Odun kesiyorsanız, elinize kıymık batacaktır ve bundan kaçış yoktur. SS SUBAYI HEINRICH MÜLLER GESTAPO LĐDERĐ Burası izci kampı değil, izci kampında olmak isteseydik, izci olurduk. RICHARD HELMS ESKĐ CIA BAŞKANI BĐRĐNCĐ BÖLÜM MERKEZ KAFE’DEN GELEN ADAM VĐYANA Büroyu bulmak oldukça güçtü ve özellikle böyle olması istenmişti. Viyana’nın trajik geçmişinden çok, gece hayatıyla tanınan bir bölgesinde, dar bir sokağın sonunda konumlanmış, girişinde yalnızca pirinç bir tabela üzerinde SAVAŞTAN DOĞAN HAK TALEPLERĐ VE TAHKĐKATLAR yazısı olan bir yerdi. Büronun güvenlik sistemi olarak, merkezi Tel Aviv’de olan belirsiz bir firma tarafından kurulmuş çok görkemli ve görünür bir sistem seçilmişti. Kapının üzerine yerleştirilen kamera, tehditkâr bir tavırla, gelenlere dik dik bakıyordu. Buraya randevusuz ve tavsiye 11 mektubu olmaksızın girilemezdi. Ziyaretçiler içeri alınmadan evvel, metal dedektöründen geçmek zorundaydı. Çanta ve bavullar, hiç de arkadaş canlısı olmayan iki güzel kız tarafından kontrol ediliyordu. Kızlardan birinin adı Reveka, diğerininki Sarah’ydı. Ziyaretçi içeri girdiğinde ise, sıra sıra dizilmiş metalik gri renkte dosya dolaplarının bulunduğu, insanda kapalı yerde kalma korkusu uyandıran bir koridordan geçer ve bu esnada kendisine bir görevli eşlik ederdi. Sonra solgun renkte zemini, yüksek tavanları, üzerindeki sayısız kitap ve klasörlerin ağırlığı altında eğilmiş rafların bulunduğu Viya-na’ya özgü bir odaya girilirdi. Kasvetli avluya tepeden bakan, hafif yeşile boyanmış kurşun geçirmez pencereler güzel göründüğü kadar, kötü niyetli kişilerin cesaretini kıracak cinstendi. Orada çalışmakta olan adamın düzensiz, dağınık ortamda kolayca gözden kaçırılabileceği açıktı. Ama bu durum onun özel yeteneğiyle ilgili bir durumdu. Bazen içeri girdiğinizde adamı bir kütüphane merdiveninin tepesine tırmanmış, aradığı kitabı bulmak için rafları altüst ederken görebilirdiniz. Genellikle sigara dumanıyla kaplı masasında oturur, kâğıt yığınlarını ve asla azalmayacakmış gibi görünen dosyaları incelerdi. Bir belegede yazan cümleyi bitirmek üzere zaman ister veya ufak bir ayrıntı üzerinde uzun uzun zaman harcayabilirdi. Sonra ayağa kalkıp, kıpır kıpır kahverengi gözlerini karşısındakine çevirip, çelimsiz elini uzatırdı. Her ne kadar Viyana’da yaşayan herkes Savaştan Doğan Hak Talepleri ve Tahkikatlar Bürosu’nu kimin yönettiğini çok iyi bilse de, adam elinizi sıkarken alçakgönüllülükle, “Eli Lavon,” diye kendini tanıtırdı. Lavon’un iyi bir ismi olmasına rağmen, gömleğinin önünde eksik olmayan kül lekesi, dirsekleri yamalı ve yıpranmış, şampanya rengi ceketiyle pejmürde görünümü rahatsızlık vericiydi. Bazıları gardırobuna önem vermediğini 12 düşünürken, bazıları da onun münzevi bir yaşam sürdüğünü, hatta biraz kaçık olduğunu düşünürlerdi. Bir Đsviçre bankasından, geçmişe dönük zararların karşılanması davasının kazanılmasında ona yardımcı olan bir kadın, onun aşk acısı çektiğini iddia etmişti. Hiç evlenmemiş olması başka nasıl açıklanabilirdi ki? Bazen çok belli olan kendini bir şeylerden mahrum bırakma havası, kimsenin ona dikkat etmediği şeklinde yorumlanabilir miydi? Onunla tanışanların düşünceleri ne olursa olsun, sonuç genellikle değişmezdi. Ona atfedilen şeyler, gerçekleri yansıtmaktan çok uzak olurdu. Adam kendisini görmeye gelenleri bürodaki rahat koltuğa oturturdu. Kızlara telefon bağlamamalarını söyler, sonra başparmağı ve işaretparmağını birleştirip, dudaklarına hafifçe vurmaya başlardı. Kahve lütfen. Bunun üzerine kızlar, duyulmamasına özen göstererek kendi aralarında sıranın kimde olduğunu tartışırlardı. Reveka israil, Hayfalıydı. Parlak ciltli, siyah gözlü bir kızdı. Dikbaşlı ve asabiydi. Sarah ise Boston Üniversitesi’nde soykırım tarihi dersleri almış, Reveka’ya nazaran daha akılcı, daha sabırlı ve bol paralı bir Amerikan Yahudisiydi. Hileye başvurmaktan pek kaçınmaz, hatta kendisine yakıştırmadığı küçük işlerden kaçınmak için düpedüz yalan söylerdi. Reveka, dürüst, değişken mi-zaçli ve kolayca manevra yapabilen bir kız olduğundan, genellikle masanın üzerine gümüş tepsiyi keyifsiz bir havada çarparcasına bırakıp, sonra somurtkan bir yüzle geri götürme işi ona kalırdı. Lavon’un ziyaretçileriyle olan görüşmelerini nasıl yönlendireceği konusunda önceden belirlediği bir tavrı yoktu. Ziyaretçisinin konuyu aktarmasına izin verir, onu sonuna kadar dinlerdi. Kendisiyle ilgili sorulara cevap verme konusunda katı davranmaz, karşısındaki çok ısrarcı davrandığı takdirde, israil’in en yetenekli arkeologunun ülkesinin karmaşa yaşanan topraklarında çalışmak yerine, neden meslek 13 değiştirip Soykırım’ın henüz sonlandırılmamış işleriyle meşgul olmayı seçtiğini anlatırdı. Ama geçmişini tartışmak konusunda gösterdiği istekli tutum bu kadarla sınırlıydı. Ziyaretçilerine 1970’li yılların başlarında Đsrail’in ünlü gizli servisinde çalıştığı kısa dönemden veya kendisine hâlâ servisin yetiştirdiği en iyi görev adamı gözüyle bakıldığından, yaşlanmış annesini görmek için yılda iki kez ziyaret ettiği Đsrail’de sırlarını yeni nesille paylaşmak üzere Tel Aviv’in kuzeyinde yer alan ve çok iyi korunan bir merkeze gittiğinden söz etmezdi. Serviste ona hâlâ “Hayalet” diye hitap ederlerdi. Lavon’un akıl hocalığını yapmış olan Ari Shamron, onun tokalaşırken bile ortadan kaybolabileceğini; söylerdi. Bu pek de abartı sayılmazdı aslında. Ziyaretçileriyle bir aradayken, aynı Shamron’un söz ettiği gibi avına belli etmeden yaklaşan bir avcı kadar sessizdi. Sigarasınının birini söndürmeden diğerini yakan bir adamdı, ama karşısındakinin bundan rahatsız olduğunu anladığında hiç sigara içmezdi. Birçok dile hâkim biri olduğundan, karşısındakiyle onun tercih ettiği herhangi bir dilden konuşabilirdi. Sempatik bir bakışı vardı ve bu hiç değişmezdi, ama bazen gözlerinin ardında bulmacanın parçalarını keşfetmek yolundaki çabasını keşfetmek olasıydı. Karşısındaki sözlerini bitirmeden önce soru sormamayı tercih ederdi. Zamanı çok değerliydi, o nedenle hızlı karar verirdi. Yardım etmesi gerektiği zamanı veya geçmişi kurcalamamanın daha iyi olacağı durumları çok iyi ayırt ederdi. Lavon davanızı üstlenmeye karar verdiğinde, soruşturmasının ilk etap giderlerini karşılamak üzere ufak bir miktar para talep ederdi. Bunu yaparken belirgin bir biçimde utanır, sıkılırdı; karşısındakinin bu parayı ödeyemeyeceği durumlarda, soruşturmayı hiç para almadan yürütmeyi kabul ederdi. Çalışmaları için gerekli kaynağın büyük bölümü yapılan bağışlardan karşılanırdı. Savaştan Doğan Hak Talepleri ile ilgili çalışmalar, sonucu şüpheli ve üzerinden para ka- 14 zanılması oldukça zor bir işti ve Lavon’un kronikleşmiş nakit sıkıntısı vardı. Bütçesinin kaynağı, Viyana’nın belirli zümreleri arasında tartışmalara neden olan bir konuydu. Finansörü, Lavon’un nefret ettiği, kendisini ilgilendirmeyen işlere burnunu sokmaktan çekinmeyen uluslararası Yahudi teşkilatına bağlı yabancı bir Yahudi’ydi. Aslında Avusturya’daki büronun kapatılmasının iyi olacağını düşünen birçok insan vardı ve Eli Lavon tam da bu nedenle günlerini kurşun geçirmez yeşil pencerelerin ardında geçiriyordu. Karın atıştırdığı ocak ayının başlarında bir akşam, Lavon büroda dosya yığınıyla baş başa kalmış, yalnız oturuyordu. O gün hiç ziyaretçisi olmamıştı. Aslına bakılırsa Lavon birkaç gündür ziyaretçi kabul etmiyordu, zamanının büyük bölümünü tek bir davaya ayırmıştı. Reveka kapıdan kafasını uzattığında saat yediydi. Kız tipik bir Đsrailli pervasızlığı içinde, “Karnımız acıktı,” dedi, “bize yiyecek bir şeyler alsana.” Lavon’un hafızası oldukça etkileyici olmasına rağmen, yemek sipariş etmekte pek başarılı değildi. Kafasını kaldırmaksızın, kalemini hayali bir kâğıda, hayali bir şeyler yazıyormuşçasına havada oynattı. “Liste yap Reveka.” Kısa bir süre sonra üzerinde çalıştığı olduğu dosyayı kapattı ve ayağa kalktı. Penceresinin kenarına gelip, karın avludaki siyah kiremitlerin üzerine yavaşça düşmesini izledi. Sonra paltosunu giydi, atkısını boynuna iki kere doladı ve saçları azalmakta olan kafasına bir kep yerleştirdi. Kızların çalıştığı odaya giden holde yürüdü. Reveka’nın masası, Alman askeri dosyalarının siluetleriyle kaplıydı. Mezun olmasına rağmen, sonsuza dek öğrenci kalacak Sarah ise kitap yığının arkasında gizlenmişti. Her zaman olduğu gibi aralarında tartışıyorlardı. Reveka, Tuna Kanalı’nın karşı tarafındaki Hint restoranına sipariş vermek isterken, Sarah Kârntner Caddesi’ndeki Đtalyan kafesinden makarna yemekte ısrar ediyordu. Lavon, bu tartışmaya kayıtsız kalarak, Sarah’nın masası üzerindeki yeni bilgisayarı incelemeye başlamıştı. 15 Tartışmalarını bölerek, “Bu ne zaman geldi?” diye sordu. “Bu sabah.” “Neden yeni bir bilgisayar aldık?” “Çünkü sen, en son bilgisayarını Avustuya’yı Hapsburg yönetirken almıştın.” “Ben yeni bir bilgisayar almanız için size izin vermiş miydim?” Sorusunda tehdit havası yoktu. Kızlar büroyu çekip çevirmede gayet başarılıydı. Masasındaki kâğıt yığını burnunun dibine kadar gelmişken, genelde imzaladığı şeyin ne olduğuna bakmazdı. “Hayır Eli, onaylamamıştın. Bilgisayarın parasını babam verdi.” Lavon gülümsedi. “Baban çok cömert bir adammış. Lütfen benim adıma teşekkür et.” Kızlar yeniden tartışmaya başlamıştı. Tartışma genelde olduğu gibi Sarah’nın istediği şekilde sonuçlanmıştı. Reve-ka listeyi yazdı ve Eli’yi, kâğıdı koluna iğnelemekle tehdit etti. Ama kaybolur endişesiyle vazgeçip, paltosunun cebine tıkıştırdı ve onu hafifçe dürterek yoluna gitmesini ima etti. “Kahve içmek için oyalanma,” dedi, “açlıktan ölmek üzereyiz.” Savaştan Doğan Hak Talepleri ve Tahkikatlar Bürosu’nu terk etmek, içeri girmek kadar zordu. Lavon, girişin hemen yanındaki duvarda duran aletin üzerine birtakım numaralar tuşladı. Aletin onay verdiğini belirtir sesini duyduktan sonra iç kapıyı açıp güvenlik odasına girdi. Dış kapı, iç kapı on saniye içinde kapanana kadar açılmazdı. Lavon kurşun geçirmez cama yüzünü yasladı ve dışarı baktı. Sokağın karşı tarafında, binaları birbirine bağlayan geçidin gölgesi altına gizlenmiş, fötr şapkalı, yağmurluk giymiş geniş omuzlu bir adam duruyordu. Eli Lavon, âdeti olduğu üzere sağını solunu kontrol etmeden ve birçok kez, birçok 16 farklı durumda karşısına çıkmış olan yüzleri hafızasına kaydetmeden, ne Viyana’da, ne de başka bir şehirde sokağa adımını atardı. Bu profesyonel bir zorunluluktu. Uzak mesafeden ve yetersiz ışık altında duruyor olsa bile, son günlerde sokağın karşısında bu adamı birkaç kez gördüğünün bilincindeydi. Kütüphane memurunun kitap kartlarını incelemesi gibi, daha önce gördüklerine referans teşkil edecek olayları hatırlayana dek hafızasını gözden geçirdi, işte, burada. Ju-denplatz, iki gün önce… Amerika’dan gelen muhabirle kahve içerken beni takip eden sendin. Tekrar kartına geri döndü ve adamla ilgili yeni bir şey hatırladı. Sterngasse’deki barın penceresi. Aynı adam, bu kez başında fötr şapka yok, Lavon’u, bürosunda geçirdiği perişan bir gün sonrasında kutsal kitapta yazanları hatırlatırcasına yağan korkunç yağmurdan kaçarak geldiği barda, sözde belli etmeden onu birasının üzerinden inceleyen adam. Adamla ilgili üçüncü olayı hatırlaması biraz daha zaman aldı, ama her şeye rağmen başardı. Đki numaralı tramvay, iş çıkışı dolayısıyla yoğun saatler… Lavon, kırmızı yüzlü, nefesi domuz sosisi ve kayısı likörü kokan bir adam tarafından kapı tarafında sıkıştırılmıştı. Fötr şapka, kendine nasıl olduysa oturacak bir yer bulmuş, biletinin ucuyla tırnaklarını temizliyordu. Lavon o an, adamın bir şeyleri temizlemekten zevk alan biri olduğunu düşünmüştü. Belki hayatını bir şeyleri temizleyerek kazanıyordu. Lavon geriye dönerek, dahili haberleşme cihazına bastı. Cevap yoktu. Haydi kızlpr. Tekrar denedi ve omzunun üzerinden baktı. Fötr şapka ve yağmurluk gitmişti. Hoparlörden bir ses duyuldu. Reveka’nın sesi. “Eli, yoksa şimdiden listeyi kaybettin mi?” Lavon başparmağını cihazın tuşuna basılı tutuyordu. “Dışarı çıkın! HemenF 17 Viyana’da Ölüm – F: 2 Lavon birkaç saniye sonra koridordaki ayak seslerini duydu. Kızlar hemen önünde, camdan bir duvarın gerisinde belirmişlerdi. Reveka soğukkanlı hareketlerle şifreyi girerken Sarah, ellerini cam duvara yaslamış, gözlerini Lavon’a dikmiş bir halde sessizce kızın yanında duruyordu. Lavon, patlamayı duyduğunu asla hatırlamıyordu. Reveka ve Sarah, ateş topundan bir girdabın içinde kaybolmuş, sonra patlamanın kavurucu etkisiyle sürüklenmişlerdi. Kapı, dışarıya doğru infilak etmişti. Lavon’un kollan açılmış, s’rtı jimnastikçilere benzer bir kavis almış, oyuncak gibi havalanmıştı. Sanki rüyasında uçuyordu. Sürekli dönuyormuş gibi hissetmişti. Patlamanın verdiği sıkışmayla ilgili hiçbir şey hatırlamıyordu. Tek bildiği, kırık cam yağmuru altında, karların üzerinde sırtüstü yattığıydı. “Kızlarım,” diye fısıldamıştı, karanlığın içine doğru çekilirken, “benim güzel kızlarım.” 18 VENEDĐK Burası, Cannaregio’nun sesftere’sinde, yoksul cemaat için inşa edilmiş tuğla renkli, ufak bir kiliseydi. Kilisenin restorasyonuyla uğraşan adam, büyük ve süslü kapının altında mükemmel biçimde tasarlanmış hilal şeklindeki aralığın karşısında bir an için durdu ve su geçirmez paltosunun cebinden anahtarları çıkardı. Meşe ağacından yapılmış, iri başlı çivilerle süslü kapının kilidini açıp içeri süzüldü. Balmumu ve rutubet kokusuyla ağırlaşmış eski ve soğuk hava, yanaklarını okşuyordu. Yarım aydınlık ortamda bir süre hareketsiz durdu, sonra mahrem Yunan Hacı’nın 19 bulunduğu, kilisenin diğer kısımlarından daha yüksek olan dar ve uzun orta kısma yöneldi. Burası, kilisenin sağ tarafında kalan Aziz Jerome Şapeli’nin karşısındaki bölümdü. Adam oldukça rahat tavırlarla, sanki hiç efor sarf etmeksizin yürüyordu. Bacaklarının dışa doğru hafifçe bükülmesi, kendinden emin bir biçimde ve hızlı hareket ettiğinin bir göstergesiydi sanki. Çenesine doğru daralan, uzun bir yüzü vardı. Burnu, tahtadan oyulmuşçasına ince ve uzundu. Yüz kemikleri genişti, huzursuz yeşil gözleri, Rusya’nın bozkırlarını andırıyordu. Siyah saçları kısa kesilmiş, şakakları gri-leşmişti. Yüzü, birçok millete ait olabilecek bir yüzdü ve adam birçok yerde işine yarayan, Allah vergisi dil öğrenme yeteneğine sahipti. Venedik’te Mario Delvecchio adıyla tanınıyordu. Ama bu onun gerçek adı değildi. Mihrabın arkasında duran resim, katranlı muşamba ile kaplanmış yapı iskelesinin arkasına gizlenmişti. Adam alüminyum boruya tutunarak, sessizce yukarı tırmanmaya başladı. Çalışma platformu, bir önceki öğleden sonrasında bıraktığı gibi duruyordu: Fırçaları ve paleti, boyaları ve boya inceltici sıvısı, hepsi yerli yerindeydi. Floresan lambaların düğmesini çevirdi. Giovanni Bellini’nin muhteşem mihrap resmi, yoğun ışığın altında adeta kor halinde görünüyordu. Resmin sol tarafında Aziz Christopher, bacaklarını açmış duruyordu. Karşısında ise elinde piskopos asası, başında tacı, omuzlarına attığı bir yüzü kabartmalı kırmızı ve altın rengi pelerinle, Toulouse’iu Aziz Louis vardı. Hepsinin üzerinde, onlara paralel ikinci bir düzlemde Aziz Jerome, yol yol gri-kahverengi bulutlarla kaplı titrek mavi gökyüzünün altında, ilahiler Kitabı’m önüne açmış bir halde resmedilmişti. Her aziz, Tanrı’yla baş başa, diğerinden ayrı tasvir edilmişti. Tecrit edilme o kadar güzel bir bütünlük içinde verilmişti ki, resme bakmak insana acı veriyordu. Seksenli yaşlarına gelmiş bir adamın şaheseriydi bu. Adam kule gibi yükselen panelin önünde hiç hareket et- 20 meden duruyordu. Sanki Bellini’nin yetenekli ellerinden çıkmış dördüncü bir figür gibiydi. Zihninin bu manzara karşısında sürüklenip gitmesini istiyormuş gibiydi. Bir süre sonra paletinin üzerine Mowolith 20 boya sıvısından döküp, üzerine boya ilave etti, sonra yeterli kıvama gelinceye kadar, Arcosolve boya incelticisiyle karıştırdı. Başını kaldırıp resme baktı. Renklerin sıcaklığı ve zenginliği, sanat tarihçisi Raimond Van Marle’yi, resimdeki elin Titian tarafından tamamlandığına inanmasına yol açmıştı. Restorasyon işiyle uğraşan adam, Van Marle’ye olan saygısında kusur etmeksizin, onun talihsiz bir hata yaptığına inanıyordu. Adam her iki sanatçının çalışmalarını yeniden restore etmişti ve onların fırça darbelerini, gözünün önündeki güneşin hatları gibi iyi tanıyordu. San Giovanni Crisostomo Kilisesi’nin mihrap resmi Bellini’nindi ve yalnızca Bellini’ye aitti. Ayrıca resmin yapıldığı zamanlarda Titian, umutsuzca Venedik’in en ünlü ressamı olma unvanını Bellini’nin elinden almaya çalışıyordu. Adam, Giovanni’nin dikbaşlı Titi-an’ı böylesine önemli bir görev için davet edebileceğine inanmıyordu. Van Marle ev ödevini iyi yapmış olsaydı, kendini böylesine gülünç bir duruma düşürmeyecekti. Adam eldivenlerini eline geçirdi ve dikkatini Aziz Chris-topher’ın gül renkli tuniğine verdi. Resim, yıllar boyu ihmal edilmişliğin acısını çekiyordu. Büyük ısı değişimlerinin, tütsülerin ve mum islerin sürekli saldırısından çok olumsuz etkilenmişti. Christopher’ın elbisesi, ilk günlerdeki ihtişamını kaybetmiş ve yüzeye çıkan pentimenti adalarının kötü etkisinde kalmıştı. Adam, resmin baştan aşağı yenilenmesi konusunda yetkiyle donatılmış, konusunda otorite kabul edilen biriydi. Görevi, resmi eski görkemine yeniden kavuşturmak ve bunu yaparken de işe, bir kalpazanın elinden çıkmış görüntüsü vermemekti. Kısacası, işini bitirip gittiğinde, resmin sanki hiç dokunulmamış veya müdahalelerin bizzat Bellini tarafından yapılmış gibi durmasını istiyordu. 21 Adam iki saat boyunca yalnız başına çalıştı. Sessizliği, sokaktan gelen ayak sesleri ve alüminyum kepenklerin takırtısı bozmuştu. Adamın yalnızlığı, Venedikli meşhur mihrap temizleyicisi Adrianna Zinetti’nin gelmesiyle saat on civarlarında sona ererdi. Kadın örtünün altından kafasını uzatıp ona iyi sabahlar dilerdi. Rahatsız edilmekten hoşlanmayan adam büyüteç miğferini kaldırarak, üzerinde durduğu platformun kenarından aşağı bakardı. Adrianna öyle bir yerde dururdu ki, giydiği bluzun altında görünen muhteşem güzellikteki göğüslerine bakmamak neredeyse imkânsızdı. Adam ciddi tavırlarla kafasını sallar, sonra kadının kendi yapı iskelesine bir kedi gibi güvenli hareketlerle tırmanmasını izlerdi. Adrianna onun eski banliyöde oturan Yahudi bir kadınla yaşadığını biliyordu, ama her fırsatta adamla flört etmekten kaçınmazdı. imalı bir bakışın veya “kazara” dokunmanın, onun savunmasını çökerteceğini düşünürdü. Adam onun dünyaya bakışındaki sadeliği kıskanıyordu. Adrianna sanattan, Venedik yemeklerinden ve erkeklerin kendisine tapmasından hoşlanırdı. Bunlar dışında kafasına bir şey takmazdı.
Daniel Silva – Viyanada Ölüm
PDF Kitap İndir |