Radi Fiş – Bende Halimce Bedreddinem

Radi Fiş’i Türkiyeli okur “Nâzım’ın Çilesi”nden tanıyorlar. Aslında Radi Fiş’i tanımamız için tek neden değil bu. Nâzım Hikmet’in arkadaşlığını kazanabilmiş olmayı, hayatının en onur verici olayı sayan bir insan Radi Fiş. Türkiye’den kiminle karşı karşıya gelse, bir amentü gibi, önce Nâzım’a duyduğu gönül borcunu dile getiren bir insan. Radi Fiş, önce bir doğubilimci, sonra çevirmen, sonra yazar, sonra gemici. Ona sorarsanız, kim bilir, belki bu sıralamayı sondan başa çevirir. Çünkü Fiş’in hayatında gemiciliğin apayrı bir yeri var. Dümen tuttuğu balıkçı gemileriyle, Manş’tan Mexico Körfezi’ne, Orkinos Adalarından Küba’ya kadar nice denizler aşmış, deniz eken, deniz biçen insanların yaşamlarına tanık olmuş, kutupların ürkütücü buzdağlarından okyanusların dağ gibi dalgalarına dek denizi hakkıyla yaşamış bir insan. Ve ne denli şaşırtıcı gelse de aynı insan, Nâzım Hikmet’ten Orhan Veli’ye, Fahri Erdinç ve Ataol Behramoğlu’ndan Özkan Mert’e kadar nice ozanımızı Rus diline kazandırmış bir Türkçe aşığı, Türkiye vurgunu… Altındağ gecekondularından Galata levantenlerine dek ülkemizin nice bin insanını yakından tanımış bir insan olarak Radi Fiş, bu tanışıklığın yarattığı birikimi çeviri dışında, özgün yapıtlarında da dile getirmiş. Türk dili ve yazınıyla uğraşmaya ta 1944’te başlayan ve uğraş alanıyla ilgili olarak Gordlevski, Kraçkovski, Bertels, Konrad gibi yol göstericiler bulduğu için kendini mutlu sayan Radi Fiş, ülkemize ilk 1965’te gelmiş. Ülkemizden pek çok yazarla, ozanla tanışmış, ama Sovyetler Birliği ile aramızdaki siyasal-kültürel ilişkilerin, yüzyıllarca yan yana yaşayan, –dolayısıyla da tarih ve kültürleri içiçe geçmiş– dünyanın başka hiçbir iki ülkesinde görülmeyecek sığlıkta oluşu nedeniyle pek çok yazar ve ozanımızla da tanışması “gıyabî” olmuş. Radi Fiş, ülkemiz yazar ve ozanlarından Rusçaya yaptığı çeviriler, ülkemiz yazınıyla ilgili inceleme, araştırma ve eleştiriler dışında bugüne dek üç büyük özyaşam öyküsel romana da imza atmış: Nâzım Hikmet, Mevlâna Celâleddin Rumi ve Şeyh Bedreddin Mahmud üzerine bu romanlar. On yıl kadar önce, elime bir rastlantı sonucu geçen “Mevlâna”yı okumaya başlamış, beğenmiş ve hemen çevirmeye koyulmuştum. Ama araya giren çeşitli engeller ve en önemlisi yaşadığımız son büyük toplumsal çalkantı nedeniyle bu iş yarım kalmıştı. Derken, geçen yıl Moskova’da, Krasnoarmeyskaya’da, Simonov’unkiyle karşı karşıya duran evinde, kendisi de çevirmen olan karısının göz açıp kapayana dek varediverdiği sıcak, içten bir sofrada Radi Fiş’in elime tutuşturduğu “Bedreddin”… Bu kitabın çevrilme serüveni, bir bakıma, o zaman başladı.


Bu kitap, günümüzden altı yüzyıl önce, Sağır Ortaçağ diye adlandırılan dönemde yaşamış bir insan üzerinedir. Bedreddin İslam hukukunun büyük bilginlerinden biriydi. Ama giderek iktidarın ve zenginliğin, haksızlık ve yoksulluğun sarsılmazlığını, değişmezliğini öne süren şeriat ilkelerinin eşitlikle bağdaşmadığı sonucuna varmıştı. Bu sonuca ulaşmasıyla da, kendisine büyük ün sağlayan bütün yapıtlarını yok etti. Gerçeğe ve eşitliğe ancak bütün pisliklerden arınmış, tertemiz bir ruhla kavuşulabileceğini öne süren Sofi şeyhlerin yanında, “kendi kendini mükemmelleştirme” denilen alabildiğine katı bir eğitimden geçmiş, bu eğitim onu halkının çektiği acılara yaklaştırmış ve böylece eşitliğin öbür dünyada değil bu dünyada, gökyüzünde değil yeryüzünde olduğunu kendi kişiliğinde göstermek için kendisine verilen mürşitlik, şeyhlik gibi bütün ünvanları reddetmişti. Çağının en önemli düşünürlerinden biri olarak, yeryüzünde eşitliğin sağlanmasının biricik yolunun toprağın ve tüm zenginliklerin ortaklaşa kullanılmasından geçtiğini görüyordu. Bu amaca ulaşmak için de, XV. yüzyılda, bugünkü Türkiye, Yunanistan ve Bulgaristan sınırları içinde yer alan topraklarda antifeodal bir halk ayaklanmasının başına geçti. Fanatizm ve dinsel hoşgörüsüzlüğün egemen olduğu bir dönemde, savaş arkadaşlarıyla birlikte tüm halkların ve dinlerin birbirine eşit olduğunu haykırdı. Felsefi yapıtlarında hep evrenin tekliğini savundu, ölümden sonra dirilme, cennet, cehennem gibi kavramları kesinlikle reddetti. F. Engels, Ortaçağ’a ilişkin olarak şöyle diyordu: “Ortaçağ; felsefe, politika, hukuk gibi ideolojinin tüm biçimlerini teolojiye bağlıyor ve bu bilimleri teolojinin alt dalları olarak görüyordu… Yığınların duygu dünyaları yalnızca dinsel gıdalarla besleniyordu; bu bakımdan da yığınlara kendi çıkarları ancak dinsel kılık altında gösterilebilirdi.” Bedreddin de şöyle söylüyordu: “Bilinçli kişi, kimsenin bilmediğini yapıp yürüten, kimsenin görmediğini görendir. Böyle bir insan bildiği her şeyi söyleyecek olursa, onu yaşatmazlar. ” Ve müridlerine şu öğüdü veriyordu: “Karşınızdakilerin bilmedikleri şeyleri, onların bildikleri deyimlerle ve kavramlarla açıklayın.

” Bedreddin öyle bir dönemde yaşıyordu ki, düşüncelerinde doğal olarak, tarihsel gelişme ve maddi yaşamın dayattığı nesnel koşullardan değil, geleneksel dinsel metinlerin yorumlanışından yola çıkıyordu. Ancak Bedreddin’in yorumları çoğu kez resmi yorumlara ters düşen, din sapkınlığı, zındıklık olarak nitelenen yorumlardı. Bu kitap, Osmanlı ve Bizans vakayinamelerine, Bedreddin’in torunu tarafından yazılan tercümeihaline ve dönemin başka belgelerine dayanılarak yazılmıştır. Bedreddin’in kimi bilimsel yazıları ve öğrencileriyle söyleşilerine ilişkin notlar da günümüze kadar ulaşmıştır. Kitabın başlıca kahramanları, dünyamızda yaşamış, gerçek kişilerdir. Bu kahramanların duygularını, düşüncelerini, karakterlerini ve olayların mantığa uygun biçimde akışını elimizdeki bilgi parçacıklarıyla yeniden canlandırmamız gerekmiş, üzerlerinden akıp giden yüzyıllarla yer yer dökülmüş fresklerin çağdaş bilimin yardımıyla tamamlanması gibi, bizim de ele aldığımız kişilerin portreleri ve yaşadıkları olaylarla ilgili zaman zaman karşılaştığımız kopukluk ve boşlukları düşgücümüzün yardımıyla doldurmamız gerekmiştir. Yazar, kahramanının düşüncelerini onun gelişme çizgisi içinde vermeye çalışırken, kullandığı dili ve terminolojiyi de korumaya çalışmıştır. Kahramanın iç monologları, dostlarıyla, düşmanlarıyla, öğrencileriyle söyleşileri sırasında kullandığı dildir bu. Bu dili belirlerken vakayinameler, döneme ilişkin tarihsel belgeler ve kahramanımızın kendi yapıtları bize yol göstermiştir. Şu son zamanlara gelene dek Bedreddin’e ve onun başını çektiği halk ayaklanmasına ilişkin bildiklerimiz insanın içini ürpertecek denli azdı. Sosyalist düşüncenin, “Müslüman” Doğu’nun düşünen kafaları üzerinde gitgide daha çok etkide bulunmasıyladır ki, Türkiye’de Bedreddin Simavi’nin ve giriştiği eylemlerin tarihsel önemini daha iyi anlamamızı sağlayacak belge ve araştırmalar yayınlanmaya başlamıştır. Ayaklarının dibinde uzanan ve genellikle Yeşil Cami’nin çinilerinin renginde olan göl, bu kez gökyüzünü baştan aşağı kaplamış olan bulutların rengini almıştı. Ne yukarda bir yıldız görülüyor, ne de şafak sisleri içinde yitip gitmiş gölün kıyı çizgisi seçiliyordu. Belirli aralıklarla bir o yana bir bu yana salınan kamışların ölçülü hışırtısından başka kendini duyuran hiçbir şey yoktu. Dört bir yan külrengi pamuk yığınları içindeydi sanki.

Sultan Mehmed Çelebi’nin de istediği tam bu değil miydi: Tutsağından yükselebilecek inlemeleri kimseler duymamalıydı. Bedreddin’i İznik’e süren Sultan, tutsağının her hareketinin izlenmesini buyurmuş, bir yandan da kendisine ulufe olarak üç bin akçe aylık bağlamıştı. Ah! Keşke hemen başını uçursalar, ya da bir zindana atsalardı! Besbelli buna cesaret edememişlerdi. Kitapları İslam dünyasının hukuk alimlerinin elinden düşmeyen, adı Kahire ve Semerkand’da saygıyla anılan, yüksek ulemaya mensup böyle bir insanın başını vurmak; çeşitli ülkelere dağılmış sayısız yandaşı, müridi bulunan, ünü tüm İslam alemini tutmuş bir şeyhi zindana kapatmak, kulların padişahın hakseverliğine duydukları güveni sarsabilirdi. Mehmed Çelebi gibi yemininden dönenler ve kardeş katilleri içinse, iktidarı ele geçirdiklerinde, hiçbir şey bağışlayıcı, haksever, dindar görünmekten daha önemli değildir. Ama yağma yok! Osmanlı topraklarının yeni egemeni onu satın alamayacak! Suskun bir boyun eğme bekliyorlar ondan; böylece Sultanın arzu ettiği söylentilerin yayılması kolaylaşacak, hesapları bu! Ama sökmeyecek bu hesap! Elli beş yaşını da gerilerde bırakmıştı artık Bedreddin. Ve inananların, dünyanın sonuyla karıştırdıkları o an, onun için çok, çok yakındı. Ama zihni hiçbir zaman şu anda olduğunca açık ve özgür, ruhu şu anda olduğunca derinlerini ele verir olmamıştı. Kalın bir kütle olarak, duvar dediğin nedir ki? Bakışlarıyla alabildiğine kalın bir zaman tabakasını, yüzyılların ötesini tarıyor o. Bir yıldan fazla bir zamandır şu dört duvarın arasında oturup duruyor işte. Oysa dünyaya geliş amacı, o büyük amaç henüz gerçekleşmedi. Bu öyle bir amaç ki, üstesinden bir tek kendisi gelebilir. İnanç ve bilim erlerinden hiçbiri, ki Bedreddin onların hepsini çok iyi tanır, ne söylediklerini, ne gizlediklerini bilirdi, bunlardan hiçbiri gerçeğin ışığına böylesine yaklaşmamışlardı. Kimi gerçeğin karşısında durmuş ve kamaşıp kör olmasın diye gözlerini kapamıştı, kimi kendini gerçeğin ateşi içine atıp dünya için bir şey bırakmadan yok olup gitmişti. Yüzünü Doğu’ya, kente çevirdi.

Buradan, Göl Kapısı üzerindeki kulelerden, sabah sisi içindeki sokaklar gölün külrengi sularıyla doluymuş gibi görünüyordu; bu bulanıklık içinde caminin, hamamın, medresenin, tekkenin kubbeleri ve sarayın çatısı güçlükle seçilebiliyordu. Bir tek minareler gökyüzüne doğru incecik ve dümdüz uzanıyor ve sivri külahları, zarif alemleriyle bu boz bulanıklık ortasında balıkçıların işaret şamandıraları gibi göze çarpıyorlardı. Ağır bir uykunun donakalmışlığından silkinip uyanırcasına İznik Kalesi üzerinde ağır ağır güneş doğuyor, Hicri takvimle 818 yılı Cemadi-el-âhir ayının, Milâdi takvimle 1415 yılı eylül ayının yirmi sekizinci günü başlıyordu. Derken dört bir yanda minarelerden müezzinlerin sesleri yükseldi: — Haydi namaza! Haydi kurtuluşa!

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir