Elliot Skell – Benzersiz Ev – Kara Akbaba Gecesi

Sandalyenin tekerlekleri gıcırdadı. Hasırdan yapılmış eski bir sandalyeydi, tekerlekleri plastiktendi ama yılların yüküyle sertleşip çatlamışlardı. Sandalye odada gezindikçe tekerlekler gıcırdıyor, durunca sesleri kesiliyor, hareketlenince yine gıcırdıyorlardı. Burası odadan ziyade, tavandan sarkan bir sıra cam fenerin sarı ışığıyla aydınlanan uzun ve yüksek tavanlı büyük bir salondu. Zemin mermer kaplıydı ve iki yan duvarda tepeye kadar kırmızı ahşaptan raflar diziliydi. Salon boyunca raflardan aşağı bakan, ta tavana kadar sıralanmış bir dolu surat vardı. Ahşaptan, kağıttan, porselenden ya da balmumundan yapılmışlardı. Kimi küçük, kimi büyüktü. Kimi gülüyor, kimi somurtuyordu. Kiminin ipler tutturulmuş bir gövdesi; kimininse altında, bir elin girebileceği genişlikte, silindir şeklinde basit bir kumaş parçası vardı. Masum çocukların, kan kırmızısı teni ve alev saçan gözleriyle cadıların, iyi kalpli devlerin, inildeyen ve acı çığlıklar koparan iblislerin yüzleriydi bunlar. Fenerlerin sarı ışığı altında, iyisiyle kötüsüyle tüm dünya burada temsil ediliyordu sanki. Fakat odadaki tek gerçek insan, tekerlekli sandalyedeki adamdı. Yaşlıydı ve eski zamanlardan kalma bir gemi kaptanı üniformasından modellenmişe benzeyen, altın sarısı kordonlarla bezeli mavi bir ceket giymişti. Beyaz saçları çok seyrek, ama ceketinin yakasına dökülecek kadar uzundu. Yassı bir burnu vardı ve dudakları adeta sabit bir memnuniyetsizlik ifadesiyle sımsıkı kapalıydı. Çenesini göğsüne gömmüştü ve boynundaki sertleşme yüzünden başını kaldıramıyordu. Raflara bakabilmesinin tek yolu, gözlerini olabildiğince yukarı döndürmekti. Sağ elinde kocaman bir yakut yüzük vardı. Elleriyle sandalyenin tekerleklerini döndürdükçe, yüzük parıldayıp ışık saçıyordu. Salon boyunca i lerliyordu adam; bir ara durup gözlerini yukarı çevirdi, yüzlerden birine baktı, sonra tekrar yoluna devam etti. Bazen neredeyse insanı sağır edebilecek kadar yükselen tekerlek gıcırtısı onu rahatsız etmezdi. Fakat başkalarını rahatsız ediyor ve böylece herkesi uzak tutmaya yarıyordu. Yine durdu. Gözü raflardan birindeki bir figüre takıldı. Sivri burnu ve delici siyah gözleriyle şeytani, kin dolu bir yüzü vardı. Yaşlı adam bir anısını hatırlayarak uzun uzun seyretti onu. Derken arkasında bir ses duydu. Ama nereden geldiğini görebilecek kadar çeviremedi başını. Ayak sesleri duydu. 2 “Kimsin?” diye sordu, kaşlarını çatıp cevap bekledi. “Kim var orada?” Cevap gelmedi. Adam tekerleklerden birini sabit tutup diğerini itti. Sandalye korkunç tiz bir ses çıkararak döndü. Arkasında, siyah giysilerinin üzerine uzun başlıklı bir pelerin geçirmiş genç bir adam duruyordu. “Ne istiyorsun?” diye sordu yaşlı adam. “Gelip sizi almam söylendi.” “Sen mi alacaksın? Daha önce seni göndermemişlerdi hiç. Wilson’la Tate nerede?” “Başka yere çağırıldılar.” “Başka yere mi çağırıldılar? Ne için? Buraya gelip beni almaktan daha önemli ne olabilir?” Genç adam omuzlarını silkti. “Tek başınasın. Aşağı inmem için iki kişi gerekiyor.” “Halledebilirim.” Yaşlı adam derin bir nefes aldı. “Çok erkencisin. Ne zaman gelmen gerektiğini söylemediler mi sana? Hadi git de yanına birini alıp gel.” “Şimdi gelmem söylendi.” “Daha çok erken!” dedi yaşlı adam öfkeyle. “Tek istediğim haftada bir kez burada yalnız başıma bir saat geçirmek. Şu ceketi giymeye mecbur bırakıldığımdan beri bir tek bunu istedim. Çok mu yani? Bunu da mı yapamayacağım?” “Benimle ilgisi yok. Ben ne söylenirse onu yaparım.” “Öyleyse dediğimi yap. Git, yarım saat sonra yanına birini alıp gel!” 3 Genç adam başını iki yana salladı. Sandalyenin arkasına geçti, tutaklarından kavrayıp itmeye başladı. Yaşlı adam tekerlekleri durdurmaya çalıştı, ama genç adama direnecek gücü yoktu; tekerlekler avuçlarının içinde kayıp döndü. Bağırdı, ama tekerleklerin gıcırtısı sesini bastırıyordu. Salonun sonundaki kapıya vardılar. Uzun, yüzden fazla basamaklı, düz bir merdiven uzanıyordu aşağıya. Salon, kapalı avlulu bir binanın en üst katındaydı. Yaşh adam tekerlekli sandalye kullanmaya başladıktan sonra bile, kuklalarının daha rahat girip çıkabileceği bir yere taşınmasını reddetmişti. Her hafta merdivenlerden yukarı taşınması ve sonra da aşağı indirilmesi gerekiyordu; aşağıda da bir başka hasırdan tekerlekli sandalye hazır beklerdi. Karşısında merdivenler vardı. Dik taş basamaklar göz alabildiğince aşağı uzanıyordu. “Sana söylüyorum,” diye bağırdı, “inmem için iki kişi gerekiyor!” “Bugün değil,” dedi arkasındalci adam ve sandalyeyi aşağı itti. 4 * 2 Gncesi Bu, Omniya Halibut’ın ve on iki çeyrek yaşındayken içine düştüğü sıra dışı olayların hikayesi. Az önce anlattığım suç işlendiği sırada Omniya Kukla Salonu’nda değildi. Salonun varlığından haberdardı aslında, ama o upuzun merdivenlerden yukarı çıkmamıştı hiç. Fakat işte o salonda yaşanan şey çok geçmeden Omniya’yı öylesine sıra dışı bir hikayeye dahil edecekti, belki bazı okurlar -fazla olmaz umarım- yaşananların gerçekliğinden şüphe bile edebilir. Ancak, başlamadan önce, Kukla Salonu diye bır yerin nasıl var olduğunu ve orada neden mavi bir kaptan ceketi giymiş, parmağında koca bir yakut yüzük olan, tekerlekli sandalyeli yaşb bir adamın gezindiğini bilmeniz gerekiyor. Başka bir deyişle, genelde yapıldığı gibi, ilerlemeden önce geriye dönmemiz gerekiyor. Omniya doğmadan uzun zaman önce yüz yıl önce, yüz yıldan bir yüz yıl daha önce ve hatta ondan da 5 önce, sisli bir gecede, aysız gökyüzünün altında Pettifog diye küçük bir kasabanın ıssız kumsalına bir sandal yanaştı ve içinden Kaptan Hepgenç C. Halibut indi. Beraberinde sıkıca mühürlenmiş altı tane büyük sandık ve Digby adında ufak tefek bir adam getirmişti. Kaptan Halibut’la Digby, sandıkları indirdikten sonra sandalı kumsalda ateşe ve.rdiler; bir tek Pettifog gözetleme kulesindeki liman şefinin görebileceği büyüklükte alevler yükseldi, hepsi o. Kaptan Halibut’la Digby’nin o geceyi nasıl geçirdiğini ya da sandıklardan ne çıktığını kimse bilmiyor. Şafak söktüğünde iki adam yaban arazilere doğru yola koyuldular. Ertesi sabah liman şefi teftişe geldiğinde, sadece sandaldan geriye kalan kapkara köz parçaları bulda; onlar da çoktan gelgite kapılmış, sürüklenip gidiyordu. Üç yıl boyunca ne kaptanı ne de yardımcısını gören oldu. Sonra sonra, bu süre içinde ne yaptıklarına dair dedikodular dolaşmaya başladı. Sıradağların arasındaki derin vadileri kazarak elmas ararken görüldüklerini iddia edenler oldu. Bazıları ücra, ıssız yollarda tam da onların eşkalinde iki adam tarafından durdurulup soyulduklarını iddia etti. Bazıları batıda bir vadide -ya da bazen güneyde, bazen kuzeyde- uçsuz bucaksız bir tarlada binlerce işçiyi köle gibi çalıştırdıklarına şahit olan insanlar tanıyan insanlarla konuştuklarını iddia etti. Bir de sonraları, aslında Hepgenç C. Halibut’ın o ilk gece altı mühürlü sandığın içinde büyük hazinesini getirdiğini ve yardımcısıyla birlikte ortadan kaybolduğu süre 6 boyunca hazinenin Pettifog’un dışındaki kumsalda gömülü durduğunu iddia edenler oldu. Gerçek her neydiyse, o geceden üç yıl sonra, iki adam yabandan çıkıp kasabaya geldiler. Kaptan kasabanın en büyük otelinde bir oda tuttu ve arazi satın almak istediğini duyurdu. Ödemeyi altmla yapacağı ve fiyat konusunda pazarlığa girmeyeceği söylentisi yayılınca; çok geçmeden, ta sokaktan başlayıp otele, merdivenlerden yukarıya, oradan da kaptanın odasının olduğu koridora uzanan bir kuyruk oluştu. Kaptan parasını idareli bir şekilde dağıtmak üzere bir masanın gerisinde, yüzü kapıya dönük oturuyordu. Onu o gün görenler bir daha asla unutmadılar. Altın sarısı kordonları olan mavi bir kaptan ceketi giymişti ve parmağında kocaman bir yakut yüzük parıldıyordu. Önce, kasabanın dışında, kimsenin istemediği, işe yaramaz arazilerin tapu senetleriyle belediye başkanı geldi. Kaptan hepsini satın aldı. Civarda başka alabileceği ne varsa onları da aldı. Günün sonunda kasabanın on katı büyüklüğünde malı mülkü; bir sürü tepesi ve vadisi, gölü ve akarsuyu, korusu ve bataklığı olmuştu. Peki kaptan kendine mal mülk alırken yardımcısı neredeydi? Ufak tefek, kimselere benzemeyen tuhaf adam Pettifog’un caddelerinde koşuşturuyor, tuğla taşıyabilecek ya da eli kürek tutacak kadar güçlü görünen kim varsa kulağına bir şeyler fısıldıyordu. Mağaza görevlileri tezgahlarından çıkıp geliyor; sarhoşlar önce şaşkınlıkla bakıyor, sonra hemen ayak- ‘1 !anıyorlardı. Kısa süre içinde Pettifog’da, kasabanın işlerini yürütecek, çalışacak kadar dinç kimse kalmamıştı. Kasabanın işverenleri sokaklara çıkıp kaygıyla birbirlerine baktılar. Ertesi sabah Kaptan Halibut ile Digby işe aldıkları insanlarla birlikte Pettifog’un dışına doğru yürümeye başlayınca, hem müşterilerinin hem de çalışanlarııun önlerinden geçip gittiğini gören dükkan sahiplerine de kapılarını kilitleyip kafileye katılmaktan başka seçenek kalmamıştı. Pettifog’da kimse kalmadı. Denizden yayılan sis sokakları kaplayıp bomboş şehrin üzerine çöktü. Ziyaretçiler tahta çakılmış pencerelerle, kilit vurulmuş kapılarla karşılaştı. Fakat çok azı aldırış etti bu duruma, çünkü zaten pek çoğu kaptanın arazisine doğru gidiyordu. Kaptanla yardımcısı nitelikli işçi arıyorlardı ve teklif götürdükleri her kişinin ardından on kişi, elli kişi, yüz kişi daha talip oldu. Kaptanın yeni arazisinde herkese iş vardı. Kasabanın kuzeyinde büyük bir inşaat olduğunu duyan her çeşit, her ulustan duvar ustası, marangoz, oymacı, tuğlacı, fayansçı, muslukçu, sıvacı, boyacı ve işçi Pettifog’un boş sokaklarını arşınlayıp geldi. İhtiyaçları karşılanması gereken bir ordu dolusu çalışan vardı artık; kısa süre sonra doktorlar, dişçiler, aşçılar ve terziler de geldi. Kaptanın Pettifog’un dışındaki yeni arazisinde, onun için çalışan muazzam büyüklükte bir kamp oluşmuştu. Önce, kaptanın satın aldığı uçsuz bucaksız arazinin etrafını çeviren, kilometrelerce uzunlukta bir duvar yükseldi. Sonra da epey içerilerdeki tepeler8 den birinin üzerinde bir bina belirmeye başladı, en üstünde iki kocaman yuvarlak penceresi olan yüce bir kuleye dönüşene kadar da yükselmeye devam etti. Diğer yapılar onun etrafına yerleşti. Binalar arazide kalın bir küf tabakası gibi yayılıyordu. Çatılarının üzerindeyse döner kuleler, çan kuleleri ve bacalardan bir orman bitti. Sonu yokmuş gibi görünen inşaatın planları altı mühürlü sandığın birinden çıkmıştı ve kaptan saatlerce oturup onları inceliyor ya da koltuğunun altına sıkıştırıp o bina senin bu bina benim geziyordu. Bu geziler sırasında Digby de yanında oluyor, çalışanlara direktif veriyor ya da gidişatı kontrol ediyordu. Kaptan ve yardımcısı dışında kimse planları görmemişti ve yapı öylesine büyüktü ki, çalışanların tek bildiği her bölümün inşasının sürmekte olduğuydu, o kadar. Kaptan ve yardımcısından başka kimse inşaatın ne kadar büyük olduğunu ya da bütün bölümlerin birbiriyle nasıl birleştiğini söyleyemezdi. Sonraları, kaptan ile Digby’nin gizlice binaların tam ortasına, Büyük Kule’nin tam altına, ta temele kadar kazarak kaptanın hazinesi için bir oda inşa ettikleri söylentisi yayıldı. Söylentinin bir başka türevi de, gizli odanın özel seçilmiş on adama yaptırıldığıydı. Ama bu on adamdan birine bile rastlayan olmadı ve odanın inşaatı bittikten sonra mı ortadan kayboldular -belki de öldürülüp kendi yaptıkları döşemenin altına gömülmüşlerdi- yoksa zaten başından beri böyle bir ekip hiç yok muydu, kimse öğrenemedi. 9 Zorlu inşaat beş yıl sürdü ve beş yılın sonunda arazinin ortasında bahçeler, korular ve batakltklarla kuşatılmış acayip bir binalar ve kuleler demeti yükseliyordu; tıpkı dört yanı karayla çevrili bir denizin içinde yükselen kayalık ve tepelik bir ada gibiydi. Arazi o kadar genişti ki, ortasındaki binalarla, etrafını çeviren duvarın arasında, kilometrelerce mesafe vardı. Kaptan duvara tek bir kapı açılmasına izin vermişti. İş bitince çalışanlar ordusu dışarı çıkarıldı ve kapı arkalarından kilitlendi. Çıkınca dönüp arkalarına baktılar ve kapının üzerindeki taşa oyulmuş iki sözcük gördüler. Okuma bilenler bilmeyenlere söyledi. Bu iki sözcük, kulaktan kulağa çığ gibi yayıldı. Benzersiz Ev İşte böylece ev tamamlanmış oldu; adı ‘ev’di gerçi ama bırakın evi, malikane de dense saray da, Pettifog’un dışında yükselen böylesine devasa, acayip bir şeyi tarif etmeye yetmezdi. Bilindiği kadarıyla bu devasa şeyin içinde, etrafını çeviren duvarın ardında, yankılı koridorlarında, insanın başını döndüren merdivenlerin üzerinde, binlerce odasında, çatı katlarında ve kulelerin içindeki odalarda sadece Kaptan ve yardımcısı yaşıyordu. Kaptan buranın adını Benzersiz Ev koymuştu, çünkü bu tek kapılı uzun duvarın içinde yükselen yapının bir benzeri daha yoktu – hatta böylesi daha önce hayal bile edilmemişti. Fakat bir süre sonra 10 Pettifog sakinleri ” Keşke böyle bir ev hiç yapılmasaydı,” demeye başladılar. İnşaat bittikten sonra kendi evlerine dönmüşler, kilitleri açıp pencerelerindeki tahtaları çıkarmışlardı, ama kasabadaki hayat asla eskisi gibi olmadı. İnsanlar sürekli olarak birileri tarafından gözetlendikleri hissine kapıldı. Evin ortasındaki karanlık, alabildiğine uzanan kulenin görüş alanına girmeyen yer yoktu. En tepedeki iki pencere, bir çift fal taşı gibi açılmış göz misali kasabayı izliyordu sanki. İnsanlar evin iki sakininin, yani bir pencereden kaptanın, öbür pencereden yardımcısının onlara baktığını düşünüyordu. Haylaz çocukları, “Kaptan görürse gelir, seni alıp götürür” diye korkutuyorlardı. Evin inşasına bulaştıklarına pişman oldular. Ne yaptıklarını ancak şimdi, iş işten geçince anlayabilmişlerdi. Kaptandan, sonsuza dek tepelerinde dikilecek bir yer yapmak için para almışlardı. Ama kaptan kuleden izliyorcluysa bile, yaramaz çocukları almaya gelmedi. Son çalışanları da işten çıkarıp arkalarından kapıyı kapadığından beri, onu duvarın dışında gören olmamıştı.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir