Samuel Taylor Coleridge – Yaşlı Gemici

ÖNSÖZ, ORHAN PAMUK, Bu benim için son derece kişisel bir kitap. Çok sevdiğim bir şair arkadaşım, Şavkar Altınel; büyük bir hayranlık duyduğum, dönüp dönüp okuduğum İngiliz şair ve düşünür Coleridge’in en büyük eseri The Rime of the Ancierıt Mariner’ı Türkçeleştiriyor. Şavkar Altmel gibi ilginç bir şairi nasıl anladığımı, onunla, ona benzer biriyle kendimi nasıl özdeşleştirmeye çalıştığımı Kar adlı romanımı okuyanlar aşağı yukarı tahmin edebilirler. O kitapta, şair Ka’nın şiir yazmasını, şairin ilham anlarını, Coleridge’in diğer büyük şiiri “Kubilay Han”ı yazışma ilişkin kendi sözleriyle de ilişkilendirmiştim. Beni her zaman heyecanlandıran, mutlu eden bundan başka iki konudan, bu kitap sayesinde şimdi söz açacağım: Coleridge sevgim; ve şiir ve roman. COLERIDGE’l NEDEN SEVİYORUM? Coleridge, benim için Dostoyevski gibi, Borges gibi dönüp dönüp yeniden okuduğum, bir türlü tüketemediğim, yazdığı ve onun hakkında yazılmış bütün kitapları edindiğim edebiyatçılardan biri. Günümüz Batılı edebiyat profesörlerinin, toplumbilimcilerinin, Walter Benjamin’de bulduğu şeye benzer bir yan var onda: Eserinin bitmemişliği, genişliği, her şeyi merak edişi, üniversiteye gitmesine rağmen (Coleridge Cambridge’e gitmiş, ama mezun olamamıştır) esas olarak kendi kendine okumuş, derinlemesine okumuş biri olması ve tabii hayat hikâyesi; her zaman kederli, hüzünlü ve “başarısız” biri olması edebiyatseverin kendini onunla özdeşleştirmesini kolaylaştırıyor. Coleridge’in Edebi Biyografi’sini, not defterlerini arada bir gelişigüzel bir yerinden açıp keyfime göre okumayı çok severim. Düşüncelerinde, meraklarında, edebiyata, dünyanın ve hayatın anlamına ve felsefeye duyduğu özel ilginin ciddiyetinde ve yoğunluğunda, edebiyatla tutkuyla ilgilenenlerde saygı ve hayranlık uyandıran bir derinlik vardır. Edebi Biyografi’sinde, Coleridge hayranlık duyduğu (ve kendine özgü bir huysuzlukla daha sonra bozuştuğu) sevgili arkadaşı Wordsworth’ün yıldan yıla artan hayranlarının “genç ve düşünceli” okurlar arasından çıktığını ve ona duyulan hayranlığın bir “yoğunluğu” ve neredeyse dinî olan bir ateşi olduğunun altını çizerken, bu sözlerin kendisi için de söylenebileceğini sezmişti belki. Aynı yerde (Bölüm XIV) Coleridge’in, Wordsworth için söylediği “entelektüel enerji” bence daha çok kendisi için geçerlidir. Bitip tükenmez bir entelektüel enerjisi vardır Coleridge’in. Çok okur, durmadan okur, en tuhaf, en ilgisiz, en ücra konularda okumakla da övünür. Bu bakımdan düzenli, sistemli kütüphaneleri, kitapçı dükkânları olan Batı’nın merkezî şehirlerinden çok, Batı dışındaki tutkulu entelektüellerin şu çok bilinen ve çok sevdiğim sözünü tekrarlar gibidir: “Elime ne geçerse okurdum.” Ama bu okuma ve kitap merakı, dünyanın çeşitliliğini ve zenginliğini tüketmeye, hayret, hayranlık ve saygı duymaya ve kitap koleksiyonculuğuna değil, dünyayı bilip anlamaya yöneliktir.


Coleridge’de bende en çok hayranlık ve kardeşlik duygusu uyandıran, kafasının bu özelliğidir. Bilip anlamak derken, dünyanın kurallarını öğrenerek şeylerin nasıl çalıştığını anlamayı; sanatta ve hayatta buna uygun davranmayı kastediyorum. Kitap okuyarak, düşünerek, tek başımıza yaratıcı bir şekilde ve özgürce kafamızı kullanarak dünyayı kavrayabileceğimize ilişkin iyimser inanç, modern edebiyatın ve bireysel özgürlük duygusunun da başlangıcıdır. Türk okuru, kastettiğim şeyi gözünün önünde daha iyi canlandırabilsin diye, bizlerin dünyanın bu yanında daha çok ezberlemek, saygı ve huşu duymak ve değişmez kuralları öğrenmek için okuduğumuzu hatırlatayım. Okumak bizler için bir geleneğe, bir tarihe ve onların belirlediği bir cemaate derinden bağlanmanın incelmiş bir yoludur. Montaigne, Coleridge ve Coleridge’den çok şey öğrenmiş olan Poe gibi yazarlar için ise okumak, (Elime ne geçerse okurdum!) dünyanın ve sanatın kurallarını bir daha ve yaratıcılıkla keşfederek yeniden yazmak için mutluluk ve iyimserlikle yapılan bir faaliyettir… Coleridge tarzı bir okuma ve merak bizi cemaate yaklaştırmaz, tam tersi, cemaatten uzaklaştırır. Cemaatten ve tarihten uzaklaştığımız bu noktada ise, bizim gibi, kitaplarla tutkuyla, yoğunlukla yalnız başına kalabilen diğer yalnız okurların, yazarların hayalî kardeşliği başlar. Coleridge’in kafasında, özellikle gençliğinde ütopyacı düşler önemli bir yer tutuyordu. Yirmi beş yaşlarındayken, kısa bir yolculuğa, bir gezintiye çıktığımda, daha sonra Coleridge’in iki ciltlik uzun bir biyografisini yazacak olan Richard Holmes’ün, Coleridge hakkında yazdığı küçük ve parlak ilk kitabını hep yanıma alırdım. Hayattan sıkıldığım vakit bir sayfasını, bir parçasını okumak bana iyi gelirdi. Hayatın sıradanlığından yorulduğum, umutsuzluğa kapıldığım zamanlarda bir kaşık Coleridge almak bana zekâyla, kitaplarla, merak ve hayal gücüyle yapılan bir ikinci dünya olduğunu, bildik birinci dünyadaki mutluluğun ancak o ikinci âlemin varlığı ve sezgisiyle mümkün olacağını hatırlatırdı. İleride ben de Coleridge gibi biri olmak istiyordum. Coleridge şair olarak ününün dayandığı üç unutulmaz şiiri, “Yaşlı Gemici”yi, “Christabel”i ve “Kubilay Han”ı yirmi beş yaşındayken yazmıştır. Romantik edebiyatın sık sık tekrarlanan bir diğer efsanesi; tıpkı “Sarhoş Gemi”nin yazarı Arthur Rimbaud gibi, Coleridge’in de bu şiiri hayatında daha denizi hiç görmeden yazmış olmasıdır. 1927’de Coleridge üzerine, daha çok da “Yaşlı Gemici” ile “Kubilay Han”ın yazılışı ve hayal kaynakları üzerine Xanadu’ya Giden Yol adlı harika bir kitap yazan Amerikalı profesör John Livingston Lowes, Coleridge’in bu şiirlerinin seyahat kitaplarından, hatıralardan, tarih kitaplarından, okuduğu tuhaf kitaplardan ne kadar çok beslendiğini, şairin “hafızasının dipsiz kuyusu”™ iyice girerek şaşırtıcı bir bilgiyle sergilemiştir.

Benim için edebi mutluluk, Coleridge’in inanılmaz şiirini, defterlerini, Lowes’unki gibi benzersiz kitapların sayfalarını karıştırarak; şiirin, romanın esrarı, anlamı, kaynakları, amacı ve sonuçları gibi konularda düşüncelere, hayallere dalmaktır. ŞİİR VE ROMAN “Yaşlı Gemici”nin ne anlama geldiği, Coleridge’in bu tuhaf hikâyeyle ne demek istediği konusunda sayısız yorum vardır. Bazıları şiiri, ruhsal bir yolculuk olarak Coleridge’in hayatına benzetir, büyük şairin daha yirmi beş yaşındayken hayatının geri kalanının ruhunu ve biçimini bu şiirle, önseziyle dile getirmiş olduğunu savunur. Coleridge’in, gençliğinin iyi niyetli coşkusunu, parlak zekâsını ve şiir gücünü kaybetmesi gibi temalar öne çıkarılır bu yorumlarda. Bir diğer yorum da ALBATROS’un durup dururken öldürülmesi ve bunun sonucu olarak gemicilerin çektiği sıkıntılar üzerinde, yani, suç ve ceza üzerinde duran açık ya da üstü örtülü dinî yorumlardır. Coleridge’in, şiiri Edebi Biyografi’sinde açıklayışı, hayat hikâyesi, okuduğu kitaplar ve kaynaklar da bu yorumlara bitip tükenmez bir çeşitlilik verir. Bu yorumları okumaktan çok zevk alırım. Ama bir yandan da, burada elimden geldiğince kısa özetlemeye çalışacağım bir düşünce aklımı kurcalar hep. Şiirle roman arasındaki benzerlikten ve farklılıktan yola çıkar bu düşünce. “Yaşlı Gemici”nin anlamının ne olduğunu düşündüğümde, bu konuda yorumlar okuduğumda aklıma geliveren kuvvetli ve belirgin şey, bir şiirin değerinin yalnızca gösterdiği anlamda değil, verdiği zevkte, okura yaşattığı deneyimde de yattığıdır. Bir hikâye kurgusu olan anlatımcı şiirde böyle olduğu gibi, aslında romanlarda da geçerlidir bu. (Oysa romanlarda yazarın neyi ne için yazdığını açıkça hep bilmesi beklenir.) Okurlar, eleştirmenler, yorumcular şu veya bu romanımda, şu sözle, bu sahneyle veya bu ayrıntıyla ne demek istediğimi sorduklarında, bazan aklıma bir anlam, bir dürtü, bir cevap gelir. Bazan da hiçbir şey gelmez aklıma. O zaman Coleridge’i düşünürüm.

Ben de o imgeyi, paragrafı, hayali, resmi, kitabın o noktasına bir şey simgelesin diye değil, içimden öyle geldiği, güzel olduğu, kitabın o noktasına tam uyduğu için koyduğumu söylemek isterim. Bu, romancının şair olduğu yerdir belki. Ama hiç şair olunmadan da roman yazılmaz. Yaşlı gemici albatrosu niye öldürdü? Coleridge’in akimda bu sorunun cevabı var mıydı? Sanmıyorum. Olsa olsa, hikâyenin hem o noktasında hem de bütünlüğü içerisinde, yaşlı gemicinin albatrosu durup dururken vurmasının iyi ve yerinde olacağını düşünmüştür. Zaten bu fikri ona Wordsworth vermiştir. Canı öyle yazmak istemiştir. “İçinden” öyle gelmiştir. Büyük bir şairdir o. Büyük şair, içinden gelen sesi tanıyan, ona güvenen, kendine ve söyleyeceği sözün gücüne güvenen kişidir. İçimizden geleni dinlemeyi öğrendiğimiz anda, ister şair olalım, ister romancı; şiirin, romanın olması gerektiği gibi, yazılması gerektiği gibi yazıldığını da hissederiz. Bu bakımdan şiir de roman da aynıdır. Biz yazarlar, şiirlerimizin, romanlarımızın, orada anlattığımız, gösterdiğimiz her şeyin, her olayın, her nesnenin kendilerinden başka, bir de ikinci anlamları olması gerektiğine inanmayız. Kendi adıma söyleyeyim: Tam tersine inanırım. Romandaki olayın, (yerini anlatının içinde güzelce bulmuşsa) ne anlama gelebileceğini bilmemek en iyisidir.

Yalnız şiirlerin anlamı ve değeri değil, romanların anlamı ve değeri de, okura verdikleri zevkle, güzellikleriyle, okura sundukları deneyimin (okuma serüveni) derinliği ve şaşırtıcılığı ile ölçülmelidir. Bu güzellik ve okuma tecrübesinin boşluğu metnin yüzeyinde kalmaz, ta derinlere gider. Hayatın, insan olmanın, bu dünyada yaşamanın anlamının derinliklerine… Gene de bizi bu derinliklere sürükleyen sahnenin, olayın ne anlama geldiğini, biz yazarlar, şairler çoğu zaman (her zaman değil) bilmeyiz, akıllıca bir tutumla bilmek de istemeyiz. (Akıllı eleştirmenler, zeki yorumcular, tutkulu okurlar bazan bunu bizden daha iyi bilirler, sezerler.) Kendimden son bir örnek: Anlaşılması en zor romanımın Yeni Hayat olduğu, hele kitabın ilk çıktığı 1994 yılında, Türkiye’de çok yazıldı, çok söylendi. O günlerde hiç tanımadığım bir okurla telefonla konuştum. Anlaşılmaz olduğu söylenen Yeni Hayat hakkında çok övücü sözler de söylediği için kendimi tutamadım ve okura kitabımdan ne anladığını sordum. “Bilmiyorum ne anladığımı,” dedi okur bana. “Ama çok hoşuma gidiyor.” Bir dönem bunun bir yazarın işitebileceği en parlak övgü olduğuna kendimi inandırdım. Şiir karanlık noktalan, belirsizlikleri, biçim dertleri yüzünden muğlaklığa, yoruma daha açıktır belki. Nabokov’un deyişiyle şiir “sırtımızla okumak” için daha elverişli bir biçim gibi gözükür. Ama bana kalırsa roman da böyledir ve böyle olmalıdır. Yazdığımız romanın anlamının ne olduğunu, biz yazarlar sonuna kadar bilmemeliyiz. Bilsek bile samimiyetle bilmiyor gibi yazmayı derinlemesine öğrenmeliyiz.

Çünkü “Yaşlı Gemici”nin bu kadar sevilmesinin, İngiliz dilinin ölmez eserlerinden biri olmasının nedeni, yalnız şiirin çocuksu basitliği ve güzelliği değil, içindeki pek çok şeyin ne anlama geldiğinin kesin olmaması, yoruma ve yeniden okumaya hep açık olmasıdır. Yaşlı gemici albatrosu neden öldürdü? Bilmiyorum. Ama şiir çok hoşuma gitti. En iyisi hepsini yeniden bir kere daha okumak, Şavkar Altınel’in Türkçesi’yle İngilizce orijinalini karşılaştırarak.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir