Lord Kinross – Osmanlı İmparatorluğun Yükselişi ve Çöküşü

Göçer dalgaları yüzyıllar boyunca yüksek Avrasya bozkırlarından batıya, Çin sınırlarından başlayarak Türkistan üzerinden daha ötelere doğru aralıksız aktı durdu. Kırsal kesimlerde çadırlarda yaşayan, hayvancılıkla uğraşan, besin ve giyim kaynağı olan sürülerini beraberlerinde taşıyan bu insanlar dönem dönem mevsimlik meralara doğru yer değiştiriyorlar; daha verimli bölgeler bulmak veya kendilerini izleyen akraba göçerlerin baskısından kaçmak için sürekli ilerliyorlar; bazen sürülerinden elde ettikleri ürünleri kentlilerle çiftçilerin ürünleriyle takas ediyorlar; daha seyrek olarak kendileri de sulak bir vahaya yerleşip çiftçilik yaşamını benimsiyorlardı. Kırsal yaşamlarına devam etmek için doğaya karşı aralıksız bir savaş sürdürmek zorunda olan düzensiz akraba kabilelerinden oluşan bu bozkır göçebeleri kendi özel enerjilerini, hünerlerini, geleneklerini ve âdetlerini geliştirdiler. Sonradan Türk adıyla anılacak olan güçlü bir halk da aralarında yaygın şekilde yer alıyordu. Çinlilerle diğer komşuları için onlar Tu-Kueh’ler ya da Dürkö’lerdi. Bu savaşçı ırk, adını (söylendiğine göre) bölgelerindeki miğfer biçiminde bir tepeden almıştı. Erken dönemlerde Hunlarla özdeşleştirilen Türkler, Moğollarla ve sonradan Finler, Macarlar olarak bilinecek halklarla akrabaydılar. MS altıncı yüzyılda kendilerine benzer bir ulusu fethederek sonradan Moğolistan olarak bilinecek bir ülkeye egemen oldular. Buradan itibaren bozkırın kuzeyine, güneyine ve batısına doğru uzanan geniş bir alana yayılarak şimdiye kadar bilinenlerin en büyüğü olan bir göçebe imparatorluğu kurdular. Yayıldıkça bütünlüklerini yitirmekle beraber, belirgin bir ırk ve dil özelliğini korudular. Ortak kimlik duyguları o kadar kuvvetliydi ki Şamanist inançları uyarınca toprağa, havaya, ateşe ve suya taparken bu doğa öğelerinden Türk olarak söz ediyorlardı. Çok geçmeden gelişerek basit kırsal barbarlığı geride bırakan bu Türkler, kendi ataerkil klan toplumlarının sınırları içinde sıradan aşiret reislerinden daha fazlası olan hükümdarlarla ve egemenlikleri altındaki vassal kabilelerle kendilerine ait bir uygarlık kurdular. Oğuz adıyla bilinen boylar efsanevi bir bozkurt rehberliğinde ve batıya doğru yol alarak sekizinci yüzyıl başlarında Maveraünnehir’deki Semerkant’a ulaştılar. Bu boya ait Selçuk Kabilesi Orta Asya’nın batısına egemen oldu. Yayılmacı bir politika izleyen yeni bir ırk olan, İslam Halifeliği’nin Arapları da, aynı tarihlerde Arabistan’dan kuzeye ve batıya doğru yayılarak Pers İmparatorluğu’nu fethetmişlerdi.


Türk kuvvetleri önlerinde dağıldılar, ama iki ulus arasındaki ticaret ve kültür ilişkileri sürdü. Kervan yolları boyunca temel tarım ve hayvancılık ürünlerinin ticaretini yaparak bundan iki yanlı olarak yararlandılar. Dahası, Türkler, dokuzuncu yüzyıldan itibaren putperestlik inançlarına sırt çevirmeye ve İslamiyeti benimsemeye başladılar. Araplar, Türklerin savaşçı özelliklerini kısa zamanda fark etti. Göçebe yaşam biçimi Türklerde direnç, özdisiplin ve öngörü gibi ahlaksal değerlerden başka, savaşçı ruhu, hareketlilik, binicilik hüneri ve at üstündeki nişancılık alanında olağanüstü bir beceri gibi özellikler geliştirmişti. Abbasi halifelerinin orduları böylece Türkleri de saflarına katmaya başladı. Müslümanlığı benimseyen bu insanlar her ne kadar üstün dereceli kölelik statüsünde iseler de, terfi yoluyla yükselme olanağına sahiptiler. Sonuç olarak dokuzuncu yüzyıl sonlarında Arap-İslam İmparatorluğu’ndaki çoğu askeri komuta ve birçok idari konum Müslüman Türklerin elindeydi. On birinci yüzyılda imparatorluğun yıldızı sönmeye başlarken Selçuk hanedanı kendine ait bir imparatorlukla boşluğu doldurdu. Abbasi halifelerinin geleneklerine dayanan ve diğer Türk-İslam beyliklerini özümseyen bu İslam devleti, ok ve yayı hükümranlığının simgesi olarak kabul ederek İran’ı, Mezopotamya’yı ve Suriye’yi hâkimiyeti altına aldı. Bozkırların göçer halkı böylece yerleşik bir düzene geçmiş oldu. Selçuklu Türkleri, Hunlar, Moğollar ve kısa ömürlü Avarlar gibi tarihteki diğer göçer halklardan farklı olarak yerleşik yaşamın sorunlarıyla başa çıkarak kalıcı ve üretici olmayı başardılar. Kendi gelenekleriyle göreneklerini yerleşik bir uygarlığın amaçlarına uydurdukları gibi, yapıcı bir devlet yönetimine sahip imparatorluk kurucuları olarak ortaya çıktılar ve İslam dünyası yeni bir toplumsal, ekonomik, dinsel ve entelektüel gelişim sürecine girerken tarihe olumlu bir katkıda bulundular. Bozkırların bu savaşçı ve çoban kökenli göçebeleri kentli-yönetici, tacir, yapımcı, arazi sahibi, çiftçi, yol, kervansaray, cami, okul ve hastane yapımcıları oldular. Perslerle Arapların onlardan önce yaptıkları gibi bilimi, felsefeyi, edebiyatı, güzel sanatları geliştirdiler ve teşvik ettiler.

Bununla birlikte, göçer olarak yaylalarda dolaşan kalabalık ve hemen hemen özerk bazı Türk toplulukları Selçuklu Devleti’nin yerleşik ve merkezileşmiş yaşamının dışında kalmıştı. Şamanizmden vazgeçmemiş diğer çoban topluluklarıyla birleşmiş haldeki savaşçı gruplar, başlangıçta Selçuklu savaş kuvvetlerinin dayanağı olmuşlardı. Oysa şimdi yerleşiklerin eyaletlerine baskınlar yapıyor ve kural tanımaz, çapulcu karakterleriyle merkezi hükümeti uğraştırıyorlardı. Devletten ayrı, kendilerine ait bir kültür ve karşıt görüş sahibi bir toplum oluşturarak kolektif biçimde Türkmen adını aldılar. Bu ismin sadece Türkmenlerin Müslüman üyeleri için kullanıldığını belirtelim. Daha önceki bir halk hareketinin ürünleri olan “dinin kutsal savaşçıları” Gaziler bunların arasında başı çekiyordu. Gönüllüler, çok kere serseriler, kaçaklar, hoşnutsuzlar ve karınlarını doyurmanın peşindeki işsizler gibi karışık bir kalabalığın arasından toplanan bu kişilere verilen görev “kâfirlere” karşı savaşmaktı, asıl amaçları ise yağmaydı. Geleneksel olarak yaya savaşçılar olarak savaşırlar, İslamın sınırlarının ötelerine akınlar yaparlardı. On birinci yüzyılda batıda, Küçük Asya’da Selçuklu ve Bizans imparatorlukları arasındaki oynak sınırlarda faaliyet gösteriyorlardı. Buralarda Akritai namındaki Yunan sınır savaşçıları ve akıncılarıyla karşılaştılar. Bunların savaş gelenekleri ve herhangi bir merkezi otoriteden yalıtılmışlıkları o dereceydi ki çoğu kez herkese neredeyse askerlik arkadaşları gibi gözüküyorlardı. Diğer Türkmen öğelerinin eğilimi de Bizans savunmalarının zayıfladığı bir dönemde sınırlarını yeni sömürü alanları peşinde genişletmek ve sınır ötesindeki akınlarda Gazilere katılmaktı. Tarafsızlığıyla Suriye yönünü güven altında tutan Bizans İmparatorluğu’yla savaşmak, güneyde bir İslam İmparatorluğu’nun fethine kararlı Selçuklu sultanlarının politikasının parçası değildi. Savaşçı Gazilerle çapulcu Türkmen kuvvetlerinin ortak gücü nedeniyle bir emrivaki olarak bu harekete katıldılar. Selçuklu Hükümeti bu duruma saygı göstermek ve eğer mümkünse bundan çıkar sağlamak durumundaydı.

Selçuklu Sultanı Tuğrul böylece kutsal savaşçıları, Bizans’ın asi bir eyaleti olan Hıristiyan Ermenistan Devleti’ne karşı peş peşe savaştırmakla Müslüman eyaletlerini yağmalamaktan alıkoydu. Bu savaşçıların savaştaki başarılarını, kapsamı ve cüretkârlığı artan akınları izledi. Böylece, doğudan Orta Anadolu’ya, hatta Ege kıyılarına kadar sızabildiler. Bizans İmparatoru IV. Romanus Diogenes giderek zayıf düşen ülkesine yapılan bu akınlara misillemede bulunma mecburiyetini hissetti. Ermenistan üzerinde tekrar hâkimiyetini kurmak amacıyla büyük ölçüde yabancı paralı askerlerden oluşan karışık bir orduyla Türklerin üzerine yürüdü. 1071’deki Malazgirt (Manzikert) tarihi sınır savaşı imparatorun yenilgisi ve Selçuklu Sultanı Alpaslan’a (Yiğit Aslan) esir düşmesiyle sonuçlandı. Yunanlılar tarafından “korkunç gün” diye sonsuza dek hatırlanacak bu savaş, iki imparatorlukla iki dinin tarihi karşılaşmasıydı ve Türklere temelli olarak Küçük Asya’nın yolunu açacaktı. Malazgirt Savaşı gelecekte daha ilerilerinin fethinin çok ciddi işaretlerini taşıyordu. Ancak şimdilik fethedilen toprakların durumunda ani bir değişiklik içermiyordu. Çünkü Selçuklu Devleti’nin muvazzaf kuvvetlerinden çok savaşçı milisler tarafından kazanılmış bir zaferdi. İvedi sonucu Gazilerin karışık sınır bölgesi uygarlığının Küçük Asya’nın doğusundan Küçük Asya’nın ortasına uzamasıydı. Türkmen göçerler şimdi onların arkasında sınır engeliyle karşılaşmadan yeni ülkelere yayılıyorlardı. Onlarınkisi, fethedenle edilenin ortak ve Türkleri tamamen yabancı olarak görmeyen Anadolulularla Ermeniler tarafından da paylaşılan bir yaşam biçimi ve kültürdü. Paul Wittek bu konuda şöyle yazar: “Sadece Bizans cilası kaybolmuş, yerini İslamiyet almıştı.

Yerel alt tabaka ayakta kalmıştı.” Öte yandan gözünü hâlâ İslam dünyasına dikmiş olan Selçuklu Devleti, Bizans’ın bir bölümünün fethini zorlamakta acele etmiyordu. Yöneticileri tutsak imparatoru salıverdikten sonra fethedilen bölgeleri Süleyman adında bir Selçuklu beyinin işgalinde bırakmakla yetindiler. Öte yandan, on birinci yüzyılın sonlarına doğru Birinci Haçlı Seferi Küçük Asya’yı hedef alarak İslam ve Hıristiyan dünyaları arasında akışkan bir sınır yarattı. Selçuklular ancak on ikinci yüzyılın ortalarında eski İslam dünyasına sırt çevirerek Küçük Asya’da kendi sultanlar hanedanı olan sağlam temeller üzerindeki bir devlet kurdular ve Orta Anadolu’yu Konya kentindeki başkentlerinden yönetmeye giriştiler. Hanedanları diğer İslam devletleri arasında Rum Sultanlığı olarak tanındı. Arap dilinde “Roma” imparatorluğunun bu son kalıntısına miras yoluyla konacağını farz eden “Roma Sezarları”ydılar. Bizans Hıristiyanları Malazgirt’ten bir yüz yıl sonraki Miryakefelon (Myriokephalon) Savaşı’ndan sonra Batı Anadolu’da üzerinde anlaşmaya varılmış bir sınırın ya da “sınır bölgesi”nin arkasında güçlü bir Selçuklu Devleti’yle barışçıl ilişkiler içinde hüküm sürmeye devam ettiler. Böylece, İslam dünyasında Büyük İran Selçukluları geçmişleri sayesinde prestij kazanan Anadolu Selçukluları güçlü ve zengin bir devlet oldular ve on üçüncü yüzyılın ilk yarısında güçlerinin doruğuna ulaştılar. Ama bu uzun sürmeyecekti. Çünkü şimdi yeni ve daha güçlü bir göçer akını üzerlerine boşanmıştı; gelenler akrabaları Moğollardı. Kendilerinden önce Türklerin de yaptıkları gibi Avrasya bozkırlarına boşandılar; kuzeyde Rusya’ya, doğuda Çin’e aktılar, batıda da Asya’yı aşarak İslam dünyasını sardılar. Onlarınki, yüzyılın başlarında Cengiz Han tarafından başlatılan, şimdi de vârisleri tarafından sürdürülen bir istilaydı. Türk göçerleri önleri sıra sürüldüler, ta ki yeni Türkmen kavimleri Küçük Asya’ya akarak Anadolu Selçuklu Devleti’ni boydan boya güvensizliğe düşürene dek. Bu kavimlerin ardı sıra vahşi bir hamleyle Moğol orduları geliyordu.

1243’de o zamana kadar yenilmemiş olan, üstelik Bizans askerleri ve normal paralı askerler tarafından desteklenmiş Selçuklu Ordusu’nu Sivas’la Erzincan arasındaki Kösedağ’da bozguna uğrattılar ve ülke topraklarıyla kentlerinin istedikleri kadarını işgal ettiler. Küçük Asya tarihi bir günün içinde değişmişti. Büyük İran Selçukluları gibi, Anadolu Selçuklularının da iktidarı artık yok olmuştu. Konya’daki Selçuklu sultanları Hülagu’nun kumandasındaki bir Moğol Devleti’nin uyrukları oldular. Ancak diğer göçer ulusların yerleşik bir toplum üzerindeki hükümranlığı gibi, Moğolların iktidarı da geçici oldu ve Küçük Asya’da sadece bir kuşak boyunca sürdü. Ne var ki onları izleyen iktidar Selçuklularınki olmayacaktı. Küçük Asya’nın yönetim modeli bu arada herhangi bir merkezi otoriteden bağımsız eski sınır bölgesi uygarlığına dönüş yapmıştı. Yaya savaşçılar bir kez daha yürüyüşe geçmişlerdi. Bizans sınır bölgesinde hiçbir engelle karşılaşmadan kentleri yağmalıyor, hatta zapt ediyorlardı. Çok geçmeden yalnızca eskisi gibi Türkmen aşiretleri değil, aynı zamanda eski Selçuklu Devleti’nden mülteci kafileleri, hatta “kutsal kişiler”, Türkistan’la İran’dan kaçan ve Türklerin “kâfirlere” karşı savaş heveslerini hortlatan farklı mezheplerden şeyhlerle dervişler de onlara katıldılar. Güç şimdi bu Gazilerin elindeydi. Bizans savunmalarındaki zayıflamadan yararlanarak ve eskisi gibi bağnazlıktan başka toprak ve yağma gereksinmeleri tarafından güdülerek bölünmüş ve güvensiz bir Yunan Hükümeti tarafından ihmale uğramış, “kardeş düşmanlar” Akritailerin fazla bir direnişiyle karşılaşmayarak ve hemen hemen hiç engel görmeden Küçük Asya’nın batısına aktılar. 1300 yılında buradaki eyaletlerin çoğu Bizans’ın elinden çıkmıştı. Aralarında savaşan aşiret reisleri yaklaşık on yerleşik Gazi Beyliği’nin başbuğu oldular. Bunlardan biri olan Osman’ın beyliğinin kaderinde büyüyüp büyük bir dünya gücü, Osmanlı İmparatorluğu olmak vardı.

Bizans İmparatorluğu’nun çöküşünün bıraktığı boşluğu dolduracak ve aynı hanedanın önderliğinde altı yüz yıldan uzun bir zaman sürecekti.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir