Patricia Highsmith – Tatli Hastalik

Kıskançlık, David’in uykusunu kaçırmış, karanlık ve sessiz pansiyondaki dağınık yatağından kalkıp sokaklara çıkmasına yol açmıştı. David öylesine uzun bir zamandır bu duyguyla yaşamaktaydı ki, doğrudan doğruya yüreğini sızlatan alışılmış görüntüler ve sözler bile artık bilincinin yüzeyine çıkmıyordu. Şimdilik “Durum” demekle yetiniyordu buna. Şimdiki “Durum”, neredeyse iki yıldır sü-regitmekteydi. Ayrıntılara kafa yormanın gereği yoktu. Durum, ağır bir taş gibiydi, gece gündüz göğsünde taşıdığı üç kiloluk bir taş parçasıydı sanki. Akşamlarla geceler, çalışmadığı saatler, gündüzlere oranla biraz daha kötü geçiyordu, aradaki tek fark buydu. Köhne ve harap mahallenin sokakları gecenin bu saatinde karanlık ve ıssızdı. Saat gece yarısını biraz geçmekteydi. David köşeyi dönüp Hudson Irmağı’na inen bir sokağa saptı. Arkasında birkaç otomobil motorunun çalıştırıldığını uzaktan uzağa duydu, ana caddedeki sinema boşalmaktaydı. Kaldırıma doğru uzanmış bir ağacın gövdesine çarpmamak için başını eğip kenardaki taşlara basarak geçti. İki katlı, ahşap bir evin üst katının köşe penceresinde sarımtırak bir ışık yanıyordu. Biri geç saatlere kadar okuyor mu, yoksa tuvalete mi kalkmış acaba, diye düşündü. Yanından hafifçe yalpalayan, sarhoş bir adam geçti.


David, ÇIKMAZ SOKAK tabelasına geldi; alçak, beyaz bir çitin üstünden toprak yola atladı, kollarını kavuşturdu ve ilerideki ırmağın karaltısına baktı. Irmağı göremiyor, ama kokusunu duyuyordu. Griye çalan yeşil renkteki, derin ve oldukça pis suların biraz ötede çağladığını biliyordu. Evden ceketsiz çıkmıştı, sert bir sonbahar rüzgârı esmekteydi. Beş dakika kadar durduktan sonra dönüp tekrar çitin üstünden atladı. Pansiyona dönüş yolu Andy’nin büfesinin önünden geçiyordu; büfe boş bir arsanın köşesine çapraz olarak yerleştirilmiş, hurdaya çıkmış bir alüminyum yük vagonuydu. Canı bir şey yemek, hatta biraz olsun ısınmak bile istemiyordu, ama yine de içeri girdi. Büfedeki iki erkek müşteri barın önündeki iskemlelerde birbirlerinden uzakta oturuyorlardı. David de ortadaki boş yerlerden birine yerleşti. İçerisi ızgara et ve David’in hiç sevmediği bol sulu kahve kokuyordu. İri yapılı, ağır hareket eden, Sam adında biri burasını karısıyla birlikte işletmekteydi. David, Andy’nin birkaç yıl önce öldüğünü birilerinden duymuştu. “N’aber?” diye sordu Sam yorgun bir tavırla. David’in yüzüne bile bakmadan elindeki bezle tezgâhı üstünkörü sildi. “İyilik,” dedi David.

“Bir fincan kahve, lütfen.” “Normal mi?” “Evet, lütfen.” Sütlü ve şekerli kahvenin tadı daha çok çaya benziyordu, kimsenin uykusunu kaçırmayacağı kesindi. David dirseklerini tezgâha dayadı, buz gibi olmuş sağ elini yumruk yapıp sol eliyle sıkıca kavradı. Boş bakışları parlak renkli bir tabak yemek resmine takılmıştı. Biri içeri girip yanına oturdu, bir kızdı bu. David o tarafa bakmadı. “İyi akşamlar, Sam,” dedi kız. Sam’in yüzü canlandı. “Merhaba! Bu akşam nasılsın, canım? Ne istersin? Her zamanki gibi mi?” “Hı-hı. Kreması bol olsun.” “Şişmanlatır ama.” “Bana bir şey yapmaz, merak etme.” Başını David’e çevirdi. “İyi akşamlar, Bay Kelsey.

” David silkinip kıza baktı. Onu tanımıyordu. İster istemez hafifçe gülümseyerek, “İyi akşamlar,” diye karşılık verip bakışlarını tekrar önüne çevirdi. Az sonra kız, “Hep böyle az mı konuşursunuz?” diye sordu. David tekrar ona baktı. Adi birine benzemiyor, sıradan bir kız işte, diye düşündü. “Galiba öyle,” dedi çekingen bir tavırla, kahve fincanını önüne çekti. “Beni hatırlamadınız, değil mi?” diye sordu kız gülerek. “Hayır, hatırlayamadım.” “Ben de Bayan McCartney’in pansiyonunda kalıyorum,” dedi kız içten bir gülümsemeyle. “Bizi pazartesi akşamı tanıştırmıştı. Her akşam yemek salonunda görüyorum sizi, ama sabahları kahvaltıya sizden erken iniyorum. Adım Effie Brennan. Tanıştığımıza tekrar memnun oldum.” Başını eğince açık kumral saçları dalgalandı.

“Memnun oldum,” dedi David. “Kusura bakmayın, hafızam pek kötüdür.” “Kişileri hatırlamakta kötü olabilir, ama Bayan McCartney sizin çok değerli bir bilim adamı olduğunuzu söyledi. Teşekkürler, Sam.” Fincanın üstüne eğilip kakaonun kokusunu içine çekti. David ona bakmadığı halde, kaşığını fincana sokmadan önce belli etmeden kâğıt peçeteyle sildiğini, krema topağıyla oynadığını, kaşıkla defalarca çevirip kakaoya daldırdığını fark etti. “Yoksa siz de bu akşam sinemada mıydınız, Bay Kelsey.” “Hayır, değildim.” “Pek bir şey kaybetmiş sayılmazsınız. Ama ben galiba her tür filmden hoşlanıyorum. Artık televizyonum olmadığı için herhalde. Daha önce birlikte oturduğum kızlarda televizyon vardı, ama sahibi taşınırken televizyonu da götürdü. Ailemin evinde de var, ama altı aydır eve gitmedim. Yani artık onlarla oturmuyorum demek istedim. Ellenville’liyim Siz de buralı değilsiniz galiba.

” “Hayır, Kaliforniyalıyım.” “Ah, Kaliforniya!” dedi kız hayranlıkla. “Eh, Froudsburg önemli bir yer sayılmaz, ama benim geldiğim köyden daha büyük. Gerçi bu da önemli olduğunu göstermez.” Gülümsemesi yine yüzüne yayıldı. İri, düzgün ön dişleri ve oldukça soluk bir yüzü vardı. “Burada iyi bir iş buldum. Bir kereste deposunda sekreterlik yapıyorum. Depew’s. Bilirsiniz herhalde. Bundan önce güzel bir dairede oturuyordum, ama birlikte oturduğum kızlardan biri evlenince biz de taşınmak zorunda kaldık. Şimdi keseme göre başka bir yer arıyorum. Bayan McCartney’in pansiyonunda uzun süre kalmak niyetinde değilim.” Güldü. David ne diyeceğini bilemiyordu.

“Ya siz?” diye sordu kız. “Bence bir sakıncası yok.” Kız başını eğip kakaosundan bir yudum daha içti. “Belki erkeklerin durumu farklıdır. Ben başkalarıyla aynı banyoyu paylaşmaktan rahatsız oluyorum. Pansiyonda uzun süredir mi oturuyorsunuz?” “Bir yılı biraz geçti,” dedi David, kıza bakmadığı halde onun gözlerini üzerinde hissediyordu. “Eh, o halde hoşunuza gidiyor demektir.” Bunu ona daha önce başkaları da söylemişti. Herkes, hatta Bayan McCartney’in pansiyonuna yeni taşınan bu kız bile onun iyi para kazandığını biliyordu. Eninde sonunda pansiyon müşterilerinden biri kıza, David’in parasını ne yaptığını anlatacaktı. “Ama Bayan McCartney bana, sakat annenize yardım ettiğinizi anlattı.” Demek öğrenmişti bile. “Doğru,” dedi David. “Bayan McCartney sizi bu yüzden pek takdir ediyor. Ben de öyle.

Kibritiniz yoktur herhalde, değil mi, Bay Kelsey?” “Kusura bakmayın, sigara içmiyorum.” David elini kaldırdı. “Sam, bayana kibrit verir misin?” “Tabii.” Sam yanından geçerken David’e bir kutu kibrit uzattı. Kız, sigarasını tırnakları ojeli iki parmağının arasında tutup ağzına götürmüş, David’in yakmasını bekliyordu, ama David gülümseyerek kibrit kutusunu uzattı. Tezgâha on sent bırakıp iskemlesinden aşağıya kaydı. “Eh, o halde iyi geceler.” “Bir saniye beklerseniz birlikte gideriz. Yani eve dönüyorsanız demek istedim.” David sesini çıkarmadı, yakalanmıştı. Sürgülü kapıyı açıp kıza yol verdi. Kız yine sohbete girmişti, kereste deposuna yakın olduğu için kahve molalarında bu büfeye geldiğini anlatıyordu. Durmadan konuşuyor, David de dinler gibi yapıyordu. David’e, Chesvvick fabrikasında ne tür bir danışmanlık işi yaptığını sordu, David de, rakip şirketlerin adamlarının fabrikaya gelip bazı işlere burunlarını soktuklarını, örneğin plastik yapımında kullanılan durulama maddesinin formülünü öğrenmeye çalıştıklarını anlattı. “Şaka ediyorsunuz herhalde! Bayan McCartney sizin Ches-vvick’in patronu olduğunuzu söyledi.

Siz kimsenin ayağına git-mezmişsiniz, herkes size gelirmiş, çünkü şirketiniz sizden bir gün bile ayrılmak istemezmiş.” Yüksek sesle konuşuyor, sözleri ıssız sokaklarda çınlıyordu. “Bunu nereden çıkardığını bilmiyorum. Fabrikanın patronu Bay Levvissohn adında biri, ben sadece başmühendisim. Sadece kimyager.” “Kimya dediniz de, Bayan McCartney’in üst kattaki banyosunda henüz keşfedilmemiş bir element bulacağınıza bahse girerim,” dedi kız kahkahalar arasında. “Musluğun altındaki portakal rengi lekeleri gördünüz mü? Aman Tanrım!” Portakal rengi lekelerin farkında olan David de güldü, sokak lambalarının birinin altından geçerken gözucuyla kıza baktı. Boyu bir altmış beş kadardı, tahminen yirmi dört yaşındaydı, ne güzel, ne de çirkin sayılırdı. Açık kahverengi gözlerinde içten gelen, saf bir haylazlık okunuyordu. “Geldik. Burasıydı, değil mi?” diye sordu kız, karanlık bir evi göstererek. “Evet,” dedi David. Gözlerini kapasa bile pansiyonu bulabilirdi, ayaklarının altındaki inişli çıkışlı kaldırım taşlarını neredeyse ezberlemişti. Ön bahçeden geçerken kız birdenbire durdu, az sonra David de aynı şeyi gördü. Wes’ti bu.

Kapının önündeki basamaklarda oturmaktaydı. Wes, kıza bakarak yumuşak bir sesle, “Kimler gelmiş,” dedi. “Bayan Mac’ı uyandırmadın, değil mi?” diye sordu David. “Hayır, sadece alt kattaki ihtiyarlardan birini uyandırdım,” Wes kıza başıyla selam verdi. David kıza dönüp alçak sesle, “Size iyi geceler dileyeyim,” dedi. “Bizi tanıştırmayacak mısın?” diye sordu Wes. “Özür dilerim. Wes Carmichael. Bayan-” “Brennan,” dedi kız. “Effie.” “Effie,” diye tekrarladı Wes gülerek. “Memnun oldum.” “Ben de, Bay Carmichael. Artık gitmem gerekiyor. İyi geceler, Bay Kelsey.

” Effie ön kapıyı açmadan Wes donuk bir sesle, “Benimle eve gelmeni istiyorum, Dave,” diye atıldı. “Karşı koyma. Tartışacak halde değilim. Canıma yetti.” “Geç oldu, Wes, çok geç oldu.” David kolunu hafifçe çekerek “VVes’ten kurtardı. “Hayır, eve geleceksin. Başını kapıdan içeri uzatsan yeter, benim binlerce sözle yapamadığımı yapmış olursun. Sözmüş! La-ura’yla konuşmanın ne yararı olabilir ki?” “Yine mi kavga ettiniz!” Wes ellerini yüzüne kapayıp olduğu yerde sallandı. “Misafir vardı, arkadaşlarım bir iki kadeh içmeye gelmişler. Laura’ya göre vaktinde gitmediler diye tepesi attı. Onların yanında kıyameti kopardı. Benimle gel, Dave, lütfen. Seni arabayla götüreyim.” “Gelemem.

” “Gelmelisin. Onunla hâlâ tanışmadın, bu gece tam sırası.” “Onunla tanışmak istemiyorum -asla. Üzgünüm Wes, ama istemiyorum. Ayrıca ikimizin de yarın sabah dokuzda işbaşı yapmamız gerekiyor.” “Ama henüz o kadar geç değil ki. Saat kaç, on bir falan mı?” Kol saatinin kadranını görmeye çalıştı, ama beceremedi. “Seni arabanla evine götüreyim, yürüyerek dönerim. Buna ne dersin?” “Beni arabayla eve götür ve içeri gir. içeri gir. Aman Tanrım, bu arada evde sağlam tabak bırakmamıştır herhalde.” “Şşt. Haydi, yürü.” Wes’i arabasına doğru çekti, yeşil bir Olds-mobile pansiyonun garaj yolunu yarı yarıya kapatmıştı. Wes’i içeri itip direksiyona geçti.

David, Wes’in on blok ötedeki evine varıncaya kadar o akşamki olayların ayrıntılarını dinledi, gerçi bunlar daha önceki akşamlar hakkında duyduklarından farklı değildi, ama Wes her seferinde o akşamın ötekilerden farklı olduğuna, Laura’yla arasının gittikçe bozulduğuna inanıyordu. “Üstelik onunla sevişmemi bekliyor!” dedi Wes öfkeyle. “Nasıl yapabilirim? Hangi erkek yapabilir? Belki başkası yapar, ama bana göre değil.” Wes’in sesi uzaklardan, David’i ilgilendirmeyen bir parazit gibi geliyordu. Carmichael’lerin evine yaklaşırken kaldırımda ya da ön bahçede Laura’nın öfkesine yakalanmamak için çevreyi dikkatle gözden geçirdi. Evin arka cephesindeki yan pencerelerden birinde ışık görünüyordu, burası tabak çanağın paramparça edildiği mutfak olmalıydı, üst kattaki odalardan birinde de ışık yanmaktaydı. Ortalık çok sessizdi. David, Laura’nın yatmış olacağını, kendinin bu saatte Wes’le birlikte içeri girmesinin fayda etmeyeceğini söyledi. Wes, biraz direndikten sonra kabul etti. Laura’nın yakınlarda olmasının bile Wes’in cesaretini ve kararlılığını böylesine sarsması David’in canını sıkmıştı. “Dave, arabayla eve dön. Yarın sabah gelip beni alırsın. Yürüme.” “Hayır. Hayır, Wes.

Haydi, gir içeri. Beni merak etme.” Wes birden bütün cüssesiyle ayağa kalkıp David’in omzunu okşadı, ama yüzünden korku okunuyordu. İçkinin de etkisiyle hüzün-lenmiş, gözleri dolmuştu. “Sen dünyada bulunabilecek en iyi dostsun, Dave. Bugüne kadar karşıma çıkan en iyi insansın.” “Uyumadan önce bir aspirin al, bol su iç,” diye fısıldadı David. “Uyumak mı? Ha-ha!” David, Wes’e el sallayıp karanlıkta gözden kayboldu. Kendini güçlü ve bağımsız hissediyor, Wes’in içinde bulunduğu üzücü durumda olmadığına seviniyordu. Hatta hafifçe gülümseyip acıma duygusuyla başını iki yana salladı. Wes’le halaylarından hemen sonra tanışmışlardı. David, onun mutluluğuna nasıl imrendiğini hatırladı. Delice imrenmiş, Wes’i adeta kıskanmıştı. Fabrikadakiler Wes’in Laura’yı bir çırpıda baştan çıkardığını, kızın güzelliğinin dillere destan olduğunu falan anlatmışlardı. Wes üç dört ay boyunca, -bir süre için tanrıların katına çıkan önemsiz bir fani gibi- başında neredeyse bir mutluluk halesiyle ortalıkta dolaşmıştı, ama bu süre o kadar çabuk geçmişti ki, David doğru dürüst hatırlamıyordu, bile.

Ardından cehenneme doğru hızlı bir iniş başlamıştı, şimdi de bu düzeyde yaşıyordu Wes. Laura’nın çenesinden ve temizlik hastalığından kurtulmak için akşamları sık sık David’i ziyaret ederdi. David, Wes’in özellikle hafta sonlarındaki haline acıyordu, çünkü Laura (çalışmadığı halde) hafta sonlarında büyük temizliğe kalkıp her tarafı ayağa kaldırıyor, Wes’in söylediklerine bakılırsa, odalardan birine ayağını atmaya kalksa, Laura onu ortalığı altüst etmekle suçluyordu. David tekrar başını salladı. Evlilik gibi değerli bir şeyin göz göre göre elma gibi çürümesine izin vermek! Annabelle’le kendisinin başına böyle bir şey gelmeyeceğine, daha önce yaptığı gibi bir daha yemin etti. Annabelle’i düşünmek bile, güçlü bir kalp atışına benzeyen, sıcak ve yumuşak bir darbeyle bedenini tepeden tırnağa titretti. Bayan McCartney’in pansiyonuna varmıştı. Ön kapıdaki merdivene ulaşmadan içeride telefonun çaldığını duydu. Anahtarıyla kapıyı açtı, holde gürültü etmeden ilerledi ve karanlıkta telefonu hemen buldu. “Alo?” diye fısıldadı. “Dave, benim, Wes. Çok şükür, uyumuştu. Ne dersin buna?” “Güzel.” “Dinle, yarın akşam seninle konuşmak istiyorum. Dışarıda yemek yiyelim.

Bir yerde oturur, bir iki bira içeriz, belki-” “Yarın cuma, Wes.” “Hay Allah, doğru ya!” “Kusura bakma, dostum, yoksa ben-” “Biliyorum, biliyorum,” diyerek sözünü kesti Wes acınacak bir sesle. “Tamam, dostum, yarın görüşürüz.” Wes, yaklaşmakta olan uzun hafta sonunun düşüncesiyle ağlayacakmış gibi hemen telefonu kapadı. David telefonu yavaşça yerine koydu, ayaklarının ucuna basarak ikinci katın batı yönündeki odasına çıktı. Koridorun dibinde, banyonun yanındaki odanın kapısının altından ışık süzülüyordu, burası kızın odası olmalıydı. David, büyük bir anahtarla odasının kapısını açtı. “Effie-ne feci bir ad, değil mi?” diye sormuştu kız özür dilercesine. “Babam eski sevgililerinden birinin adını vermiş bana.” Babası eski sevgilisine hâlâ âşık olduğu halde kavgacı bir cadinin evlilik tuzağına mı düşmüş acaba, diye büşündü David. Hayat gerçekten de garip, hem de çok garipti, ama David Kelsey kendi hayatında her şeyin iyiye yöneleceğine kesinlikle inanıyordu. 2 David, her cuma günü öğleden sonra beş buçuk sularında Bayan McCartney’in pansiyonuna dönüp, içinde temiz bir gömlek, pijama, diş fırçası ve tıraş makinesi bulunduğu sanılan mavi seyahat çantasını alıyordu. Oysa, Bayan McCartney’in pansiyonunda kullandığı özel eşyalardan herhangi birini hafta sonlarında yanına almayı aklının köşesinden bile geçirmezdi. Küçük çantada bazen birkaç kitap, bir şişe cin veya şarap, ya da ev için bazı ufak tefek şey olur, ama pazartesiden cumaya kadar kullandıkları arasından tek bir parça bile bulunmazdı. Aslına bakılırsa, cuma öğleden sonraları sadece çantayı almak için eve dönmüyordu, istese çantayı sabah işe giderken birlikte götürebilirdi.

Eve dönüp, sabah saat onda dağıtılan postayla Annabelle’den mektup gelip gelmediğine bakıyordu. Kasabaya yerleşmesinden bu yana geçen iki yıl içinde Annabelle sadece iki mektup yazdığı halde, bu kontrol zamanla bir zorunluluk haline gelmişti. O da Annabelle’e yalnızca dört mektup yollamıştı, onu mektuplara boğmanın ciddi bir hata olacağını düşünüyordu.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir