Stefan Zweig – Clarissa

1902-1912 Clarissa ileri yıllarda geçmiş hayatını anımsamaya çalıştığında olaylar arasında bağlantı kurmakta zorlanıyordu. Yaşamının büyük bir bölümünün üzerinden adeta bir kum fırtınası esmiş ve olan biteni silip süpürmüş gibiydi, zaman bile bulutlar gibi belirsiz ve ölçüsüz akıp gitmişti. Tüm o uzun yıllar hakkında neredeyse hiçbir şey hatırlamazken bazı haftalar, hatta günler ve saatler zihninde taptazeydi ve sanki daha dün yaşanmışçasına duygularını ve hafızasını meşgul etmekteydi; bazen bunların sadece küçücük bir bölümünü tüm benliğiyle yaşadığını, diğer bölümünün ise yorgunluk ya da anlamsız görevler içinde kaybolup gittiğini düşünüyordu. Çoğu insan çocukluğu hakkında çok şey hatırlar. O ise tam tersine çocukluğu hakkında çok az şey hatırlıyordu. Özel koşullar nedeniyle hiçbir zaman gerçek bir yuvası olmamış, aile sıcaklığını tatmamıştı. Genelkurmay’da bir yüzbaşı olan babasının Galiçya’da küçük bir garnizon kentinde görevli olduğu sırada dünyaya gelmişti. Doğumu sırasındaki bir dizi talihsiz olay nedeniyle annesi hayatını kaybetmişti; alay doktoru grip nedeniyle hasta yatıyordu, telgrafla komşu kentten çağrılan doktor ise şiddetli kar fırtınası nedeniyle gecikmiş ve zatürreeye yakalanan annesini zamanında tedavi edememişti. Clarissa garnizonda yapılan vaftizden hemen sonra kendisinden iki yaş büyük olan ağabeyiyle birlikte hastalıklı, değil başkasına bakacak, kendisi bakıma muhtaç büyükanneye götürülmüştü; büyükannenin ölümünden sonra Clarissa, babasının üvey ablasının, ağabeyi ise babasının küçük kız kardeşinin başına atılmıştı. Değişen evlerle birlikte evlerin içindeki yüzler, onlarla ilgilenen hizmetkârların şekli, cinsi de değişiyordu. Almanlar, Bohemyalılar, Lehler; alışmaya, katılmaya, ısınmaya, ortama uyum sağlamaya hiç vakit kalmıyordu; daha ilk sıkılganlık atlatılmamıştı ki, 1902 yılında Clarissa sekiz yaşındayken babası askeri ataşe olarak Petersburg’a gönderilmiş, bu nedenle aile meclisi her ikisi için de daha düzenli bir hayat sağlamak üzere Clarissa’yı Viyana yakınlarındaki bir manastır okuluna, ağabeyini de bir askerî okula göndermeye karar vermişti. Çok ender gördüğü babasıyla ilgili olarak hafızasında çok az şey kalmıştı; o günleri anımsamaya çalıştığında, babasının simasından ve sesinden ziyade, onu ve ağabeyini terbiye edeceğim diye ellemelerine izin vermediği ve dokunduğu anda sert bir şekilde küçücük parmaklarını uzaklaştırdığı, oysa oynamayı çok arzu ettiği, şıngırdayan yuvarlak nişanların asılı olduğu pırıl pırıl mavi üniformasını hatırlıyordu. Ağabeyiyle ilgili hatırladığı ise yakası açık bahriyeli kıyafeti ile biraz da kıskandığı altın sarısı düz saçlarıydı. Clarissa sonraki on yılı bir manastır okulunda geçirdi, sekiz yaşından hemen hemen on sekiz yaşına kadar olan on yılı. Bu kadar uzun bir dönem hakkında çok az şey hatırlamasının nedeni, babasının bir özelliğinden kaynaklanıyordu.


Geçen bu süre içinde alayın yarbayı konumuna yükselen Leopold Franz Xaver Schuhmeister yüksek askerî çevrede en eğitimli, en bilgili taktik uzmanı ve kuramcı olarak bilinirdi, her ne kadar çalışkanlığı, güvenilirliği ve birikimine saygı duyulsa da, hafif alaylı bir ima da eksik olmazdı; samimi ortamlarda komutan hafif gülümseyerek, “Bizim istatistikçimiz,” derdi. Çünkü dayanıklı, inatçı bir işçi olan Schuhmeister sert görünüşünün altında pek utangaç ve ağırkanlıydı; savaştaki başarının önkoşulunun sistematik olarak oluşturulmuş bilgi akışında yattığını düşünüyordu; yavaş yavaş bu fikre ulaşmıştı, çünkü savaş sistemindeki her türlü yenilik ve esnekliğe karşı kuşku duyuyordu. Komşu Alman alayında bile hayranlık uyandıran bir gayretle dış ordular hakkında gazetede yayımlanabilen her türlü veriyi topluyor, düzenliyor ve durmaksızın temiz fasiküller, hiç kimsenin bakmasına izin vermediği özel fasiküller haline getiriyordu. Böylece her zaman olduğu gibi yurtdışında da saygı gören bir otorite olmuştu, hatta kendisinden korkuluyordu. Üç, hatta dört odada bulunan bir laboratuvarda gerek kaydı tutulmuş gerek gerçekte var olan orduların özünü saklıyordu; farklı elçiliklerde bulunan Avusturya askerî ataşeleri, onun askerî herbaryumuna dahil etmek için en küçük ayrıntılar hakkında bile bilgi edinmek üzere sürekli olarak gönderdiği anketler nedeniyle ona küfrediyorlardı. Görev aşkı ve inançla başladığı ve gitgide daha çok ayrıntıyı biriktirme, ayrıca bunları yazı ve tablo olarak doküman haline getirme işi, her şeyi sisteme sokma arzusu nedeniyle bir tutkuya, hatta neredeyse hastalığa dönüşmüştü; sonuçta bu uğraşı, eşinin erken ölümü nedeniyle sığlaşan ve boşalan hayatına yeni bir anlam katmış ve bu boşluğu tamamen doldurmuştu. Bunlar, bir sanatçının aşina olduğu titizlik ve simetri tutkusunun küçük sevinçleriydi, çünkü oyalanma içgüdüsü bağımlılık yaratabilir. Kırmızı ve yeşil mürekkepleri, ucu sivriltilmiş kurşunkalemleri seviyordu. Bütün bu garip eserler koleksiyonu onu cezbediyordu. Bunları oğluna gösterememek ise gizli üzüntüsüydü. Yalnızca kendisi, karşılaştırarak yazmaya duyulan bu teknik arzuyu tanıyor, biliyordu. Eskiden işten eve gelip de boğazını sıkan yakalığını çıkarıp iş stresinden uzaklaştığında, o tarihlerde henüz hayatta olan eşinin çaldığı piyanoya kulak verir ve hareketsiz ruhunun bu müzik eşliğinde canlandığını hissederdi; tiyatroya ya da gezmeye giderlerdi; bunlar onun oyalanmasına ve rahatlamasına yardımcı olurdu. İş arkadaşlarıyla da nasıl ilişki kuracağını pek bilemediğinden, eşinin ölümünden sonra akşamları tamamen boşalmıştı ve o da bunları kalem, makas, cetvelle evde de kartotekler oluşturarak doldurmuştu. Bu kartotekleri daha sonra yayımladığı “Askerî İstatistik Tablolar” için kullanmıştı, elbette en gizli bilgiler yalnızca vatanın ileri gelenleri için saklıydı. Böylelikle mesai sırasında yan odadan istemek yerine ondan bilgi almak âdet haline gelmişti.

Başkaları için angarya olan rakam ve sayılardan, nicelik ve farklılıklardan bir askerden çok bir matematikçi olarak küçük odasında, gizli, başkaları tarafından anlaşılmayan bir bilgi edinme arzusu yaratmıştı. On binlerce gözlemin her birinden ordu ve monarşi için paha biçilmez bir bilgi hâzinesi oluşturduğunun farkındaydı ve bununla da gurur duyuyordu. Gerçekten de 1914 yılında mobilize edilebilecek tümenler hakkında yaptığı hesaplamaları, Conrad von Hötzendorff’un iyimser tahminlerinden daha doğru çıkmıştı. Yazdıkları giderek söylediklerinin yerini alıyor, laboratuvarındaki malzemeler giderek gerçek dünyası haline geliyordu ve aslında gittikçe daha da yalnızlaşmasına rağmen, diğerlerinin gözünde daha katı, daha içine kapanık görünüyordu. Yalnızlaştıkça, yazışmayı konuşmaya tercih ediyordu. Alışkanlıklarda ısrarcı olduğu için her alıştırmanın devamını getiriyor, hatta farkında olmadan bir alışkanlığa dönüştürüyordu, alışkanlık ise zorunluluk ve boyunduruğa dönüşüyordu: Bir şeyi sistemsiz yapmaya tahammülü yoktu.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir