Lord Kinross – Atatürk – Bir Milletin Yeniden Doğuşu

MUSTAFA KEMAL, sonraki adıyla Kemal Atatürk, yirminci yüzyılın ilk yarısını olağanüstü kişiliğiyle etkilemiş büyük bir asker ve devlet adamıydı. Onu çağının diktatörlerinden ayıran iki önemli nokta vardı: Dış politikası, sınırları genişletmek yerine daraltmak esasına; iç politikası ise kendi ölümünden sonra da ayakta kalabilecek bir siyasal sistem kurmak düşüncesine dayanıyordu. Bu gerçekçi ruhladır ki, memleketini yeniden canlandırmayı ve yıkık, dağınık Osmanlı İmparatorluğu’ndan yeni, katıksız bir Türkiye Cumhuriyeti yaratmayı başarabildi. Atatürk’ün dış görünüşü alışılmış Türk tipine uymaz. Çoğu Türklerden daha sarışıncaydı ve çıkık elmacıkkemikleri ile çelik mavisi ayrık gözleri vardı. Yapısı ince, hareketleri ölçülüydü. Vücudundan dinlenme halindeyken bile enerji fışkırır; sanki her şeyi gören ve çelişik ruh halleriyle ışıldayan canlı, keskin gözleri bu enerjiyle parıldardı. Bazen düşüncelerini büyük bir açıklıkla anlatır, bazen çok az konuşurdu. İçindeki gerilim arada bir hırçın bir öfke halinde patlak verir, arkasından nazik ve sevimli bir ifade içinde yatışırdı. Dış görünüşünden övünç duyar, titiz bir zevkle giyinir, kaşlarını kıvırır, ellerinin ve ayaklarının biçimli oluşuyla övünür; hatta çok yakın dostlarının yanında, serinlemek bahanesiyle, bahçedeki havuza yalınayak girmekten çekinmezdi. Halkın alkışlarından kendisine aşırı bir gurur payı çıkarmazdı. Yüklendiği görevi yerine getirmek için bu gösterilere ihtiyacı olduğunu bilir, ama bunları çok kez hafife alır ve pek seyrek kanardı. Dostlarından biri, bir gün halkın hoşuna gidecek bir davranışta bulunmasını söyleyince o küçümsemeyle, “Ben yaptığımı gösteriş için değil, milletimi ve kendimi tatmin için yaparım,” diye karşılık vermişti. Bu iki amaç birbirine uygundu. Atatürk, yurdunu sahip olduğu bütün sevgi gücüyle severdi.


İktidarı, hayal gücünün tutuşturduğu, üstün yaradılışının ve bükülmez iradesinin sürüklediği bir hırsla isterdi: Ama, yalnızca, milletine en yararlı olan şeyi, kendi zihninde tasarlayıp kararlaştırdığı biçimde sağlayabilmek için. Huzursuz bir zihindi bu. Batı uygarlığının, on dokuzuncu yüzyıldan beri Türk liberal düşününü etkilemiş olan ilkeleriyle beslenmişti. Boyuna, başkalarının düşüncelerini alır, kendine uydurur, benimser; ama hiçbir zaman sağduyudan uzaklaşmaz ve teorilere karşı şüpheci davranırdı. Denemeci yöntemle hareket eder, “istenilen amaca doğru adım adım” ilerlemek için yaradılışındaki sabırsızlığı frenlemesini bilirdi. Bu adımları yine de hızlı atar; çok kere düşmanlarına olduğu kadar dostlarına karşı da sert davranarak, liberal amaçlara liberal olmayan yollardan ulaşırdı. Atatürk, zaman zaman insan hayatını önemsememekle beraber, gaddar değildi. İnsanların karakterlerini kavramakta, nasıl davranacaklarını önceden görmekte yanılmaz bir sezgisi vardı. Onlara karşı davranışlarında da esnekti. Ne zaman inandırmak, ne zaman okşamak, ne zaman korkutup emretmek gerektiğini tam olarak kestirmekte büyük bir siyasi incelik gösterirdi. Yaşamaktan ve insanlarla bir arada bulunmaktan zevk alır, söyleşiden hoşlanırdı. Ülkenin yönetimi üzerine kararları sofra başında aldığı olurdu. Sarah Bernhardt’ın erkeksi tonu diyebileceğimiz o berrak, çınlayıcı sesi ve keskin kuruluşlu cümleleriyle her zaman açık açık, çok kere uzun uzun, zaman zaman iğneli ve nükteli şekilde konuşmayı severdi. Uzun yıllar süresince başbakanlık görevinde bulunan İsmet İnönü için bir defasında, “Onun karnında elli tilki birbirini kovalar, ama hiçbiri ötekinin kuyruğunu yakalayamaz,” demişti. Atatürk, çevresindeki hayatı zenginleştiren bir insandı.

Kadınların kendisini beğenmelerinden hoşlanır ve buna açıkça karşılık verirdi. Ölümünü izleyen ruhsal çöküntü döneminde, yerine daha gelenekçi bir insan olan İnönü geçtiği vakit, Atatürk’ün hayranlarından bir kadın, “Türkiye, sevgilisini kaybetti,” demişti. “Şimdi artık uslu uslu kocasıyla oturması gerekecek.” Bu, Türklerin çoğunun paylaştığı bir duyguydu. Sarp dağları, sel gibi akan ırmaklarıyla Makedonya, Osmanlı İmparatorluğu içindeki çeşitli milletlerin bir yandan rastlaşıp karıştıkları, bir yandan da kendilerine özgü farklı yaşayışlarını sürdürdükleri bir yerdi. Buraya, Türklerin, beş yüz yıldan beri Doğulu ve Batılı birçok farklı ırkı bir arada tutmak için uyguladıkları gevşek fakat etkili organizmanın küçük bir örneği denebilirdi. Makedonya, Osmanlıların “Rumeli” diye adlandırdıkları, Bizanslı Rumlarınsa eskiden “Romalıların diyarı” dedikleri Avrupa Türkiyesi’nin tam ortasındaydı. Makedonyalılar, Müslüman, Hıristiyan ya da Musevi; Türk, Yunan, Slav, Ulah ya da Arnavut, hepsi ülkelerinin toprak yapısının ve en soğuktan en sıcağa kadar değişen ikliminin gerektirdiği disiplinle sertleşmiş, sağlam, dayanıklı insanlardı. Batı uygarlığı bunların üzerinde içten ve dıştan yumuşatıcı bir etki yapabilmiş; ama, Makedonyalılar yine, bu birbirine karşıt unsurlardan dolayı, kişisel özgürlüklerine sımsıkı bağlı kalmışlardı. Mustafa Kemal bir Makedonyalıydı. Doğum yeri, vilayetin denize açıldığı kozmopolit bir liman olan Selanik, doğum tarihi ise 1881’di. Hıristiyanların Müslümanlara ve Yunanlılara, Slavların Türklere ve birbirlerine karşı ayaklandıkları, Rumeli’nin tümünü oluşturan çeşitli unsurların birbirinden kopup dağıldıkları bir tedirginlik çağı… Milli duyguları kabarmış olan bu topluluklar, imparatorluktan silkinip kurtulmaya ve ülkeyi Yunanistan, Bulgaristan ve Sırbistan yararına kesip biçmeye çalışıyorlardı. Yayılma isteği peşinde koşan büyük devletler, birbirlerine rakip Rusya ve Avusturya-Macaristan imparatorlukları, bitişik sınırları arkasında entrikalar çeviriyor, uydularını ayaklandırıyor, vakti gelince harekete geçip bölgeyi istila için hazırlık yapıyorlardı. İngiltere toprak kazanmak için değilse bile, daha doğudaki sömürgeleriyle olan ulaşım yollarını koruyabilmek için bir kuvvet dengesi kurmak çabasındaydı. Böylece Mustafa’nın doğduğu sıralarda, bir zamanlar Batı nasıl Doğu’nun önünde dize gelmişse, Doğu da Batı’nın önünde dize geliyor ve Osmanlı İmparatorluğu, gerileyiş ve çöküşüne doğru hızla kayıyordu.

O zamana kadar imparatorluğun karşılaştığı baskı kendi sınırlarının içinden gelmişti. Ama Mustafa’nın doğuşundan dört yıl önce, 1877’de bu baskı dışarıdan kendini gösterdi. Akdeniz’e doğru yayılmak konusundaki Panslavist rüyalarının peşinde koşan Ruslar, sınırı aşarak İstanbul’un dış mahallelerine kadar ilerlediler. Burada onları ancak İngiliz donanması durdurabilmişti. Büyük devletlerin işe karışması sonucu Ayastefanos’ta 1 bir antlaşma imzalandı. Bu, aslında en başta Bulgaristan’ın yararına olarak, Türkiye’nin Avrupa’daki topraklarının parçalara bölünmesi demekti. Ama, bu da, Düveli Muazzama’nın 2 işine gelmedi. İngiltere ile Avusturya, Rusya’nın Avrupa’ya bu kadar yayılmasından telaşa düştüler. 1878’deki Berlin Kongresi’nde, en çok Disraeli’nin etkisi ile karar değiştirildi ve buna karşılık Rusya’ya Doğu’da birtakım haklar tanındı. Böylece Rumeli, yeni bir yaşama hakkı kazanıyordu, ancak temeli çürük bir hak. Çünkü yanı başında komşu olarak daha küçük, ama daha şamatacı bir Bulgaristan ve henüz Osmanlı İmparatorluğu içinde olmasına rağmen her an patlamaya hazır bir Makedonya vardı. ´Mustafa, böylece içeride kargaşalıklar ve dışarıda yabancı tehditler ile kuşatılmış tedirgin bir dünyaya gözlerini açtı. Türk soyundan, küçük bir orta sınıf aileden, Müslüman bir Osmanlı olarak doğmuştu. Makedonyalıların birçoğu gibi kanında bir parçacık Slav ya da Arnavut karışımı olup olmadığı hiçbir kanıta dayanmayan bir varsayımdan öteye geçemez. Ama, büyüdükçe ten rengi ve görünüşü bakımından başkalarına pek benzemediği de aşikârdı.

Zaten bu kadar karışık bir ortamda doğan bir çocuğun, ana babasından daha geride hangi ırklarla ilişkisi olduğunu araştırmak boşunadır. Mustafa’nın babası Ali Rıza Efendi, anası da Zübeyde Hanım’dı. Zübeyde Hanım, Bulgar sınırının ötesindeki Slavlar kadar sarışındı; düzgün, beyaz bir teni, derin ama berrak, açık mavi gözleri vardı. Ailesi Selanik’in batısında, Arnavutluk’a doğru, sert ve çıplak dağların geniş, donuk sulara gömüldüğü göller bölgesinden geliyordu. Burası, Türklerin Makedonya’yı ve Tesalya’yı almalarından sonra Anadolu’nun göbeğinden gelen köylülerin yerleştikleri yerdi. Bu yüzden Zübeyde Hanım, damarlarında ilk göçebe Türk kabilelerinin torunları olan ve hâlâ Toros Dağları’nda özgür yaşamlarını sürdüren sarışın Yörüklerin kanını taşıdığını düşünmekten hoşlanırdı. Mustafa da annesine çekmişti; saçları onun gibi sarı, gözleri onun gibi maviydi. Annesinin, üzerindeki etkisi büyük oldu. Mustafa bu etkiye zaman zaman saygıyla, zaman zaman da başkaldırarak karşılık verdi. Bir halk kadını olan ve bundan başka türlü görünmek de istemeyen Zübeyde Hanım güçlü bir iradeye ve sağlam bir köylü güzelliğine sahipti. Doğuştan akıllı bir kadındı, yalnız yeteri kadar eğitim görmemiş, okuma yazmayı ancak öğrenebilmişti.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir