâr adını almış olan bu iki parti arasında, iktidar için şiddetli çatışmalar, çirkin hareketler oluyor; her iki partiden olanlar da, birbirlerine düşman gibi davranıyorlardı. Whigler de, Toryler de programlarını, politikalarını savunmak, kendilerine çoğunluk sağlamak için sürü sürü kitapçıklar çıkarıyor; zamanın en güçlü yazarlarını bu yolda kullanıyorlardı. Swift, bu gibi işler için yok sayılamaz bir güçtü. Whigler ondan yararlandılar. Swift, politikalarını savunan birkaç kitapçıkla din ve kilise sorunları üzerine birkaç yazı yazdı. Whiglerin iktidara geçmesine gerçekten yardım etti. Bu hizmetine karşılık İngiltere’de bir piskoposluk istiyordu. Fakat Whigler Swift’i unutuverdiler. O da büyük bir düş kırıklığı içinde, bu iyilik bilmezliklerine karşı derin bir nefret besleyerek İrlanda’ya, ufacık kilisesinin başına döndü. 1710’da Whigler iktidardan düşüp hükümeti Toryler kurunca, Swift’i yine Londra’da görüyoruz.

Toryler, Swift’in Whiglere karşı duyduğu nefretten yararlanmayı bildiler. Gazeteleri Examiner’ı emrine verdiler. Swift de Whiglerin neden oldukları savaşı eleştiren; Toryleri savunan, düşmanlarına şiddetle saldıran makaleler yazmaya başladı. Kendine birçok düşman edindi, ama siyaset alanında artık güçlü bir kişi olmuştu. Başbakanın çok yakın dostuydu; bütün partililer onu sayıyor, hatta ondan korkuyorlardı. Swift her toplulukta aranıyordu. Arkadaş ve dostlarını koruyor, iyi konumlara gelmelerine yardım ediyordu. Partinin bütün bu hizmetlerine karşılık kendisine, hiç olmazsa İngiltere’de bir piskoposluk vereceğini umuyordu. Bu yolda birçok söz aldığı durumda, 1713’te gene İrlanda’da St. Patrick kilisesine dean olarak atandığını görünce, politikacılardan, büyük adamlardan nefret ederek İrlanda’ya çekildi, bir daha da İngiltere’ye dönmedi. Swift çok şey ummuş; hemen hemen hiçbir şey elde edememişti. Emelleri gerçekleşmemiş; verilen sözler yerine getirilmemiş; yeteneksiz kimselerin kendinden daha iyi konumlara geldiğini görmüş; hiçbir çıkar elde etmeden partilerin adeta uşaklığını yapmış; gün gelip kitapçık ve makaleleri kapış kapış okunduğu; adı, büyük küçük herkesin ağzında dolaştığı halde düşmanlarının ve düzencilerin kurbanı olmuştur. Bütün bunlar insanlığı görüşünü derin bir biçimde etkilemiştir. Londra’da, 1700 ile 1713 arasında, politikacıları, bakanları, saray adamlarını, insanların bütün zayıflıklarını yakından incelemiş; o zaman gerçekten korkunç bir durum almış olan parti ve mezhep kavgalarının iç yüzünü görmüş; hiç kimsenin içten olmadığı sonucuna varmış; insan toplumunun çok çürük temellere dayandığını anlamıştır. Yüksek orunlara geçmek için hiçbir hileden çekinmeyen; kendi çıkarlarını topluluk çıkarlarına üstün tutan; hiçbir minnet borcu tanımayan; birbirini aldatan, kıskanan; birbirleriyle dövüşen bilgisiz, ahlaksız, soysuz kimseler karşısında nefretle irkilmiştir.

Swift şunu anlamıştır ki, insanlık bu yolda yürüdükçe kurtuluş umudu yoktur. Ona bu yolun ne kadar yanlış olduğunu, bu yolu değiştirmesi gerektiğini göstermek gerekmektedir. İşte Swift, Londra’dan bu duygu ve düşüncelerle ayrılmıştır. Swift’i, İrlanda’da, artık bütün umutları sönmüş, üzgün, yalnız bir adam olarak görüyoruz. Şiddetli baş dönmesi bunalımları geçirmektedir. Biricik avuntusu Stella da ölmüştür (1728). Swift kendisi için biricik kurtuluş yolunun yazı yazmada olduğunu anlıyor. Gulliver’in Gezileri bu dönemin ürünüdür. Öte yandan İrlanda yoksulluk içindedir. İngiltere’de kamu oyunu ‘İngilizlerin durmadan emdikleri” bu talihsiz ülkeye çevirmek için birçok yazı yazıyor. Halkın çektiği sıkıntıları, yoksulluğu, açlıkları hiçbir şeyden çekinmeden, vahşi denecek kadar açık bir biçimde belirtiyor. Swift, artık İrlandalıların gözünde bir kahramandır. O zamana kadar hiç kimse haklarını onun kadar güçlü bir biçimde savunmamıştır. Fakat Swift’in bütün bu yazılarından elde edilen sonuç beslenen umutlar ölçüsünde olmamıştır. Swift de artık yaşlanmış; baş ağrısı ve dönmeleri şiddetlenmiş, ussal yetilerini hemen hemen tümüyle yitirmiştir.

1740 yılında yazdığı mektuplarının birinde şu satırlara raslıyoruz; ”Çok kötü bir gece geçirdim. Bugün de kulaklarım artık bir şey duymuyor. Her yanım ağrıyor. Bir şeyler yazmaya çalışıyorum; yazdıklarımın bir sözcüğünü bile anlamıyorum. Her halde ölümüm yaklaştı; belki pazartesiye kadar yaşarım.” Bu gerçekten acıklı durumu, 1745’e kadar sürdü. GULLIVER’İN GEZİLERİ Gulliver’in Gezileri 1726 yılının sonlarına doğru çıkmış ve hemen büyük bir başarı kazanmıştır. XVIII. yüzyılın ikinci yarısının en büyük yazın adamı olan Johnson şöyle der: ”Gulliver, öyle yeni, öyle garip bir yapıttı ki, okuyucular zevk ve şaşkınlık içinde bocalıyorlardı. Kitap kapışılıyordu. Daha ilk baskısı tükenmeden fiyatı yükseltildi. Eleştirmenler o kadar şaşırmışlardı ki bir süre ne diyeceklerini bilemediler. Fakat bir zaman sonra hemen herkesin kanısı, birinci ve ikinci gezilerin kitabın en çekici bölümleri, üçüncünün çok yavan, dördüncü gezinin ise çok haşin olduğu yolundaydı.” Adından da anlaşıldığı gibi yapıt, birkaç geminin cerrahlığını, sonra da kaptanlığını yapmış olan Gulliver’in, tümüyle düşlem ürünü dört ülkeye gezilerini, oralarda neler gördüğünü, başından neler geçtiğini anlatır. Birçok yazar, aslında var olmayıp salt düşlemlerinin yarattığı bir ülke ya da ülkelerdeki yaşamı betimleyerek, insanların ahlak bakımından aksayan yanlarını eleştirmiş, ülkelerinin çeşitli kurum ve göreneklerine saldırma yoluna gitmişlerdir.

Gulliver’in Gezileri’nin biçimi Swift’e özgü bir buluştur, denemez. Eski çağlarda Lukianos adında bir Yunanlı ”Gerçek Öykü” adlı yapıtıyla bu biçimin kaba olmakla birlikte ilk örneklerinden birini vermiştir. ”Gerçek Öykü” bir serüven öyküsüdür: Birkaç gezgin, gemiyle Cebelitarık’tan yola çıkıyor; havalara yükselip ayla güneş arasında, çobanyıldızında yerleşim yeri kurmak sorunu yüzünden çıkan savaşa aydan yana katılıyorlar. Sonra bir deniz ejderi gemiyi de, gezginleri de yutuveriyor, fakat kurtuluyorlar. Lukianos buna benzer başka öyküler de yazmıştır. Ereği, bazı inançları, kurumları, filozofları eleştirmek, böyle geniş düşlem ürünü öykülerle alay etmektir. Bu tür öykülerinde serüvenin payı büyüktür; eleştiri ve hiciv üzerinde pek ısrarla durduğu görülmez. XVI. yüzyılda, bu türden daha ciddi, daha özlü, daha önemli bir yapıta rastlıyoruz. İngiliz kralı VIII. Henry’nin bakanlarından Sir Thomas More’un yazmış olduğu “Utopia”. “Utopia”nın anlamı zaten düşlem dünyasıdır. Bu yapıtta, serüven öğesine hemen hemen hiç yer verilmemiştir. Yazar, güya Portekizli bir gemiciyle tanışır. Bu denizci Amerigo Vespucci ile birçok geziye çıkmıştır, fakat sonunda onunla geri dönmeyerek keşfettikleri yerlerdeki ulusların toplumsal durumu ve siyasal yönetimi üzerinde incelemeler yapmıştır.

Gördüklerini yazara anlatır. Doğal olarak, böyle bir öykünün aslı yoktur. Thomas More, bu yolla İngiliz toplumunu eleştirmekte, ideal bir toplumun nasıl kurulması gerektiğini belirtmektedir. Sonra XVII. yüzyılda, More’dan ziyade Lukianos biçimine yaklaşan Cyrano de Bergarac’ın güneş, ay ve kuşlar ülkelerine gezileri vardır. Beline, içi çiy dolu şişeler asan kahraman, güneşin çiğleri buhara dönüştürmesiyle ya da makineler icat ederek havalanıyor, ay ve güneş bölgelerini, kuşlar ülkesini gezip dolaşıyor. Gördüklerini, birtakım toplumsal ve teknik sorunların nasıl çözülebileceğini anlatıyor. Swift, bu yapıtlardan ve “Robinson Crusoe” gibi sözünü etmediğimiz daha başka gezi ve serüven öykülerinden belki yararlanmıştır. Gulliver türünden yapıtlar XVIII., XIX ve XX. yüzyıl yazar ve okurlarının da ilgisini çekmiştir. Voltaire’in “Micromegas” adlı yapıtı Gulliver’in devler ülkesine gezisine bir öykünmedir. Sirius yıldızı halkından 8 fersah boyunda biri, yanına Satürn Akademisi’nin sürekli yazmanını alarak dünyaya gelir; Baltık Denizi’nde, içinde birçok filozof olan bir gemiyi eline alarak filozoflarla konuşur. Atom dediği bu insancıkların fen ve bilim alanındaki bilgilerine şaşırır; fakat felsefi bilgilerini, özellikle ruh hakkındaki bilgilerini pek zayıf bulur. Bu masal daha çok felsefidir ve felsefe kuramlarıyla bir alaydır.

XIX. yüzyıl sonlarında Samuel Butler da Swift gibi İngiliz toplumsal kurumlarının aksayan yanlarını görmüş ve bunları “Erehwon” (“Erehwon” tersine çevrilince “nowhere” olur ki bu da İngilizce ”hiçbir yer” demektir) adı altında çıkardığı yapıtta belirtmeye çalışmıştır. “Erehwon” tümüyle düşlem ürünü bir ülkedir. Yapıt da, İngiltere’nin, din de içinde olmak üzere, en önemli kurumlarının şiddetli acı, fakat mizahlı bir hicvidir. XX. yüzyılda, İngiliz yazarı H. G. Wells de düşleminde birçok ideal ülke kurarak, insanların ve ulusların gidişine bir yön vermek istemiştir. Gulliver’in Gezileri”nde Swift, serüvenle eleştiri ve hiciv öğeleri arasında özellikle ilk iki gezide, çok uygun bir denge kurmuştur. Cüceler ve devler ülkelerinin anlatıldığı ilk iki öykü, çocukların zevkle okuyacakları serüvenlerin yanı sıra, büyükleri de uzun uzun düşündürecek olaylarla doludur. Lilliput’a ( Cüceler Ülkesi’ne) yolculukta yergi kapalıdır. Swift, ikinci gezide yaptığı gibi öyküyü kesmiyor, saray adamlarını, çevrilen dolapları, parti ve mezhep kavgalarını, insanların gururunu, kuruntusunu, boş görkemini doğrudan doğruya yermiyor. Lilliputluları önümüze koyuveriyor. Bakıyoruz, bu on, on beş santimetrelik insancıklar adacıklarının enginliği; krallarının gücü; soylarının, dillerinin soyluluğuyla övünüyorlar. Dolaplar çeviriyor; parti ve mezhep kavgaları yapıyor; bütün dünyaya egemen olmak istiyorlar.

Biz bu ufacık yaratıkların bütün davranışlarını saçma, bayağı buluyoruz; hırs ve tutkularını alayla karşılıyoruz; gülüyoruz. Swift’in istediği de budur. Bizi yakalamıştır. Ve adeta ”Her şey bağlantılıdır diyor; kendi davranışları, görenekleri bu Lilliputlulara hiç de saçma, bayağı görünmüyor; aksine, onlarca yurtlarında her şey görkemli, her şey usa uygun, her şey düzenlidir. Fakat Lilliput’a, Gulliver’in yaptığı gibi belirli bir yükseklikten, belirli bir açıdan bakılacak olursa oradaki yaşam bütün çirkinliği, iğrençliği ve gülünçlüğüyle ortaya çıkıyor. Biz insanlar için de böyledir. Bizim de bütün davranışlarımıza, Gulliver-Lilliput açısından bakılacak olursa, ne saçma, ne anlamsız şeyler görülür. İşte bakın, Gulliver şimdi devler ülkesindedir. Biz insanların burada Lilliputlulardan farkımız ne? İnsanların, eksikliklerini örtmek için takındıkları görkem ince bir cila tabakasından başka bir şey değildir. Hele ruh ve bedenden yana bunca çarpıklıklarına, bunca zayıflıklarına göz yumarak gururlanmak tam çılgınlıktır. Bu yol, insanlığı yok olmaya götürür. İnsanlar için biricik kurtuluş yolu ne olduklarını bilmekte, bütün davranışlarını erdem ve usun buyruklarına göre ayarlamaktadır.” İşte biz de Gulliver’in Gezileri’ni bu görüşe göre incelemeliyiz. Swift’in eleştirilerinden, verdiği derslerden yararlanmalıyız. Swift böyle genel bir görüşten sonra ayrıntılara geçiyor.

Lilliput’a yolculukta, o küçücük insanların, tıpkı İngiltere’deki -ve başka ülkelerdeki- ağabeyleri gibi nasıl hokkabazlık, cambazlık yaparak, nişan, san ve sevgi kazandıklarını; kendilerine edilen iyilikleri nasıl kötülükle karşıladıklarını gösteriyor. İngiltere’deki parti ve din kavgalarını, savaşları, sarayda çevrilen dolapları hicvediyor. Devler Ülkesine Yolculuk’ta, hiciv, Lilliput’a Yolculuk’ta olduğu kadar kapalı değildir. Burada Swift’in saldırdığı şey insan gövdesinin kabalığı ve iğrençliğidir. Gulliver’in kralla konuşmaları da İngiliz toplumunun ne kadar çürük olduğunu, ne büyük ahlaksızlıklar içinde bulunduğunu gösterir.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir