Amy Sarig King – Gule Gule

Papaz, Charlie’nin özgür bir ruh olduğundan bahsediyor. Aslında hem öyleydi hem de değildi. Özgürdü, çünkü kendi içinde çıkmazlara düşmüştü. Hayatın tadını çıkarırdı, çünkü aslında içten içe ölmekteydi. İç çatışmalar Charlie’de bir başka duruyordu. Papaz, Charlie’nin hayat dolu ve etkileyici kişiliğinden bahsediyor. Charlie’yi beyaz tabutun içinde hayal etmeye çalışıyorum. Bir elinde McDonald’s peçetesi, diğerinde keçeli kalemiyle, “Şu adama söyle, benim hayat dolu kıçımı yesin o. Beni tanımıyor bile,” yazıyor. Sonra notu buruşturup çiğneyerek yuttuğunu ve Zippo çakmağını yaktığını hayal ediyorum. Tabutun tahtaları arasından yükselen duman birden, ağlamaklı topluluğun bütün dikkatini dağıtıyor. Ölü birinden nefret edebilir misiniz? Onu bir zamanlar sevdiyseniz bile? En iyi arkadaşınız bile olsa? Ondan nefret etmek doğru mu, sırf öldüğü için? *** Babam onun gömülmesini görmemi istemiyor, ama onu benimle mezarlığa yürümeye ikna ediyorum. On iki yaşımdan beri ilk kez elimi tutuyor. Papaz topraktan gelip toprağa gittiğimizden bahsederken sanki ayaklarımın altındaki çimen bileklerimden kavrayıp beni aşağı çekiyormuş gibime geliyor. Charlie’yi tabutunun içinde hayal ediyorum. Büyük Avcı’nın başından beri her şeyin böyle gelişmesini planladığından emin, kafasını sallıyor. Kafamda, vinç onu çukura indirirken güldüğünü canlandırıyorum. “Hey Veer, ne de olsa insan her gün burnu siğilli biri tarafından çukura indirilmiyor, haksız mıyım?” dediğini duyabiliyorum. Vinci kullanan çocuğa bakıyorum. Ardından bileklerimi kavrayan çimenlere. Tabutun üzerine toprak atıldıkça içi boşmuş gibi bir ses çıkıyor ve yüzümü babama gömüp sessizce ağlıyorum. Charlie’nin öldüğüne hâlâ inanamıyorum. *** Törende dört grup insan var. Öncelikle Charlie’nin ailesi. Bay ve Bayan Kahn ile onların anneleriyle babaları, yani Charlie’nin büyükanneleri ve büyükbabaları. Charlie’nin teyze, hala, amca ve dayılarıyla yedi kuzeni. Eski aile dostları ve yakın oldukları komşular; dolayısıyla babamla ben de burada yer alıyoruz. Babam, annem yokken sosyal etkinlikler konusunda hâlâ biraz beceriksiz olduğundan kilise ile ziyafet salonu arasında tam kırk yedi kez iyi olup olmadığımı soruyor. Aslında o benden de beter, özellikle de Kahn ailesiyle konuşurken. Hemen bitişiklerindeki evde oturduğumuzdan sırlarını bildiğimizi biliyorlar. Bildiklerini bildiğimizi de biliyorlar. “Çok üzüldüm,” diyor babam. “Sağ ol, Ken,” diye yanıtlıyor Bayan Kahn. Dışarısı çok sıcak, eylülün ilk günü, ama uzun kollu giyinmiş. İkisi de bana bakıyor. Bir şey söyleyebilmek için ağzımı açıyorum, ama hiçbir ses çıkmıyor. Hislerim o kadar karışık ki kendimi Bayan Kahn’ın kollarına atıp birkaç saniye hıçkırıyorum. Sonra hemen kendime hâkim olup ıslak yanaklarımı elimin tersiyle siliyorum. Babam bana ceketinin cebinden bir mendil uzatıyor. “Affedersiniz,” diyorum. “Önemli değil, Vera. Sen onun en yakın arkadaşıydın. Senin için çok zor olmalı.” Ne kadar zor olduğu konusunda en ufak bir fikri yok. Nisan ayında Charlie beni satıp sürekli Jenny Flick ve Serseri Tayfası ezikleriyle takılmaya başladığından beri en yakın arkadaş değiliz. Size şunu söyleyeyim, ölen en yakın arkadaşınızın rezilin teki olduğunu düşünüyorsanız sizi sattıktan sonra öldüğünü hayal etmeye çalışın. İşte asıl rezillik bu. *** Ailenin durduğu yerin yanında çevreden insanlar var. Komşular, öğretmenler, onunla birkaç kez ders çalışmış çocuklar. Beşinci sınıfta onunla Küçükler Ligi’nde beyzbol oynamış birkaç arkadaşı. Charlie’nin içten içe hep hoşlandığı, çocukken bize bakıcılık eden kadın da yeni kocasıyla orada. Onların ilerisinde resmi kişiler duruyor. Hepsi siyah takım giymiş. Papaz okul müdürüyle, Charlie’nin aile hekimiyle ve daha önce hiç görmediğim iki adamla konuşuyor. İlk törenin ardından papaz yardımcılarından biri Bayan Kahn’a bir ihtiyacı olup olmadığını soruyor. Bay Kahn gelip onun yerine uygun bir dille cevap veriyor ve papaz yardımcısı herkese büfenin açıldığını duyuruyor. Oldukça ağır bir şekilde, insanlar yemek almaya başlıyorlar. “Bir şey ister misin?” diye soruyor babam. Başımı sallıyorum. “Emin misin?” Başımla onaylıyorum. O da bir tabak alarak onu salatayla ve süzme peynirle dolduruyor. *** Odanın diğer ucunda Serseri Tayfası var: Charlie’nin yeni en yakın arkadaşları. Kapıya yakın durup, ara sıra gruplar halinde sigara içmek için dışarı çıkıyorlar. Şu kum saati şeklindeki duman çıkarmayan kül tablalarından olmasına rağmen veranda izmaritten geçilmiyor. Ziyafet salonunun müdürü onlara çekilmelerini söyleyene kadar bir süreliğine kapıyı işgal ettiler. Şimdi de Jenny Flick’in çevresine toplanmışlar, sanki Charlie’nin ölümünün sebebi değil de zavallı duluymuş gibi. *** Bir saat sonra babamla eve doğru gidiyoruz ve babam bana, “Pazar akşamı olup bitenlere dair bildiğin bir şey var mı?” diye soruyor. “Hayır.” Oysaki yalan. Evet, var. “Çünkü eğer varsa, söylemelisin.” “Evet. Olsa söylerdim, ama yok.” Yalan. Var. Yine de söyleyemem. Söylemedim, söylemeyeceğim de. Henüz bunu yapamam. *** Eve vardığımızda duşa giriyorum, çünkü aklıma yapacak başka bir şey gelmiyor. Saat daha yedi buçuk olmasına rağmen pijamalarımı giyip gazete okuyan babamla çalışma odasında oturuyorum. Ama olduğum yerde duramayıp mutfağa gidiyorum ve cam kapıyı sürerek açıp arkamdan kapatıyorum. Bahçedeki alaycı kuşlar gün batarken hep böyle miyavlar gibi ciyak ciyak ötüşüyorlar. Koruluğa, Charlie’nin evinin olduğu yere doğru bakıyorum. Sonra tekrar içeri giriyorum. “Yarın okula gitmek istiyor musun?” diye soruyor babam. “Hayır,” diye yanıtlıyorum. “Yine de yapacak daha iyi bir şey yok sanırım, anlıyorsun ya.” “Sanırım haklısın,” diyor. Oysa geçen pazartesi günü Jenny ve tüm Serseri Tayfası siyahlar içinde arabanın çevresinde toplanıp sigara içerken park alanında o yoktu. Jenny feryat figan ağlarken de orada değildi. Kız öyle yüksek sesle feryat ediyordu ki ona olan nefretim katlandı. Charlie’nin kendi annesi bile o kadar inleyip ağlamazdı. “Evet. Daha ilk hafta. Zaten hep tekrar yapıyorlar.” “Ne diyeceğim, işte biraz daha vakit geçirsene. Aklını başka şeylere verirsin.” Bence babam hakkında ilk olarak şunu bilmelisiniz: Rahatsızlığınız ne olursa olsun, tedavisinin çalışmak olduğunu söyler. ÜÇ BUÇUK AY SONRA ARALIK AYINDA BİR PERŞEMBE GÜNÜ Ekim ayında on sekiz yaşıma girdim ve pizza yapmaktan pizza dağıtmaya terfi ettim. Çalışma sürem haftada yirmi saatten kırk saate çıktı, okul da cabası. Gerçi bence çalışmaya değer dersler yalnızca Çağdaş Sosyal Düşünce ve Kelime Bilgisi. ÇSD ödevleri kolay oluyor, her hafta bir gazete haberini tartışıyoruz. Kelime’de ise haftada on sözcüğün (günlük okumalarda fazladan kelime bulanlara ek puan verilerek) her birini cümle içinde kullanmamız gerekiyor. Şimdi pinti sözcüğünü cümle içinde kullanıyorum. Benim pinti babam, bir lise son sınıf öğrencisinin tam zamanlı çalışamayacağını anlamıyor. Ertesi gün okul varken gece yarısından sabah dörde kadar pizza dağıtma işinin notlarım açısından çok iyi sonuç vermeyeceğini açıklamaya çalıştığımda beni hiç dinlemiyor. Onun yerine, pinti babam, hayatını kazanmanın ne kadar zor olduğu ama günümüzün çocuklarının bunu hiç anlayamadığı, çünkü hiç çalışmadan harçlıklarını aldıkları üzerine on dakikalık bir nutuk çekiyor. Anlaşılan çalışmak bizim karakterimizi geliştiriyormuş. Görünüşe göre, pek çok çocuk buna minnettar kalırmış. İddiasına göre ben, okulumda “kültürümüz gereği kendisine sunulan haklarla şımartılmamış” tek çocuğum. Çalışmanın Charlie’nin ölümünü kafamdan uzak tutması gerekirdi, ama şu ana dek işe yaramadı. Aksine her şeyi daha da kötüleştirdi. Ne kadar çok çalışırsam, sanki o kadar peşimde. Peşimden geldikçe adını temize çıkarmam için söylenip duruyor. O böyle dırdırlandıkça beni bu karışıklıkta, bu zor durumda bıraktığı için ondan daha çok nefret ediyorum. Ya da… Beni bıraktığı için. O kadar. Okulun oradaki trafik ışıklarındayım ve kırmızı Pagoda Pizza tişörtümü kafamdan geçiriyorum. Saçlarımı berbat etmesi umurumda değil. Zira iyi bahşiş almak ve soyguna uğramamak arasındaki dengeyi sağlamak için aynı anda çılgın, dağılmış ve kayıtsız görünmem gerekiyor. Koltuğun altına uzanıp cam şişeyi arıyorum ve bulunca bacaklarımın arasına koyup metal kapağını açıyorum. İki yudum votkanın ardından gözlerim sulanıyor ve boğazım kendiliğinden “Aaahhh” diye bir ses çıkartarak yanma hissinden kurtulmaya çalışıyor. Hemen yargılamayın. Sarhoş olduğum falan yok. Yalnızca üstesinden gelmeye çalışıyorum. Ağzıma üç parça Winterfresh sakız atıp şişeyi koltuğun altına geri koyarak Pagoda Pizza’nın park alanına giriyorum. Pagoda’daki patronumun ismi Marie, çarpık çurpuk sarı dişleri olan ve motosiklet süren çok havalı bir kadın. Ondan başka iki müdür daha var. Nathan (Nate), 1980’lerden kalma kare gözlükler takan, boyu iki metreye yakın bir adam. Kırklarının ortalarındaki Steve ise Porsche sürüyor ve annesiyle yaşıyor. Diğer sürücülerden biri bana onun çok zengin olduğunu ve burada keyiften çalıştığını söylemişti, ama ben onların dediklerine pek inanmıyorum. Çoğu zaman kafaları iyi. Dükkânı kapattıktan sonra yerleri silerken ve bulaşıkları yıkarken bana kafayı çektiklerinde Marie’ye bakamadıklarını, çünkü dişlerinin ödlerini patlattığını söylüyorlar. Bu gece dükkânı Marie idare ediyor. İçeri girdiğimde güneşten sararmış kırık piyano tuşları gibi sıralanan dişleriyle gülümsüyor ve o geceki bozuk para torbamla Pagoda telefonumu veriyor. Nate, paslanmaz çeliğin üstündeki pizza malzemeleri adacığının arkasında yer alan bilgisayarda gündüz vardiyasının fişlerini nakde çeviriyor. “Hey, Vera! Ne var ne yok?” “Selam, Nate.” “Kimse sana üniformalarla güzel göründüğünü söyledi mi?” diye soruyor. Bu soruyu haftada en az iki kez yöneltir. Ona göre hoşbeş etmenin tadı böyle çıkıyor. “Hayır, senden başka kimse,” diyorum. “Sanki pizza dağıtım görevlisi olmak için doğmuşsun,” diye ekliyor. Ardından yazarkasa çekmecesini çarparak kapatıp kasıla kasıla benimle arka odaya geliyor ve ofisteki eski masaya bir para çantası fırlatarak kapının arkasındaki askıdan sahte MC Hammer deri montunu alıyor. “Kader zırvalıktan başka bir şey değil,” diye yanıtlıyorum. Ben bilmeyeceğim de kim bilecek? Ben bütün hayatımı benimkinden uzak durmaya çalışarak geçirdim. ANNEMİN NEREDE OLDUĞUNU MERAK EDİYORSUNUZDUR Annem ben on iki yaşındayken bizi terk etti. Babam kadar pinti olmayan bir adam buldu ve birlikte dört bin kilometre uzaklıktaki Las Vegas, Nevada’ya taşındılar. Beni görmeye gelmez, hatta arayıp sormaz. Ancak doğum günümde, içine elli dolar koyduğu bir kart yollar. Babam da ben o parayı gidip bankaya yatırana dek kafamı ütüler. Sonuç olarak yanımda olmadığı alta yıl boyunca bir annem var diye gösterebileceğim 337 dolarım oldu. Babam otuz yedi papel faizin önemli olduğunu söylüyor. Buradaki kinayeyi görmekten aciz: Bir şeyin öneminden bahsederken aklına yalnızca parasal yanı geliyor. Kendisi muhasebeci olduğu için ona göre her şey sayılardan ibaret. Bana göre ise anneniz yanınızda değilse, ziyaret etmiyorsa, hatta arayıp sormuyorsa otuz yedi dolarlık faiz boktan bir faizdir. Annem on yedi yaşındayken beni dünyaya getirmiş. Sanırım berbat bir on iki yıl boyunca yanımda kaldığı için şanslı hissetmeliyim. Beni evlatlık vermediği ya da bowling salonunun arkasındaki, varlığını bilmediğimizi sandıkları klinikte kürtaj yaptırmadığı için şanslıyım sanırım. Annemle babam kapı komşularıymış, birlikte büyümüşler. Tıpkı Charlie ve ben gibi. Babam, “Kalbimi dinledim,” diye iddia eder. Ona faydası olmadı değil. Burada benimle ve üç kitaplık dolusu saçma sapan Zen kişisel gelişim kitabıyla tıkılıp kaldı. Hiç arkadaşı yok, ancak biraz olsun önemli olan her şeyin sorumluluğundan kaçma konusunda inanılmaz bir yeteneği var. *** On üç yaşıma girdiğimde babam bana annem hakkındaki gerçekleri anlattı. “Biliyorum, bu konu gündeme gelmeyecektir. Ancak olur da gelirse diye gerçekleri bilmeni istiyorum.” Bir kenara not düşün. Eğer bir konuşma böyle başlıyorsa arkasından ciddi bir şeyler gelecek demektir. “Sen daha bebekken annen Joe’nun Yeri’nde bir işe girdi.” Tabii ki bundan hiçbir şey anlamadım. Daha on üç yaşındaydım. Joe’nun Yeri’nin, ortalıkta yarı çıplak dans eden kadınların iç çamaşırlarına dolarlar takılan ve insanların kendi birasını kendi götürdüğü bir striptiz batakhanesi olduğuna dair en ufak fikrim yoktu. “Joe’nun Yeri de ne?” Hiç utanmadan, bunun beni ne kadar etkileyebileceğini hiç fark etmeden, “Bir striptiz kulübü,” diye yanıtladı babam. İşte bunun ne olduğunu biliyordum. “Annem bir… Bir striptizci miydi?” Başıyla onayladı. “Herkes bunu biliyor mu?” “Yalnızca o zaman buralarda olup onu tanıyan herkes.” Ne kadar iğrendiğimi görünce biraz bocaladı. “Yalnızca birkaç ay sürdü, Vera. Okuldan ayrıldıktan, evinden kovulduktan ve… Şey, bu kadar genç yaşta anne olduktan sonra özgürlüğünü geri istemişti. Ben o zamanlar hâlâ içiyordum. Hiçbir zaman kavuşamadığı bir şeyi istemişti işte.” Konuşurken geveliyor, sözlerini çarpıtıyordu. “Sanırım… Marty ile kaçana dek asla bulamadığı şeye sahip olmak istemişti.” Marty, annemin ve babamın ayak sağlığı doktoruydu. Babam ve ben bekleme salonunda otururduk ve annemin nasırları için geldiği, ancak normalden çok daha uzun süren randevularından çıkmasını beklerken yirmi soru oyununu oynardık. Babam hâlâ ihtiyacı oldukça AA (Adsız Alkolikler) toplantılarına katılıyor. Bunun bir lanet olduğunu söylüyor; alkolikliğin. “İçkiyi deneme bile,” diyor. Ona göre bu lanet ailemizden geliyormuş. “Babam sarhoşun biriydi, hatta onun babası da,” diyor. Eğer geleceğimi aynı kanı taşıdığım akrabalarıma göre çizmem bu kadar kolaysa, her an okulu bırakıp ayyaş ve hamile bir striptizci olma ihtimalim var. *** Akşam beşi çeyrek geçe sıralarında akşam yemeği telaşı başlıyor. Halledemeyeceğimiz bir şey değil. Her şey Marie birinci telefondan siparişi alırken, ikinci telefonun çalmasıyla başlıyor. Biraz sonra, Jill ikinci telefondan siparişi alırken üçüncüsü çalıyor. Saat yediye kadar dükkânı nasıl idare ettiğimizi bilmiyoruz. Çalışan üç sürücü var ve zamanlamayı her seferde yalnızca birimiz dükkânda olacak şekilde ayarlıyoruz. Marie servisi düzenleyerek, içeri girdiğimiz anda sıradaki siparişi hazır ediyor. Üstelik hangi siparişin yanında Cola, hangisinin Sprite olduğunu, kimin lahana salatası istediğini aklında tutabiliyor, iki saat boyunca araba süren, kapı çalan, gülümseyen ve para üstü veren bir makine oluyorum. Bu benim için doğuştan gelen bir şey. Pagoda telefonum asla çalmaz, çünkü hiçbir şey unutmam. Müşteriler beni seviyor ve bana bahşiş veriyor. Ben de bu paraları koltuğumun arkasında, yerde duran buruşuk bir Dunkin’ Donuts torbasında saklıyorum. Son servisimden sonra eve dönerken, Charlie bana babamın Sam Cooke CD’sini çıkarttırıp radyoyu açtırıyor. Bana Hard Rock 102.4’ü bulduruyor. AC/DC’nin nefret ettiğim bir şarkısı çalıyor, ama yine de onu dinliyorum. Sola dönüp McDonald’s’a girerek arabaya servis sırasına geçiyorum. Sağlığa yararlı mönülerinden, içinde üzümler olan yeni dürümün müptelasıyım, ama yanına hep çikolatalı milkshake alıyorum, öyle sağlıklı olmaya çalıştığım falan yok yani. “İlk pencereye geçin.” Kadın orada, eli dışarıda bekliyor. Para hazırlamak için insanlara bir dakika gerektiğini bilmiyor mu acaba? Ben beş teklik arayarak Dunkin’ Donuts torbamı eşelerken gözlerini deviriyor. Teşekkür de etmiyor. “ikinci pencereye geçin.” Yemek için Pagoda Pizza’ya dönmek yerine park alanını turluyorum ve projektörlerin arasında karanlık bir yer buluyorum. Isıtıcı için arabayı çalışır durumda bırakıyorum. Bu gece hava soğuk. Aralık ayının ikinci haftası ve bu hafta buz kazıyıcımı her gün kullandım. Dürümü yerken bir üzüm birkaç peçete serdiğim kucağıma düşüp duruyor. Onu alıp ağzıma atıyorum ama o, sanki kaygan ellerimle arayıp bulmamışım da bir ipe bağlıymış gibi tekrar fırlıyor. “Kes şunu, Charlie,” diye gülüyorum. Üzümü kucağımdan kapıp sıkıca tutarak ağzıma atıyorum. Dürümün yarısına geldiğimde doyuyorum, bu nedenle onu paketine sarıp tekrar torbaya tıkıştırıyorum. Peçeteleri de kucağımdan topluyorum ve onlar da torbaya gidiyor. Yolcu koltuğunda dört artık peçete var. Torpido gözünü açıp oradaki en az yüz peçeteye dört daha ekleyerek gözü kapatıyorum. Sonra, tekrar açıp birini geri alıyor ve cüzdanımdan ince uçlu bir Sharpie kalem çıkarıyorum. McDonald’s park alanı projektörlerinin loş ışığı altında, peçetenin köşesine Seni özledim, Charlie, yazıyorum ve onu katlayıp cebime koyuyorum. Bir yandan da Charlie’nin beni izlediğini hayal ediyorum. Onu yakmadığım, yemediğim ya da kendi karalamalarına yaptığı diğer şeylerden birini yapmadığım için duyduğu hayal kırıklığını hissediyor gibiyim. Binanın arkasına, çöp tenekelerinin olduğu tarafa dönüyorum. Hedefini şaşıran torbaları, çöpün önüne dökülüp saçılanları, kim bilir kaç sürücünün, artıklarını tekrar atmayı denemektense rüzgârın sürüklemesi için orada bıraktığını görüyorum. Arabamı oraya doğru sürüp torbamı atarak Pagoda Pizza’ya doğru ana yola çıkıyorum. Bir blok ileride peçeteyi cebimden çıkarıp mesajımı parçalıyorum ve ağzıma atıyorum. Boğazıma yapışıp kalıyor. Koltuğumun altındaki şişeye uzanıyorum ve ondan bir yudum alarak boğazımı rahatlatıyorum. Peşinden de ağız dolusu çikolatalı milkshake içiyorum. Arabadan inmeden önce o haftaki kelime dersi için olan listeyi çıkarıyorum. Yarın cuma; test günü. Kelime dersini bu nedenle seviyorum; her hafta aynı. Ders müfredatından hiçbir şekilde sapma olmuyor. Pazartesi liste verilir, cümleler çarşambaya biter, cuma günü test olur. Öğrenciler sırada ne olduğunu bilir. Keşke Bayan Buchman dünyayı yönetseydi de hayat hep bu kadar kolay olsaydı. *** Saat dokuzu geçti. Yalnızca kapanış tayfası kaldık: iki sürücü, pizzaları yapan yardımcı aşçı ve Marie. “Vera, şehre servise iniyor musun?”

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir