Mickey Spillane – Simdi Sira Bende

İkinci kurşun, kulağımın dibinde vızıldadığı zaman kendimi yere atmağa ancak vakit bulabildim. Kırkbeşliğe asılıp etrafı şöyle bir kolaçan edince, gördüğüm manzara şu oldu: Sarı bir Mercedes’in kapısını siper alan bir herif, ha babam kurşunları veriştiriyor bulunduğum tarafa doğru… Kara, kuru, tel gibi bir herif… Şakası olmadığı, gecenin bu en civcivli saatinde, bizi doğru posta cennete göndermek istemesinden belli. İki kurşun daha salladım. Biri, herifin arkasına sığındığı kapıya çarptı, öbürü lastiği deldi. Çil yavrusu gibi dağılıverdi millet… Sakarlığım üstümde, bir türlü hedefi tutturamıyorum. Herif, lastiğin patladığını fark eder etmez, arabadan atladığı gibi, caddeden geçen otomobillerden birinin kapısını açıp içeri dalmaz mı? Maymun gibi çevik de kerata üstelik!… Gizlendiğim köşeden çıkar çıkmaz, herifin, babasının malıymış gibi daldığı arabaya doğru koştum. Beş, on adım kala, kırkbeşliği doğrultarak: — Gel de caddede hesaplaşalım, diye gürledim. İki atış avans veriyorum. Fit misin?… Aynı anda, herif tabancasını, arabada bulunan, gözleri dehşetle dışarı fırlamış kadınlardan birinin şakağına dayadı: — Bir adım daha atarsan bunu temizlerim, diye bağırdı ve direksiyonda şakır şakır titreyen delikanlıya: “Çek!” diye emir verdi. “Bas gaza, başının belaya girmesini istemiyorsan!…” Araba, aynı anda homurdanarak ileri atıldı. İçimden bastım kalayı ama ne fayda!… Herifçioğlu gitti gider… Kala kala, elimizde bir arabanın numarası kaldı: N.Y. 390-54 H. Siyah bir Opel… Herif basıp gittikten sonra, kalabalık etrafımı alıverdi birdenbire. Her kafadan bir ses çıkarken, bir polis: — Ne oldu delikanlı? diye sordu.


— Hiç, diye sırıttım. Sende ne var, ne yok?… Etrafımızı alanlar, güldüler bu lafım üzerine. Polis: — Bir silah sesi duydum, diye konuştu. Az evvel de bir kaza oldu 41’inci caddede. Orayla meşguldük. Tanıyor musun sana ateş edeni ahbap?… — Hayır ama o beni tanıyordu. Öyle kıyasıya ateş ediyordu ki, eni konu kuyruk acısı olmalı herifte. Belki, eski bir tanıdık da, ben unutmuşum. Böyleleriyle her zaman alış verişimiz olur bizim. Yapacak bir şey olmadığını gören polis, vazifesi başına dönerken, etrafımı kuşatan meraklı kalabalığını yararak caddeyi tuttum, az ileride çevirdiğim bir taksiye atladım, büronun adresini verdikten sonra, saate bir göz attım: 22.30… Hırsımdan ne hale geldiğimi tahmin edersiniz… Herifi, göz göre göre elimizden kaçırmıştık… Kimdi bu? Tanımıyordum bu hergeleyi!… Kendi hesabına çalışmıyorsa, kimin hesabına iş tutuyordu? Herifçioğlunun, gecenin en civcivli saatinde göz göre göre ateş edebilmesi için gözü pek olmalıydı eni konu. Zoru neydi? En çok onu merak ediyordum. Üzerimize aldığımız bir iki iş var ama, bunlarla ilgili olamaz. Belki de ileride, bazı büyük marifetler yapacak bir iki hergele, şimdiden canımı cehenneme göndermek suretiyle işlerini sağlam tutmak istiyorlardı… N.Y.

390-54 H. Siyah bir Opel. İşte hepsi… Hafızamı kurcalamama rağmen, bana ateş eden herifi hatırlayamadım. Bu hergeleyi er geç ele geçireceğim muhakkak… Siyah Opel’in içinde bulunanlar belki işe yarayacak bir şeyler söyleyebileceklerdi. Bunun için de, sabahı beklemek lazım… Büroya gelince, asansöre atladığım gibi yukarı çıktım. Kapıyı açan Velda, suratımdan durumu anlar gibi oldu. Laf söylemesine vakit bırakmadan: — Bir bardak viski ver hele, diye homurdandım… — Nereden böyle Mayk? diye sordu. — Cehennemin yarı yolundan, dedim. Herifin biri bizim hesabı görüyordu az daha… Böylesi duyulmuş işitilmiş şey değildir. Hedefi tutturamadım üstelik. Millete kepaze oldum, caddenin ortasında!… — Kim olabilir Mayk? diye sordu — Bilmiyorum! Kara kuru, tel gibi bir herif. Tanımadım onu hiç!… Getirdiği viskiyi çektim, kafamın içi bir arı kovanından farksızdı: — Şu bizim meşhur dosyayı çıkar bakalım, dedim. Belki orada bir resmi vardır bu hergelenin. Dosya dolabından aldığı kalınca bir klasörü getirdi Velda. Sayfaları çevirmeğe koyuldum.

New York’ta ne kadar hergele varsa, bu klasörde yan yana gelmişlerdi. Herifleri harf sırasına göre tasnif etmişti Velda. Sayfaları çeviriyorum ama, iş yok. Ümidi keseceğim sırada, M harfinde enseledim herifi. Altındaki izahatı bir nefeste okudum: “Monkey Kane; birinci sınıf gangster… Suçları arasında, banka soygunculuğundan, kaçakçılığa kadar çeşitli marifetler var… Boy: 1.82, Renk: Esmer. Hususiyetleri: Eroinman. Mahkumiyeti: 4 sene Sing-Sing’de, 3 sene Alcatraz’da yatmış. Bir cinayetten sanık olarak yargılanmış ama delil kifayetsizliği yüzünden mahkum edilememiş.” Hasılı, dört başı mamur bir kerata!… Dosyayı Velda’ya iade ettikten sonra, bu Monkey Kane denen itoğlu itin, benimle ne gibi bir alış verişi olabileceğini düşündüm… Bugüne kadar karşılaştığım yığınla gangster bozuntusu arasında bu herifle karşı karşıya gelmemiştik nasılsa… İşte, şimdi de, durup dururken belayı satın almıştı teres. Ve bunu göze alabilmesi için de bu işte, kendisine önemli bir teklifte bulunulmuş olması gerekti. Bundan böyle, bir köstebek gibi saklanacağı âşikârdı Monkey’in. Ama, bu çeşit heriflerin gizlenebileceği delikleri biliriz biz… Hele sabah olsun… — Burada, divanın üzerinde kıvrılacağım, dedim Velda’ya. Sen, ister kal, ister git. Keyfin bilir… Günün ilk ışıkları pencereden içeri süzülürken, zil sesiyle uyandım.

Telefonu açtım, zil hâlâ devam ediyor. Kapıya doğruldum bu sefer. Gelen postacıydı: — Mister Mayk Hammer? diye sordu. — Benim, diye homurdandım. Ne var? — Bir telgraf, dedi. Acele. Makbuzu imzalayıp telgrafı aldım, açtım. İçinde şunlar yazılıydı: “Mayk: Dün gece 22.30’da olan hâdiseyi unutma -Stop- Şans, her zaman yardım etmez -Stop- Yeni bir işe girişme -Stop. İmza: Archibald Mac Williams” Uydurma bir isim tabii. Telgrafın çekildiği yer, Seley; on mahalle ötede bir postahane. İçindekiler, öyle usturuplu yazılmış ki, ancak ben anlayabilirim onları. Lâlettayn biri, ticarî bir iş hususunda bir tüccarın ortağına tavsiyesi falan zanneder!… Amonyak koklamış gibi, bir anda kendime geldim. Açıktan açığa meydan okumaktı bu… Herifçioğlu, üzerimize ateş açtığı yetişmiyormuş gibi, tutmuş bir de telgrafla tehdide yelteniyor… Lavaboda suratımı yıkadıktan sonra, sokağa fırladım… “Şans, her zaman yardım etmez!” ha?…Vay itoğlu it vay! Canına okuyacağım, hiç çare yok… O zaman görürüz şans dediğin ne mene şeymiş!… Bütün mesele, siyah Opel’in sahiplerini bulmaktaydı şimdi. Bir iki yere başvurmak gerekiyordu.

Bunu öğrenmenin en kestirme yolunu da, Pat’a müracaat etmekte buldum… Bir punduna getirir, öğeneceğimi öğrenirdim nasıl olsa!… Emniyet müdürlüğü binasından içeri girer girmez, Pat’ın dairesinin bulunduğu koridoru geçerek, oda kapısı önüne geldim. Kapıdaki memurdan, bizimkinin içeride olduğunu öğrenince içeri daldım. Pat, pek düşünceli görünüyordu. — Bu ne hâl böyle? diye sırıttım. Bir çıkmazda gibisin!… — Aşağı yukarı, diye homurdandı. Ya sen ne arıyorsun bu saatte?… — Olur bazen. Bir soracağım var Pat. Siyah bir Opel arabanın sahipleri hakkında bilgi edinmek istiyorum. Nasıl olabilir bu iş? “Siyah Opel” lâfım üzerine, Pat ilgilendi. — Nasıl siyah bir Opel? diye sordu. Plâkası N.Y. 390-54 H’mı bu arabanın? — Sen nereden biliyorsun? diye sordum. Tastamam öyledir… — Dediğin araba, dün gece New-Jersey asfaltı üzerinde hurdahaş bir hâlde bulundu, dedi. İçindekiler cenneti boylamış.

Mister Hawkins, nişanlısı ve hemşiresi. Feci bir kaza Mayk. Sen, nereden tanıyorsun onları? — Bırak şimdi nereden tanıdığımı. Hâdise nasıl olmuş, onu anlat!… — Hâdisenin nasıl olduğunu kimin bildiği var ki?…Anlaşılan, şöyle biraz hava almak için, New York’u New-Jersey’e bağlayan asfaltta gezinti yapmak istemişler. Kaza, bu gezinti sırasında olmuş. Süratli gitmek hevesine kapılmış olacaklar. Gençlerin başlıca merakı… Yol kenarındaki hendeklerden birine uçmuşlar böylece. İşte, hepsi bu… Fakat, sen nereden tanıyorsun mister Hawkins’i Mayk?… — Dostlarımdan biri vasıtasıyla, görülecek bir işimiz vardı… Diye kestirip attım. Bu lâfın manasızlığını ben de fark ediyordum ama, tutup da biçimli cümleler tertipleyecek durumda değildim. Kafamı büsbütün karıştırmıştı bu iş… Monkey Kane denen bu Allahın belâsı hergele, zavallı Hawkins’i New York dışına çıkmağa zorladıktan sonra, yapacağını yapmıştı… Üç canlı şahidi yok etmiş oluyordu böylece. Ama, ben Monkey’in suratını hâfızama öyle yerleştirmiştim ki, ben değil, torunlarım bile hatırlar… Arpacı kumrusu gibi koyu koyu düşündüğümü gören Pat: — Bu mesele seni enikonu sarmışa benziyor, diye manalı manalı konuştu. Dostlarından biri vasıtasıyla halledilecek iş masalını yutmadık tabii. Kim bilir ne haltlar karıştırıyorsundur!… — Henüz böyle bir şey yok, ama akşama sabaha olur mu olur!… — Sence kaza değil mi bu?… — Orada olmadığıma göre ne desem yalan, hem bu Hawkins’i tanımam bile… Beni ilgilendiren siyah Opel’di sadece… — Ne yapacaktın onu? diye sordu Pat… Ayağa kalkarken: — Satın alacaktım!…diye sırıttım; ne yazık ki kısmet değilmiş!… Pat’dan ayrıldıktan sonra, bir müddet kararsız bir halde dolaştım durdum. Böyle hallerde caddeleri arşınlamak en doğru harekettir benim için; kafam daha iyi işler zira… İşler de ne halt eder?… Hiç… Şu günahsız Hawkins’in ve yanındaki hatunların yok yere öldürüldüğünü düşündükçe, Monkey hergelesine diş biliyorum… Başına azrail kesilirim böylelerinin… Şimdi bu Monkey denen itoğlu itin peşine düşmeliyim… Bir yerde kıstırıp, anasından doğduğuna pişman etmeliyim… Bu hızla büroda aldım soluğu… Kapıdan içeri girer girmez: — Bir viski, dedim Velda’ya. Ağzına kadar doldur bardağı hem de… 2 NEW YORK KURTLARI! Black Valley, bakımsız sokakları, eski kâgir binaları, daima ıslak kaldırımlarıyla, her türlü sefaletin kaynaştığı bir semtidir New York’un.

Burada, en azılı katillerden, anasının gözü gangsterlere kadar yığınla hergeleyi ve onları tanıyan bir alay suç ortağını bulabilirsiniz. Bizim meslekten biri için buralara, hele geceleyin dalmak, belâyı satın almakla müsavidir. Çünkü, işleri güçleri karanlık işlerden para kazanmak olan bu herifler aralarında yabancı birini gördüler mi (Hele o yabancı polis olursa!) al görmüş İspanyol boğazına dönerler!… Şehrin göbeğinde işlenen suçların failleri, bu mezbelede, kendilerine emin bir barınak bulmuş olurlar. Monkey’i değilse bile, onu tanıyanlardan birini bulmak mümkündü burada!… Black Valley’in en civcivli yerine gelince, en bayağısından fahişelerin, sözüm ona konsomatrislik yaptıkları Pub Bar’a daldım. Basık tavanlı bar; sigara dumanı, sarhoş kahkahası ve bir alay anasının ipini satmış hergeleyle doluydu. Bar Amerikana doğru yürüdüm. Dipteki akordsuz piyanonun önüne oturmuş bir zenci, Güney havası tutturmuştu. Uzun ayaklı iskemlelerden birine tüner tünemez, gözlerinin altı mor halkalarla çevrili bir yosma damladı… — Hello centilmen, diye yayvan yayvan konuştu. Bir viski; sadece bir tek. Sonra nereye istersen giderim seninle… — Bas bakalım, diye homurdandım. Safra istemiyoruz… Yosmanın gitmeğe niyeti yok. Asıldıkça asıldı. Çaresiz, iki viski söyledim, etrafı kolaçan etmeğe başladım. Bet suratlı birtakım herifler ve şu yosmaya benzer birtakım kadınlar. Hepsi de malın gözü.

Köşede, sırtı bana dönük bir herif var ki, ha babam, önündeki viski şişesini bardağına boşaltıp yumuluyor. Tamam, Jones hergelesi bu. Ta kendisi. Korkak olduğu için büyük işlere girişmez de gangsterlere yardakçılık eder. Monkey’in yerini bildiğine kalıbımı basarım. Ayakta uyuklayan yosmaya: — Bir viski daha içmek istersen, şu dipteki herife söyle, buraya gelsin, dedim. Onunla konuşacak üç beş lâfım var… Gösterdiğim tarafa bakan yosma: — Kolay, diye sırıttı. Evvelâ viskiyi yuvarlayalım. Kadehi önüne sürdüm, bir yudumda boşalttı, eliyle havadan bir selâm verdikten sonra, sallana sallana Jones hergelesinin oturduğu masaya gitti, kulağına bir şeyler söyledi. Bar Amerikana dayanmış bekliyordum. Jones, geriye döndü, beni görünce, tekrar olduğu yere çöktü hergele… Başlangıç hiç de fena değildi. Korktuğuna bakılırsa, iş vardı bu herifte… Neden sonra kendini toparlayarak ayağa kalkan Jones, sallana sallana bulunduğum tarafa geldi: — Gel bakalım, diye sırıttım. Tüne şuraya hele… Üç beş lâf edeceğiz seninle Jones. Herif, bir anda ayılmıştı sanki. — Benden ne istiyorsun? diye sordu.

— Patlama; anlayacaksın, diye homurdandım. Yalnız hatırında olsun, martaval atmağa kalkarsan takma diş kullanmak zorunda kalırsın. Bunu unutma!… — Sor bakalım, diye yutkundu. Biliyorsam cevap veririm!… — Bileceksin, dedim. Monkey Kane’dir sormak istediğim. Geçen gece, durup dururken bir kabadayılık etti teres. Şimdi de tavşan gibi saklanıyor itoğlu it. Nerede saklanıyor? İşte, bunu sen söyleyeceksin. Rengi kül gibi oldu Jones’in. Boğuk bir sesle: — Bilmiyorum, diye konuştu. Haberim bile yok bunlardan… — Bildiğin hâlinden belli, diye homurdandım. Şimdi bu Monkey hergelesi, gizlendiği kovukta kriz geçiriyordur. Eroin denen musibeti bulamazsa deli divane olur teres. Bu gibi ahvalde de senden iyi yardımcı bulunamaz. Söyle Jones; nerede barınıyor Monkey? Herif, imdat arar gibi sağına soluna baktıktan sonra: — Bilmiyorum, diye kekeledi.

Aylar var ki görmedim onu. Nerede olduğundan haberim yok!… — Günah benden gitti, diye sırıttım. 42’inci caddedeki dişçiyi tavsiye edebilirim Jones. Yaptığı takma dişlerin, hakikilerinden ayırt edilmediğini, oraya gönderdiklerim söyler… Hafifçe yerimden doğruldum. — Durun, diye soludu Jones. Burada olmaz. Eğer ispiyonluk ettiğimi haber alırsa kalbura çevirir beni Monkey… — O hâlde, dışarı çıkalım, orada anlatırsın, dedim. Viskinin parasını çinko kaplı tezgâhın üzerine fırlattım. — Yürü bakalım, dedim Jones’e. Sokak nasıl olsa ten… Lâfım ağzımda kaldı. Salonda patlayan silâh sesiyle, barın içini aydınlatan tek iri ampulün sönmesi bir oldu… Kendimi boylu boyunca yere atarak döşemeye yapıştım. İsabet etmişim, çünkü aynı anda bir alev fışkırdı bulunduğum tarafa doğru… Ve, Jones, vücudunun bütün ağırlığıyla üzerime yıkıldı… Barın içi, bir anda mahşer gününe dönmüştü… Karanlıkta, yosmaların çığlıkları, heriflerin küfürlerine karışıyordu… Nihayet, bir petrol lâmbasının yardımıyla yeni bir ampul takıldı, etraf aydınlanınca, Jones’in yerde upuzun yattığını gördüm… Yarım metre kadar ötemde bulunuyordu, bir kurşun kafatasını param parça etmişti… Monkey’in yeni bir marifetiydi bu… Demek ki peşimi kolluyor, beni adım adım takip ediyordu namussuz… Önce, konuşmasına mâni olmak için Jones’i, sonra da beni temizleyecekti… Bar’daki panik biraz durulunca, herifin nereden ateş ettiğini araştırdım; Kapı tarafından gelmişti kurşun… Monkey, kapıdan içeri girer girmez, bulunduğumuz yeri kestirdikten sonra, önce elektriği söndürmüş, sonra da Jones’i zımbalamıştı… Vay itoğlu it vay!… Ölümüne susamış hergele… Er geç elime geçecek şu Monkey… Şap gibi yandı ondan sonra… Şaşkın şaşkın bakınan barmene: — Dışarıdan giren oldu mu? diye sordum. Ateş eden herif eğer burada olsaydı tüymek isteyecekti ateş ettikten sonra… Buna yemin edebilirdim, çünkü barın küçük kapısının öyle kendine has tuhaf bir gıcırtısı var ki, her şeye rağmen işitmemek mümkün değil… — Galiba… Evet, kapı iki defa öttü… diye konuştu tezgâhın gerisindeki. İki defa… Yani, demek oluyor ki, herif kapıyı açtı, ateş etti ve çekip gitti… Bu haltı işlemeden önce de içerisini iyiden iyiye kafasına yerleştirdiği muhakkak… Yoksa, karanlıkta hedef tutturmak için insanda kedi gözü olması lâzım. Bir meçhul daha var ortada.

Nasıl oluyor da ışığın söndüğü anda, Jones’e de ateş ediliyor?…Şu halde, bu herifler iki kişi… Biri bir kurşunda salonu kararttıktan sonra, öbürü Jones’i temizledi… Yapılacak iş kalmamıştı artık… Jones konuşamazdı, çekip gitmek düşüyordu bize… Gerisi polisin bileceği iş… Herifi, iskemlenin arkalığına yasladıktan sonra: — Konuş… diye kükredim. Konuş Skippy… Skippy denen hergeleyi, iki saatten beri, apartmanımda kendi usullerime göre sorguya çekmeme rağmen, herifin konuşmağa niyeti yok gibi… Üstelik biz Pat’ın adamları kadar da nazik davranmıyoruz herife karşı… Skippy’yi Chinatown’da enseledim… Monkey gibilerinin başyardımcısıdır bu herif… Sıkıda kalan ne kadar gangster varsa, silâh, para, hatta kadın, hep bu Skippy denen hergele vasıtasıyla temin eder… Sayısını unuttuğum yumruklardan birini daha salladım, başı yana kaykıldı: Monkey’in nerede olduğunu bilmiyorum… diye inledi… — Cavlağı çekmeden önce, Jones’de öyle söylüyordu… diye homurdandım. Sen bilmeyeceksin de kim bilecek bunu?… — Houston bilir… diye soludu herif. Houston Red… Batı bölümünde, Bessie’nin pansiyonunda bulabilirsin onu… Son zamanlarda bir iki Monkey’le beraber görmüştüm onu… Herifin yakasına yapıştığım gibi ayağa kaldırdım, bir iki salladıktan sonra: — Gideceğim dediğin yere Skippy… diye homurdandım. Ama eğer bana numara yapıyorsan, sonunu sen düşün… Ayakta güç belâ durabilen herifi, lavaboya doğru sürükledim, musluğu açarak, kendini toparladı… Rastgele bir havlu uzatarak: — Kır bakalım şimdi… diye sırıttım. Eğer hergelenin biri yine cadde ortasında şakalaşmazsa, akşama oradayım… Skippy, suratıma öyle bir bakışla baktı ki, bir yumruk daha kondurmamak için kendimi güç zapt ettim… Herif, suratını ovuşturarak defolup gittikten sonra, koltuğa çöktüm… Yerini yurdunu öğrenmezsem deli olurdum şu Monkey denen hergelenin… Hem de, mümkün mertebe çabuk olmalıydı bu iş… Telefon çaldı bu sırada, açtım, Velda: — Merhaba Patron… diye konuştu; Hemen gelsen fena olmaz… Seninle görüşmek için sabırsızlanan biri var burada… — Kimmiş o?. diye sordum, sesini ancak duyulur şekilde yavaşlatarak: — Acayip herif… diye devam etti. Adını söylememekte ısrar ediyor… Yalnız seninle konuşabilirmiş… Şişman kısa boylu bir adam. Bırak lâfı da gel Mayk… Telefonu kapar kapamaz dışarı fırladım, az sonra bürodaydım, kapıyı açan Velda: — Nerelerdesin Mayk?. diye konuştu; Herif baygınlıklar geçiriyor içerde… İlle de seni istiyor… Mister Mayk, diyor başka bir şey demiyor… Şapkamı vestiyere astıktan sonra odaya doğruldum, kapıyı açıp içeri girer girmez, telâşı yüzünden okunan tıknaz bir adam, yerinden fırlayarak: — Mayk Hammer siz misiniz?…diye soludu. Mister Mayk Hammer?.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir