Modernlik Nostaljisi – Esra Özyürek

Çağımızın en yetenekli sinemacılarından Abbas Kiarostami bir röportajında insanlarla bağ kurmak için film çektiğini söylemişti. Bence bir etnografik monografi yazmak için bu denli zahmetli ve uzun bir süreci katlanılır kılan da budur. Şahsen hayatımdaki en anlamlı ilişkilerimi kurmama ve dahası zaten var olan ilişkilerimi dönüştürmeme vesile olduğu için bu kitaba teşekkür borçluyum. Bu kitapta araştırdığım konuların hemen hepsi gündemime ilk kez Boğaziçi Üniversitesi’nde lisans eğitimimi aldığım dönemde girdi. YeşimArat, Faruk Birtek, Belgin Tekçe, Nilüfer Göle, Leyla Neyzi, Nükhet Sirman, Ayşe Öncü ve Taha Parla körpe zihnime entelektüel merak tohumları ektiler. Ari Adut, Ayşe Gül Altınay (Karayazgan), Ayfer Bartu, Tansel Demirel, Dicle Koğacıoğlu, Halide Velioğlu, Nazan Üstündağ ve Nilgün Uygun’la kampüsteki karanlık, duman altı ortamlarda yaptığımız tartışmalarımızın sonradan hayatımdaki en ilginç entelektüel alışverişler olduğunu gördüm. Bu çerçevede düşüncelerimin ve yazılarımın başlıca muhatabının Boğaziçi camiasının tüm dünyaya yayılmış üyeleri olduğunu söylemem gerekir. Michigan Üniversitesi, ilgi alanlarımı takip edebileceğim en mükemmel yerdi. Burada üniversitenin gelmiş geçmiş en büyük ve en parlak antropoloji sınıfıyla birlikte okuma fırsatı buldum. Penelope Papailias, Carla Daughtıy, Mani Limbert, Theresa Truax, Jeff Jurgens, Jim Herron, Setrag Manukian, Laura Kunreuther, Janet Mclntosh, Rachel Heiman ve Karen Strassler ile yaptığım sohbetler bana sonsuz bir esin kaynağı oldu. Yanımda Ellen Moodie olmasaydı muhtemelen doktoramı vermek ya da bu kitabı tamamlamak nasip olmayacaktı. Ann Arbor’un Jön Türkler’i bu kitabı yazmam ve makul ve mantıklı kalabilmem için gerekli zihinsel ve duygusal desteği sağladılar. Hepsinden öte Aslı Gür, Aslı Iğsız ve Cihan Tuğal’a müteşekkirim. Danışmanlarım Bruce Mannheim, Müge Göçek ve Alaina Lemon bir öğrencinin isteyebileceği destek ve tartışma ortamından daha iyisini sundular. Yazma aşamasında Andrew Shyrock’un bölüme katılması aldığım en güzel akademik hediyelerden biriydi.


Her zaman büyük bir mizah anlayışının eşlik ettiği kibar ama zekice eleştirilerin beni ortaya koyabileceğim en iyi eseri üretmeye ittiğini söylemeliyim. Meslektaşlarım -California (Santa Barbara) Üniversitesi’nden Dwight Reynolds ve Mayfair Yang; Pittsburgh Üniversitesi’nden Bob Hayden ve Nicole Constable; California (San Diego) Üniversitesi’nden Joel Robbins, Nancy Mostero ve Elana Zilberg- yazma sürecinin sonlarında bana paha biçilmez bir entelektüel katkı ve arkadaşlık sundular. UCSD’deki konumum bana Keith McNeal’in kalbimi her gün sıcak tutan dostluğunu sağladı. George Steinmetz ve Julia Adams tezimde saklı bir kitap olduğuna işaret etme cömertliğini gösterdiler. Lara Deeb, Levent Soysal ve kimliği gizli tutulan bir okuyucu tüm metni baştan sona okudu ve argümanlarımı netleştirmeme yardımcı oldu. Duke Üniversitesi’nden Sharon Torian ve Reynolds Smith’in yardımları olmasaydı akademik yayıncılığın sayısız müşkülatını aşmam olanaksızdı. Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi yayın kurulu başkanı Murat Gülsoy’a kitabı Türkçeye kazandırmaya değer gördüğü, Ferit Burak Aydar’a da metni benim yazmayı ancak hayal edebileceğim güzellikte çevirdiği için teşekkür borçluyum. Araştırmamın temelinde doğumumdan bu yana Türkiye’yle olan bağlarım var. Benimle birlikte düşünmek, araştırmak ve konuşmak için zaman ayıran herkese minnettarım. Bunların içinde kuzenim, arkadaşım ve editörüm Asena Günal araştırma ve yazma sürecimde en büyük destekçilerimden ve eleştirmenlerimden biri oldu. Kendisi e-posta yoluyla sorduğum sonsuz soruya sabırla cevap verdi ve yeni kitapları düzenli olarak bana yollayarak Türkiye’deki entelektüel ortamdan uzak kalmamamı sağladı. En önemlisi beni Türkçe yazılar yazmaya ve bu dilde entelektüel diyaloga katılmaya teşvik etti. Türkiye’deki araştırmacılardan aldığım pozitif geri besleme ve teşvik en önemli motivasyon kaynaklarımdan biri oldu. Bu proje annem Sünter Özyürek ve babam Mustafa Özyürek’le çok yeni ilişkiler kurmamı sağladı. Türkiye’deki siyasal kültüre ilişkin sorularımın ve analizlerimin çoğu onlarla yaptığım konuşmalarda ve tartışmalarda şekillendi.

Bu projeye girişmemin başlıca nedeni onları daha iyi anlamaktı. Doktora eğitimim için ABD’ye gitmemin nedeni öncelikle ablam Aslı Özyürek’e yakın olmaktı. Bir akademisyen olarak onun gibi büyük düşünmek, yeni sorular sormaktan yorulmamak ve bıkıp usanmadan bu soruların peşinden koşmak için çabalıyorum. Hayatımda ABD’ye gelerek aldığım en büyük hediye eşim Marc David Baer’le tanışmak oldu. Bu kitaptaki fikirlerin hepsini onunla yaptığımız tartışmalarda geliştirdim. On yılı aşkın bir süre boyunca argümanlarımı geliştirmeme, bunlara tarihsel derinlik katmama ve Türkçe gramerle yazılmış cümlelerimi düzgün bir şekilde İngilizceye çevirmeme yardımcı oldu. Onun hiçbir gün esirgemediği sevgi ve desteği, projeme eleştirel katkıları ve en önemlisi mizah duyusu olmasaydı bu eseri nasıl tamamlardım bilmiyorum. “Bu kez,” dedi annem, sesi aniden ciddileşmişti, “Türkiye’yi çok değişmiş bulacaksın.” 1997 yazıydı. Babamla birlikte daha biraz önce beni İstanbul Atatürk Havalimanı’ndan almışlardı. ABD’de doktora yeterliliğimi tamamladıktan sonra tekrar Türkiye’deydim. Sonu gelmeyen bir trafikte iki saatlik yolculuğun ardından Boğaz’ın diğer yakasındaki evlerine geldik, yol boyu bir şeyler gösterip durdular: Arabaların şoför mahallindeki başörtülü kadınları, şehrin eteklerindeki sayısız yeni camiyi. Arabaların arkasına yapıştırılmış cafcaflı İslami sloganları -“Huzur İslamda” gibi- okudular. Tüm bunlar olurken bir yandan da 1995’te Türkiye’ye dönüşümden birkaç ay öncesine kadar bir koalisyon hükümetinin başında ülkeyi yönetmiş olan Refah Partisi’nin politikaları hakkında hiç bitmeyecekmişçesine konuştular da konuştular. Üstü örtülü bir siyasal müdahale sonrası partinin yasaklanmış olmasından tam olarak memnun değillerdi, ama özellikle de annem siyasal İslamın, en azından şimdilik, denetim altına alınmış olması nedeniyle rahatlamıştı.

Eve geldiğimizde bir çift laf daha edemeyecek kadar yorgun olduğumu söyledim. Odaları sessizce gezerken içinde büyüdüğüm eve ve yaşama yeniden alışmaya çalıştım. Duvarlara yeni resimler asıp asmadıklarına baktım. Yeni çekilmiş fotoğrafları koydukları çekmeceleri karıştırdım. Aldıkları yeni kıyafetlere dokundum. Son çıkan kitapları dizdikleri raflara göz gezdirdim. Tüm bu eşyalar ve imgeler arasında tuhaf bir şeyler sezinlemiştim. Dikkatimi ilk celbeden şey yaklaşık altmış yıl önce ölmüş olmasına karşın Atatürk sanki her yerde gibiydi. Sehpanın üstünde ve kitap raflarında ayakta duran Atatürk resimleri gözüme çarptı; keza Atatürk resimli fincanlar ve anahtarlıklar vardı. Giydikleri dört paltoya altı ayrı rozet iliştirmişlerdi. Ayrıca Atatürk’ün ve diğer cumhuriyetçilerin hayat hikâyeleri hakkında birkaç kitap okudukları gözüme çarptı: Atatürk’le Bir Ömür (Gökçen, 1994); Sarı Zeybek: Atatürk’ün Son 300 Günü (Dündar, 1998); Atatürk’ün Gönül Galerisi (Yeşilyurt 1997). Beni en çok şaşırtansa ellerinde kâğıttan yapılma küçük kırmızı Türk bayraklarıyla katıldıkları 1930’lar tarzında bir baloda çektirdikleri fotoğraflar oldu. Annemin giydiği şık siyah şapka yüzünün üst kısmını bir tülle örtmüştü, babamsa her zamanki lacivert takım elbiselerinden birini giymiş, içine de parlak kırmızı bir kravat takmıştı. Sonraki günlerde durum değişmişti, şehirde dolaşıp eski dostları ve akrabaları ziyaret ederken artık ilgimi çeken şey başörtülü sürücüler değil, her yerde insanın karşısına çıkan Atatürk ve aşina olduğum evlerdeki 1930’lar nostaljisiydi. Ailemin veya arkadaşlarımın yaşamında bu dönemdeki yeni gelişmeleri bir yere koyamamama karşın, çok geçmeden yalnızca İslamcıların değil, cumhuriyetin ilk yıllarında yerleştirilen ilkelere bağlı laik yurttaşların da ideolojik bağlılıklarını yaşama ve sergileme tarzlarının dönüştüğünü fark ettim.

Görünen o ki bir zamanlar kamusal alanı ifade eden cumhuriyetçi ideoloji ve imgeler yeni bir tarzda ev içi alanı kaplamıştı. Bu kitap neoliberal siyasal kültürle bağlantılı olarak günlük yaşamdaki yeni ifadeler ve duygusal bağlılıkları irdeliyor. Kamusal-özel, siyasal-siyasal olmayan, meşru-gayri meşru diye görülen alanlar arasındaki hızla aşılan sınırları araştırıyor. Türkiye’de siyasal alanın ve devlet-yurttaş ilişkileri zemininin kendine özgü ama küresel gelişmelerle bağlantılı bir tarzda nasıl değiştiğine odaklanıyor. 1990’ların sonunda güçlü, bağımsız, kendi kendine yeterli bir devletin hatırası ve bunun geçen yüzyılda kamusal alana hâkim olan laik modernleşme projesi, bir yandan siyasal İslam ve ayrılıkçı Kürt hareketinin yükselişiyle, diğer yandan da Avrupa Birliği (AB), Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankası’nın artan talepleriyle sekteye uğradı. Geride kalan on yıllık dönemde laik cumhuriyetin 1923’teki kuruluşunun ardından kamusal alanla sınırladığı İslam kamusal alanda kendini göstermeye başladı (Öncü 1995; Göle 1996; Bartu 1999; Çınar 1997; Navaro-Yashin 2002) ve siyasal partilerin bir parçası halini aldı (Gülalp 2001; Tuğak 2002; White 2002). Aynı dönemde Mustafa Kemal’in kurduğu laik, modernist ve kalkınmacı cumhuriyetin maruf resmî ideolojisi olan Kemalizm özel alana taşınıyordu; ama kamusal alanı terk etmeden. Sıradan yurttaşlar devlet ideolojisini yaygınlaştırmış, bunun sembollerini işyerleri ve evler gibi özel alanlara taşımış ve kuruluş günlerine nostaljik bir bağlılık geliştirmişti. Bir başka deyişle, dinin giderek “kamusal”laşmasıyla birlikte (Casanova, 1994), laik devlet ideolojisi de bir özelleşme sürecine girmişti. Bu incelemede bu ikinci kapsama giren ve şimdiye kadar fazlasıyla göz ardı edilmiş olan değişikliklerin izini süreceğim. Siyasal İslam kamusal alanı işgal etmeye başlayıp, yeni hegemon olmuş neoliberal semboller de kamusal ve özel alanları iktidarın en son yüceltilmiş merkezleri olarak tanımladıkça; laik devlet ideolojisinin, siyasetinin ve sembolizminin pazar, ev, sivil toplum, hayat hikâyesi ve duygusal bağlılık gibi özel alanlarda yeni bir yaşam ve meşruiyet bulmayı nasıl başardığını inceliyorum. Daha özelde, hem toplumun hem de devletin yerine pazarı koymayı amaçlayan neoliberal sembollerin popülerleşerek, güçlü devlet ideolojileri ve devlet güdümlü modernleşme projelerinin nostaljik anılarıyla yeni bağlamlara tercüme edildiğini gösteriyorum.2 Bir zamanlar ikinci ya da üçüncü dünyaya mensup olduğu düşünülen ülkelerin çoğu -yakın dönemde piyasaların liberalleşmesi, devlet işletmelerinin özelleştirilmesi ve yapısal uyum gibi neoliberal politikaları benimsedikten sonra- devlet eliyle modernleşme projelerine soyundular. O halde devleti benimsenmesi gereken en son modernleşme projesinin sadece aracısı değil, aynı zamanda yasakçısı olarak da gören kavramsal ve örgütsel dönüşümü nasıl ele alıyorlar? Ben bu çalışmada güçlü devlet ideolojisi altında çalışan yerel siyasal liderlerin ve aktörlerin şimdi devlet güdümlü modernleşmenin tarihini ve sembollerini piyasa güdümlü modernleşmenin yeni hegemonyasının kavramsal çerçevesine nasıl ve neden tercüme ettiklerine;3 dahası sıradan yurttaşların bu kavramları günlük yaşamlarına nasıl uyarladıklarına cevap arıyorum. Bu kitapta özelleştirme, piyasa tercihi ve iradecilik gibi neoliberal sembollerle Kemalizmin devletçi, ulusalcı ve modernist ideolojisinin sembollerinin 1990’larda beklenmedik bir şekilde iç içe geçişini irdeliyorum.

Kemalist siyasal, entelektüel ve askerî elit ve tabii bunların sivil destekçilerinin, siyasal İslama karşıt olarak, kendi ideolojilerini ve mevkilerini korumak için devlet otoritesi dışında piyasa güdümlü neoliberal sembollerden de sık sık yararlandıklarını savunuyorum. Kanaatim o ki bu yeni sembolik düzen Kemalist sivillere, Türk devletinin geleneksel sembolleri, uygulamaları ve duygusal bağlılıklarını kamusal alanın dışına taşıma olanağı tanımıştır, böylece Kemalizme özel alanda yeni bir ev ve meşruiyet kazandırmıştır. Bu meyanda, Türkiye’de devlet ideolojisi ve imgeleri sözcüğün birçok anlamında “özelleşmiştir”.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir