Alper Caniguz – Tatli Ruyalar

HAYATIMI SATIYORUM! 25 yaşında, iyi eğitimli, iki yabancı dil bilen sağlıklı genç, geri kalanını temin edebilmek amacıyla hayatının bir bölümünü satıyor. İlgilenenler aşağıdaki telefon numarasına başvurarak randevu alabilir. Hector, Pazar sabahı kahvaltısına renk katan bu dâhiyane “ne iş olsa yaparım” ilanını veren kişiyle tanışmak için kalan çayını bir yudumda bitirip heyecanla telefona sarıldı. Tam aradığım adam diye düşünürken karşı taraftan ince bir ses duydu. “Alo?” Acaba satıcı bir kadın mıydı? “Ben gazetedeki satılık hayat ilanınız için aramıştım,” dedi nezaketle. “Evet?” “Evet, ne?” Beş on saniyelik rahatsız edici bir sessizliğin ardından Hector konuşmaya devam etmesi gerekenin kendisi olduğuna karar verdi. “Hayatını satan kişi siz misiniz?” “Hayır.” Hector’un sinirleri bozulmaya başlamıştı. “Peki kim?” “Üzgünüm, bu konuda size bilgi veremem.” “Bana bakın,” diye çıkıştı Hector. “Oralarda hayatını satan biri var mı yok mu? Varsa işte size yağlı bir müşteri… Daha ne istiyorsunuz?” Birden bir televizyon ya da radyo kanalının o iğrenç şakalarından biriyle karşı karşıya olabileceği aklından geçti. Tam kapatmak üzereyken karşı taraftaki konuştu. “Ne yapmanız gerektiği gazetedeki ilanımızda yazılı.” Hector sersemlemiş bir halde ne yapması gerektiğini düşündü ama aklı duruvermişti sanki. “Ran-de-vu,” dedi beriki.


“Bir randevu almanız gerekiyor… Alo? Hâlâ orada mısınız?” “Pekâlâ, bir randevu istiyorum,” diye geveledi Hector. “Adınız nedir?” “Ö-hm, Berlioz… Hector Berlioz.” “Siz dalga mı geçiyorsunuz benimle?” “Hayır. Niçin sizinle dalga geçeyim?” diye kıvrandı Hector. “Ben bir Fransız vatandaşıyım ve adım Hector Berlioz. Büyük bir müzisyenin adını taşımak suç mu yani? Bir Türk olsaydım ve adım Şekip Ayhan Özışık deseydim bana inanmayacak mıydınız?” “Tabii ki hayır.” Hector’un içinden telefonu kadının suratına kapatmak geliyordu ama bu küstah sekreter bozuntusu karşısında yenilgiyi bu kadar kolay kabullenemezdi. “Tamam, Şekip Ayhan Özışık biraz tuhaf bir isim. Ama ne bileyim…” “Tuhaf olan sizsiniz.” “Neler söylüyorsunuz siz!” diye bağırdı Hector. “Gazeteye verdiğiniz ilanı bir okuyun. Et alors, diğerlerini de okuyun… Sıradan insanlar ev, araba satar ya da iş arar. Sizse hayat satıyorsunuz. Öyle bir ilana tuhaf insanların başvurması son derece normal değil mi?” “Tamam,” diye iç geçirdi kadın. “Ama sakın beni o lafınızın arasına sıkıştırdığınız Fransızca iki kelimenin ikna ettiğini sanmayın.

O kadar aptal değilim ben. Sadece söylediğiniz mantıklı geldi. Size randevu vereceğim.” Hector buna sevinmesi mi üzülmesi mi gerektiğini bilemedi. “Merci,” diye mırıldandı. “Sakın bir kelime daha Fransızca konuşmayın yoksa fikrimi değiştireceğim. Bugün öğleden sonra saat üçte burada olun. Adresi veriyorum. Yazıyor musunuz?.” * * * Hector saat iki sularında Cihangir’deki evinden çıkıp üç buçuğa doğru Kartal’daki adrese ulaştı. Burası bir apartmanın arka bahçesine inşa edilmiş yıkık dökük bir müştemilattı. Derin bir soluk alıp müştemilata yaklaştı. Kapının açık olduğunu fark etti. Zile bastı ama herhangi bir yanıt alamadı. Birkaç kez daha denediyse de sonuç değişmedi.

Hafifçe kapıyı iteledi. Dar bir antre ve karşıda mutfak göze çarpıyordu. “Merhaba,” diye seslenerek içeriye doğru ürkek bir adım attı. Antrenin iki tarafında kapıları kapalı iki oda bulunuyordu. Hector varlığını hissettirmek için hafifçe öksürmeye hazırlanırken birden sağ tarafındaki kapı açıldı ve ortadan biraz uzun boylu, yapılı denebilecek, ince bir bıyığı ve sakalları olan, esmer bir adamla burun buruna geldi. Adam delici ve öfkeli bakışlarını Hector’un gözlerine dikti. Hector bayağı korkmuştu. Bir şeyler söylemesi gerektiğini biliyor ama konuşamıyordu. “Nerede kaldın sen bakayım?” diye gürledi esmer adam. Hector’un alnında boncuk boncuk terler birikmişti. “Şey, ben bu semte ilk kez geliyorum da… Adresi bulmakta güçlük çektim,” diye geveledi. Adamın inanmaz gözlerle hâlâ onu parçalayacakmış gibi bakmayı sürdürdüğünü görünce kupkuru olmuş dudaklarını ıslatıp yutkunduktan sonra ekledi: “Bir de… Sekreteriniz sokağın adını vermemiş…” “Sekreterim mi? Sen bisiklet tamircisinin çırağı değil misin?” “Non. Ben gazetedeki ilan için…” “A- özür dilerim. Bay Schubert, değil mi? Yoksa Monsieur Schubert mi demeliyim?” “Berlioz,” dedi Hector derin bir soluk alarak. “Bana Hector diyebilirsiniz.

” “Evet. Sekreterim bana sizin geleceğinizi bildirmişti ama öyle dalgınım ki… Üstelik sabahtan beri bisikletçinin çırağını bekliyorum. Lütfen içeri buyurun.” Hector cebinden çıkardığı mendille alnındaki teri silerek az önce adamın çıktığı kapıya doğru ilerledi. Demek buralarda bisiklet tamircisi çıraklarının otuz beş yaşlarında olması, beyaz keten takım elbiseler giymesi ve Avrupa’daki modaya uygun açık renk camlı güneş gözlükleri takması beklenebiliyordu. Acaba Kartal denen semt Alacakaranlık Kuşağı’nda mıydı? Tam içeri adım atacağı sırada esmer adam kolunu kirişe dayayarak onu durdurdu. “Ayakkabılarınızı çıkarmıyor musunuz?” “Özür dilerim,” diye eğildi Hector. Yanağı adamın pantolonuna değiyordu. Beriki ayaklarına kapanmış gibi duran Hector’a şöyle bir baktı. “İsterseniz ayakkabılarınızla da girebilirsiniz. Ben sadece tercihinizden emin olmanızı istedim. Ayakkabıyla girmenizde bence hiçbir sakınca yok.” Hector bu eve geldiği için kendine lanetler okumaya başlamıştı bile. Ne var ki, o anda oradan ayrılıp gitmek kendine duyduğu saygıyı sıfıra indirecekti; aynı, ayakkabılarını yeniden giymeye çalışmak gibi. Çıplak ayaklarıyla tahta döşemeli odaya girdi.

İçerisi derli toplu ama yoksul bir ev havasındaydı. Apartmanın arka kısmına ve bahçeye bakan tek pencerenin önünde küçük bir masa, masanın çevresinde iki sandalye, yerde bir döşek ve karşısında da böyle bir evde bulunması hiç beklenmeyecek hayli gelişmiş bir müzik seti vardı. Hava hayli sıcak olmasına rağmen ev çok serin ve rutubetliydi. Ev sahibi Hector’un arkasından odaya girip düşmüş kapıyı omuzlayarak kapattı. Sonra sırıtarak Hector’a döndü. “Böylece daha rahat konuşabiliriz.” “Siz benim adımı biliyorsunuz ama henüz ben sizinkini öğrenemedim,” dedi Hector Fransızlara yakışır bir nezaketle. Karşısındakinin suratındaki ifade Hector’a, “İstesem hâlâ da söylemem,” der gibi geldiyse de genç adam kararlı bir tavırla elini uzattı. “Hamit Alemdar.” El sıkışırlarken Hamit diğer eliyle onu masanın kenarındaki sandalyelerden birine buyur etti. Sonra müzik setinin uzaktan kumandasını eline aldı. “Dilerseniz konuşurken müzik dinleyebiliriz. Ben Klasik Batı Müziği’nden çok hoşlanırım. Siz gelmeden önce de Bitmeyen Senfoni’nin CD’sini koymuştum. Malum o zaman sizi Schubert sanıyordum.

Ama isterseniz Berlioz da var…” “Yo, yo… Bitmeyen Senfoni’yi ben de severim. Adım Berlioz diye sadece Berlioz dinleyecek değilim ya! Bu biraz tuhaf olurdu, değil mi?” “Belki de,” diye omuz silkti Hamit “İçecek bir şey ister misiniz?” “Soğuk bir şeyler varsa sevinirim.” Hamit odaya elinde iki bardak limonlu ve buzlu kolayla girip masanın diğer yanındaki sandalyeye oturdu. “Sekreterinizi kovmakla iyi etmişsiniz,” dedi Hector temkinli bir şekilde gülümseyerek. “Herhalde ilanınıza başvuranlardan biriyle konuşmasını duydunuz.” Hamit onun imasını anladığını belirtecek kadar gülümsemekle yetindi ama bu konuda herhangi bir yorum yapmadı. Eğilip masanın kenarında duran ince çantadan siyah kaplı bir defter ve bir kalem çıkardıktan sonra Hector’a döndü. “Evet Bay Berlioz, lütfen bana biraz kendiniz hakkında bilgi verin.” “Ben mi size kendim hakkında bilgi vereceğim?” “İsterseniz ansiklopediden bakayım,” dedi Hamit buz gibi bir sesle. “Hayır onu demek istemedim… Yani bu biraz garip bir durum. Ben şu anda işveren durumundayım. Ve sanki bu işin normali, benim size soru sormam.” “Telefonda sekreterimle konuşurken, pek de normal bir durumla karşı karşıya olmadığımızı kendiniz de itiraf etmediniz mi?” “Öyle ama…” “Bakın,” diye onun sözünü kesti Hamit, “buraya gelip hayatımı satın almak istediğinizi söylüyorsunuz; en azından bir bölümünü. Hayatımı kimin ellerine teslim edeceğimi bilmek istemem çok doğal değil mi? Elbette nasıl bir hayat satın alacağınızı bilmek de sizin hakkınız, bunu biliyorum. Ama soru sorma sırası size de gelecek.

Sizden biraz daha sabretmenizi ve bana anlayış göstermenizi rica ediyorum.” Hector yine ağzının kuruduğunu hissetti. Kolasından bir yudum alıp sinirli bir şekilde sağına soluna bakındı. “Pekâlâ,” diye mırıldandı. “Ne bilmek istiyorsunuz?” “Size önemli gözüken şeyleri. Ben ilişkilerime karşımdakine tam bir güven duyarak başlamayı tercih ederim. Karşımdaki güvenilmez biri olduğunu gösterene kadar da böyle devam ederim. Her seferinde hayal kırıklığına uğramışsam da ahlâken bunun böyle olması gerektiğine inanıyorum.” Hamit’in kendi hakkında bir şeyler söylemesi Hector’u biraz rahatlatmıştı. “Otuz üç yaşındayım,” diye söze başladı. “Fransa’nın şirin bir kenti olan Cannes’da doğmuşum. Babamın işi gereği on üç yaşıma kadar dünyanın pek çok farklı yerinde bir sürü şehir gezdim. Babamın vampir ısırığından ölmesi üzerine annemle birlikte –ki rahmetli sanırım bu yüzden Amerikan sinemasından nefret ederdi– Paris’te küçük bir eve taşındık. Annem güzelliğini iyice yitirmeden çok çalışıp para biriktirmesi gerektiğine inanıyordu ve tabii ki en rahat müşteri bulabileceği yer de Paris’ti. Neyse… Ben Tokat’ta askerliğimi yaparken…” “Siz neler söylüyorsunuz?” “Tokat diyorum.

Tokat Üçüncü Topçu Taburu, İkinci Bölük Topçu Onbaşı Hector Berlioz!” “Şimdi ya kendimi çimdikleyeceğim ya sizi!” Askerlik günlerini düşünürken General Patton’u bile kıskandıracak vakur bir ifade takınan Hector bu söz üzerine silkinip kendine geldi. “Nasıl?. Ah, evet biraz karışık anlattım, değil mi? Pekâlâ bir kez daha deneyeyim.” “Ve lütfen bu kez tımarhaneden çıkmak için doktorunu ruh hastası olmadığına ikna etmek zorundaki bir insanın hassasiyetiyle anlatın her şeyi.” Hector boğazını temizleyip parmaklarını alnında iyice seyrekleşmiş saçlarının arasından geçirerek aklını toplamaya çalıştı. Nedense çok heyecanlanmış gibi görünüyordu. “Benim annemin adı Perihan,” diye başladı söze. Sonra açıklayıcı bir tavırla ekledi: “Yani bir Türk.” “İyi gidiyorsunuz. Lütfen devam edin,” diye onu cesaretlendirdi Hamit. “Annem küçük bir kentte yaşayan orta sınıf bir ailenin on bir çocuğunun en küçüğüymüş. Çok güzel bir kız olduğu için on iki yaşından itibaren onu istemeye başlamışlar. Ama o sadece güzel değil akıllıymış da… Babasının –yani benim büyükbabamın– kendisine duyduğu zaaftan da yararlanarak liseyi bitirene kadar okumayı başarmış. Ne var ki, ailesini daha fazla oyalamasının olanaksızlığını ve artık ne yaparsa yapsın onu evlendireceklerini biliyormuş. Bu yüzden, yaşıtları artist olmak için İstanbul’a kaçarken, her zaman büyük düşünen bir kadın olduğu için o Cannes’a kaçmış.

Amacı oradaki film festivali sırasında yapımcılar tarafından keşfedilmekmiş…” Hector başını iki yana sallayarak kolasından bir yudum aldı. “Sevgili anneciğim umduğu gibi bir aktris olamamış ama bir prodüktörle, yani babamla –ki o bir Fransız idi– tanışmış. İki genç arasındaki ilişki… Gerçi babam annemden tam yirmi yedi yaş daha büyükmüş ama kırk beş yaşında birine genç denebilir, değil mi?” “Sanırım anladım,” dedi Hamit sabırsızca. “İkisi evlenmişler ve siz doğmuşsunuz. Babanızın mesleği de neden birçok şehir gezdiğinizi açıklıyor. Babanızın ölümüne gelelim.” “Evet bu çok hazin bir öyküdür. Babam Amerikan Fransız ortak yapımı bir korku filminin yapımcılığını üstlenmişti. Annem bu işten hiç hoşlanmıyordu. Oldum olası vampirlerden nefret ederdi. Ama babam annemin endişelerine gülüp geçiyordu. Ancak sanırım onun hatırı için film setine bir diş sarımsakla gitmeyi kabul etmişti. Sarımsağın kokusu film setindekileri çok huzursuz ediyormuş, bilhassa da vampirleri… Şımarık Amerikalı aktörlerden biri –yani bir vampir– babama annemin bir salak olduğunu, babamın da, onun aklına uyduğu için ondan da salak olduğunu söylemiş. Gerçek bir şövalye ruhuna sahip olan babam adamı mendiliyle tokatlayarak düelloya davet etmiş. Ama mendil gözüne girip de fena halde canını yakınca adam zıvanadan çıkmış ve kocaman dişleriyle babamı tam buradan ısırmış…” Hector tir tir titreyen elleriyle boynundaki bir parmak şişmiş atardamarı işaret ediyordu.

“Lütfen biraz sakinleşin ve kolanızı için,” dedi Hamit onun bayılmasından endişelenerek. “Hatta isterseniz biraz uzanıp dinlenin, sonra devam ederiz.” Hector kolasını kafasına dikerken eliyle buna gerek duymadığını belirtecek bir hareket yaptı. “Ben iyiyim. Şimdiye kadar bu anılar yüzünden yeterince acı çektim zaten…” Boşalmış bardağa parmağını sokup dipteki limon dilimine ulaşmaya çalıştı, başaramayınca bardağı çevirdi. Limon birkaç damla kolayla birlikte pantolonuna düştü. Hector limonu alıp ağzına attıktan sonra konuşmayı sürdürdü. “Bildiğiniz gibi sanatçılığa hevesli pek çok kişi şansını denemek için Paris’e gider. Bunların yarısından çoğunu da ressam adayları oluşturur. Elinde güzelliğinden ve aklından başka hiçbir şeyi bulunmayan anneciğim de –nur içinde yatsın– bu ressamlara modellik yapmak için Paris’e yerleşti.” Birden Hector’un yüzü aydınlandı. Başını pencereye çevirdi. “Gerçekten müthiş bir kadındı o. Yıllarca evimizi sadece bu işi yaparak geçindirdi. Üstelik tüm o sanatçı bozuntularının ne kadar meteliksiz olduğunu düşünürseniz onun başarısını daha iyi takdir edebilirsiniz.

” “Peki sizin Türkiye’ye gelişiniz nasıl oldu ve Türkçeyi nasıl bu kadar iyi öğrendiniz? Bunu kısaca anlatırsanız sevinirim.” Hamit bu son cümleyi özellikle vurgulamıştı. Başta ağzından zorla laf çıkan bu adam artık hayatının her ayrıntısını anlatmaya hevesli gözüküyordu. “Anneciğim benimle evde hep Türkçe konuşurdu. Pek çok Türkçe kitap okudum. Sait Faik’e bayılırım. Hatta hayatımın bir döneminde onun bütün eserlerini Fransızca’ya kazandırmak istiyorum. Her neyse… Annem birkaç ay önce hayata gözlerini yumdu. Ancak ölüm döşeğinde bana çok önemli bazı şeyler söyledi. Benim hemen Türkiye’ye gelmemi gerektiren şeyler… Ama şu anda bunları size anlatamam.” Hamit hiç önemi yok der gibisinden bir hareket yaptı. “Zaten annemin ülkesini çocukluğumdan beri çok merak ediyordum. Türkiye’yi o kadar çok hayal ettim ki. Burgaz Ada’yı, Anadolu’yu… Özellikle de, Van Gölü’nü. Sait Faik’in Van Gölü’nü anlattığı harika bir öyküsü vardır, bilir misiniz? Van Gölü’nde geceleri görünmeyen süvarilerin adarını doludizgin sürdüğünü, peri kızlarının yıkandığını anlatır.

Ya da ben böyle hatırlıyorum. Zaten ikisi de aynı şey sayılır değil mi? Her neyse… Maalesef orayı henüz göremedim. Kim bilir, belki ileride bir gün Burgaz Ada’ya ya da Van Gölü’nün kıyısında bir yere yerleşir Sait Faik’in öykülerini çeviririm. Ama yine konuyu dağıttım, değil mi?” Hector’un gözleri dolmuştu ama o bunun farkında bile değildi. Herhalde bunda acıklı anıları kadar Bitmeyen Senfoni’nin hüzünlü melodisinin de etkisi vardı. “Sizi üzdüğüm için özür dilerim,” dedi Hamit sıkıntılı bir sesle. “Artık bana bir şey anlatmak zorunda değilsiniz.” “Hayır, size anlatmak istiyorum,” dedi Hector. “Anlayacağınız, annemin ülkesini görmeyi zaten çok istiyordum ve ben de hemen kararımı verdim. Çifte vatandaş olduğum için hemen buraya gelip askerlik başvurumu yaptım. Doğrusu çok eğlenceliydi…” “Hiç zorluk çekmediniz mi?” “Biraz çektim, tabii. Örneğin acemiliğimin ilk haftasında büyük bir hata yaptım. Ordunun yemekleri tam bir felaketti. Herkes böyle düşünüyor ama kimse ses çıkarmıyordu ve ben de buna bir anlam veremiyordum. Nihayet bir gün, tabağımı alıp doğruca nöbetçi subayın yemek yediği masaya gittim.

Tabağı subayın önüne çarptım. Sonra da şöyle dedim: Biz bu yemekler için para veriyoruz! Sanırım çok şaşırmıştı. Meslek hayatı boyunca ilk kez böyle bir şeyle karşılaştığı belliydi. Arkadaşlarımın söylediğine göre, bu hareketi yapan bir Türk vatandaşı olsa kurşuna bile dizilebilirmiş. Subay ilk şaşkınlığı geçtikten sonra bana şöyle bir baktı ve, ‘Bak canım,’ dedi, ‘sen o parayı bu yemek için değil burada sağ geçirdiğin her gün için veriyorsun.’ Evet, böyle söyledi.” Hamit bu kez gülmemek için kendini güç tutuyordu. Er Hector Berlioz, Türk ordusunun şerefli bir subayına posta koyuyor. “Peki Hector, şimdi ne iş yapıyorsunuz?” “Çevirmenlik ve Fransızca ders vermek gibi işler… Belki çok para kazandırmıyor ama annemden kalan bir miktar param var hâlâ. Yani sizin ücretinizi karşılayabileceğimi umuyorum.” “Son bir soru daha Hector: Niçin hayatımın bir bölümünü satın almak istiyorsunuz?” Hector bir süre sessiz kaldı. Başını kaşıdı. Pencereden dışarı baktı. “Bunu size şimdi söyleyemem,” dedi sonunda. “Pekâlâ,” diye iç geçirdi Hamit.

“Bunu sonraya bırakalım. Gelelim sizin bana sormak istediklerinize… İsterseniz önce kolanızı tazeleyebilirim.” “Hayır, teşekkür ederim. Söyleyin bana, ilanınıza çok başvuru oldu mu?” “Sadece siz ve birkaç serseri.” “Aslında şu anda size sormak istediğim özel bir soru yok. Bana İstanbul’u ve Türkleri çok iyi tanıyan, becerikli, zeki ve güvenilir biri lâzım. Gazeteye verdiğiniz ilana bakılırsa yaratıcı bir insansınız. Şu an için bu kadarı yeterli. Ne kadar güvenilir biri olduğunuzu size soru sorarak anlayamam. Bunu zaman gösterecektir. Yalnız size belirtmek istediğim önemli bir nokta var: İşimiz bitene kadar aynı evde oturmamız çok daha iyi olacak. Bu yüzden bir süreliğine benim evime taşınmanızı rica edeceğim. Merak etmeyin, eşcinsel falan değilim.” “Size karşı olumsuz hisler beslediğimi söyleyemem,” dedi Hamit tereddütlü bir tavırla. “Ama korkarım, benimle birlikte yapmayı düşündüğünüz iş konuşunda bilgi vermezseniz bu teklifinizi kabul edemem.

” “Bu çok gizli ve büyük bir iş,” dedi Hector. “Er geç size her şeyi anlatacağım ama bunun için bana bir süre tanımanız gerekiyor. Başlangıçta –bu süre bir hafta da olabilir bir ay da– sadece sizinle bazı oyunlar oynayacağımızı söylemekle yetinebilirim. Ayrıca, gördüğüm kadarıyla benim aksime epeyi düzenli birisiniz; evi çekip çevirmeme ve eğer Fransızca biliyorsanız çevirilerime yardımcı olabilirsiniz. Şimdilik bütün söyleyebileceğim bundan ibaret.” “Nasıl oyunlar? Körebe falan gibi mi?” “Gibi ama değil. Kör de değil ebe de…” Bu yanıt Hamit’i ona bu konuda bir soru daha sormaktan kesinlikle vazgeçirdi. Karşısındaki ne de olsa bir Fransız idi. “Bu konuyu düşünmem gerekiyor.” “Ücrete gelince…” “Yo, henüz bu konuya girmek istemiyorum. Eğer işi kabul etmeye karar verirsem o zaman konuşuruz.” “Telefonunuzu bekleyeceğim,” dedi Hector ayağa kalkarak. Hamit, Hector’u apartmanın önüne kadar geçirdi. Hector henüz on beş yirmi metre uzaklaşmıştı ki Hamit’in sesini duydu. “Nerede kaldın sen bakayım!” Arkasını dönüp bakınca onun on iki on üç yaşlarında, sıska, bisikletli bir çocuğu fırçalamakta olduğunu gördü.

Gülümseyerek yoluna devam etti. * * * Hector evine döndüğünde hava kararmaya başlamıştı. Kendisini çok yorgun hissediyordu. Sabah kahvaltısının kalıntılarından bir şeyler atıştırdıktan sonra bir kanepeye çöküp uykuya daldı. İki saat kadar sonra telefonun sesiyle kendine geldi. Yedinci ya da sekizinci çalışında telefonu açtı. “Alo?” “Nihayet açabildiniz,” dedi Hector’un gayet iyi tanıdığı şirret bir kadın sesi. “Hamit Bey iş önerinizi kabul etti. Ücret konusunda anlaşabilirseniz size hayatının bir bölümünü satacak.” “Haftada yedi yüz elli frank nasıl?” “Haftada yedi yüz elli frank diyor,” diye seslendi kadın telefonu ağzından uzaklaştırıp. Sonra tekrar Hector’u muhatap alarak, “Bu ücret uygun,” dedi. “Lütfen Hamit Beye buna çok sevindiğimi iletin. Kendisini yarın arayacağım.”

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir