Harper Lee – Tespih Ağacının Gölgesinde

Atlanta’ dan beri, adeta fiziksel bir keyif alarak, vagonunun camından dışarıya bakmıştı. Sabah kahvesini içerken Georgia’nın son tepelerinin de geri çekilip uzaklaşmasını, kırmızı toprağın belirişini izledi; o toprakla birlikte ortaya çıkan, süpürülmüş avluların ortasındaki teneke damlı evleri, avlularda gövermiş, beyaz badanalı lastiklerin çevirdiği, olmazsa olmaz mine çiçeklerini. Boyanmamış bir Zenci evinin tepesindeki ilk televizyon antenini görünce sırıttı; antenler çoğaldıkça neşesi de arttı. Jean Louise Finch bu yolculuğu her zaman uçakla yapardı, ama bu kez, yani evine yaphğı yıllık ziyaretlerin beşincisinde New York’tan Maycomb’a trenle gitmeye karar vermişti. Nedenlerden biri, son bindiği uçakta korkudan ödünün patlamış olmasıydı; pilot bir hortumun tam ortasından geçmekte hiçbir sakınca görmemişti. Bir başka neden de, eve havayoluyla gitmek demek, babasının sabahın üçünde kalkması, onu Mobile’ da karşılamak üzere yüz altmış kilometre yol katetmesi, sonra da işe gidip akşama kadar çalışması demekti; yetmiş iki yaşına gelmiş birine bunu yapmak haksızlıktı. Trenle gelmeye karar verdiğine memnundu. Trenler çocukluğundan bu yana değişmişti ve bu deneyimin yeniliği onu eğlendiriyordu: Duvardaki bir düğmeye basınca, karşısında şişman, cin gibi bir yataklı vagon görevlisi belirdi; tek bir buyruğuyla, bir başka duvardan paslanmaz çelik bir lavabo fırladı; bir de, insanın ayağını üzerine dayayabildiği bir tuvalet vardı. Komparhmarun – odaak deniyordu bunlara- dört bir tarafına asılmış çeşitli duyuru levhalarından brsmamaya kararlıydı, ama dün gece yatmaya yeltendiğinde, BU KOLU YATAK KENETLERİNİN ÜZERİNE İNDİRİN talimabru görmezden geldiği için, yatakla birlikte katlanıp duvarın içine hapsolmayı becermiş, yatarken sadece pijamasının üstünü giymek gibi bir alışkanlığı olduğundan, mahcup bir halde görevlinin sorunu gidermesini beklemişti. Şansı varmış ki, kapan onunla birlikte şak diye kapandığında, adam koridorda devriye gezmekteydi. Duvarın içinden gelen vuruşlara cevaben, “Çıkaracağım oradan sizi, bayan,” diye seslendi. “Hayu, lütfen,” dedi Jean Louise. “Yalnızca nasıl çıkacağımı söyle, yeter.” “Sırbm dönük yapabilirim,” dedi adam, dediğini de yapb. O sabah uyandığında, tren Atlanta bahçelerinin önü sıra takırdayarak ilerliyor, makaslardan geçiyordu, ama komparbmanındaki bir başka levhaya boyun eğdi ve College Park yanlarından şimşek hızıyla geçip gidene kadar yatağından çıkmadı.


Giyinme vakti gelince, tipik Maycomb kılığına büründü: Gri pantolon, siyah, kolsuz bir bluz, beyaz çoraplar ve makosenler. Aralarındaki dört saatlik mesafeye karşın, halasının hoşnutsuzlukla hıh’ladığını duyabiliyordu. Dördüncü kahvesini yudumlamaya başladığında, Crescent Limited düdüğünü çaldı, kuzeye giden yoldaşını dev bir kaz misali selamladı ve Chattahoochee’nin üzerinden gürleyerek geçip Alabama’ya girdi. Chattahoochee geniş, düz ve çamurludur. Sulan bugün alçakb; san bir sığlık ırmağın akışını yalnızca bir damlamaya dönüştürmüştü. Belki kışın şak.ıyordur, diye düşündü: O şiirin tek bir dizesini bile anımsayamıyorum. Çığlık çığlığa vadilerden iniyor? Hayır. Şair saksağanlar mı demişti yoksa çağlayanlar mı? 8 Sidney Lamier az biraz, uzun zaman önce ölen, özel edebiyat dağarcığı Black Belt’ ten* Bayou La Batre kasabasına kadar uzanan kuzenim Joshua Singleton St. Clair gibi biriydi herhalde, diye düşününce, kahkahaları koyverme dürtüsünü sertçe bashrdı. Jean Louise’in halası ikide bir Kuzen Joshua’yı ailedeki kolay kolay karşı çıkılamayacak bir örnek olarak kızın karşısına dikerdi: Tam bir erkek güzeliydi, bir şairdi, ne yazık ki yaşamının baharında dalından koparılmışh; J e� Louise onun bir zamanlar ailenin yüz akı olduğunu mutlaka anımsıyordu herhalde? Resimleri aileye itibar kazandırırdı – Kuzen Joshua, kılıksız bir Algemon Swinbume’i andırıyordu. Jean Louise babasından dinlediği öykünün devamını hahrlayınca kendi kendine gülümsedi. Kuzen Joshua dalından koparılmışh, doğru, ama Tanrı’ nın eliyle değil, Sezar’ ın askerleri tarafından: Üniversitedeyken Kuzen Joshua çok fazla ders çalışmış, çok fazla düşünmüştü; işin aslı okuya okuya kendini on dokuzuncu yüzyılın dışına çıkarıvermişti. Sırhna Invemess tarzı denen bir pelerin alır, bizzat tasarlayıp bir demirciye yaphrdığı, baldırlarına kadar çıkan deri çizmeler giyerdi. Bir lağım müfettişinden hallice olduğunu düşündüğü üniversite rektörüne ateş ettiğinde, yetkililerin tavrı karşısında büyük bir hayal kırıklığına uğradı.

Görüşü hiç kuşkusuz doğruydu, ama ölümcül bir silahla saldın suçu için oldukça kof bir gerekçeydi. Yüklüce bir miktar paranın elden ele geçmesinden sonra, Kuzen Joshua demiryolunun diğer tarafına götürüldü ve davranışlarından mesul olmayanlar için açılmış bir devlet kurumuna yerleştirildi, ömrünün sonuna kadar da orada kaldı. Her bakımdan mantıklı, aklı başında olduğunu söylerlerdi, ta ki birinin ağzından o rektörün adı çıkıncaya kadar; işte o zaman Joshua’run yüzü allak bullak olur, tek ayak * Kara Kuşak: Dövüş sanatlarına ilişkin haberleri, teknikleri duyuran ve bu sporun ünlülerini tanıtan bir dergi. (ç.n.) 9 üzerinde dikilip çığlık çığlığa öten bir turna kesilirmiş; bu hali sekiz-dokuz saat sürermiş ve bacağını indirmeyi hiç kimse başaramazmış, ta ki o adamı unutuncaya dek. Kafasının açık olduğu günler Kuzen Joshua Yunanca okurmuş; arkasında, Tuscaloosa’ daki bir matbaaya özel olarak basbrdığı ince bir şiir kitabı bırakmış. Şiirler zamanın öyle ötesindeydi ki, deşifre etmeyi henüz hiç kimse başaramamışb; yine de, Jean Louise’in halası kitabı oturma odasındaki bir sehpanın üzerinde güya kayıtsızca ama göze çarpacak biçimde sergilemeye özen gösterirdi. Jean Louise yüksek sesle güldü, sonra duyan oldu mu diye etrafına bakındı. Babası, kız kardeşi Alexandra’ nın herhangi bir Finch’in Tanrı vergisi üstünlüğüne ilişkin söylevlerini çürütmenin bir yolunu bulmuştu: Her seferinde kızına öykünün kalanını anlamdı, sakince ve vakarla; öte yandan, Jean Louise bazen Atticus Finch’in gözlerinde zındıklığı yadsınamaz bir ışılb gördüğü duygusuna kapılırdı; yoksa gözlük camlarına vuran ışık mıydı yalnızca? Hiç bilemedi. Kırsal alan ve tren sakinleşmiş, tatlılıkla yuvarlanmaktaydı, Jean Louise’in camdan ufka kadar gördüğü tek şey, otlaklarla kara ineklerdi. Buranın çok güzel bir ülke olduğunu neden daha önce hiç düşünmemişti? Montgomery istasyonu, Alabama’ daki bir dirseğin kuytusuna sığıruruşb; bacaklarını hareket ettirmek için trenden inince, onu hırpaniliği, ışıklan ve tuhaf kokularıyla geri dönen bir aşinalık karşıladı. Bir şey eksik, diye düşündü. Tamam, şu aşın ısıtılmış ray-milleri. Bir adam elinde kol demiriyle tren boyunca ilerler.

Madeni bir çatırb duyulur, sonra s-sss-sss, buhar püskürür ve kendini alttan ısınan ve sofrada yemeği sıcak tutan şu metalik aygıtta sanırsın. Eh, bunlar artık petrolle çalışıyor. Hiçbir neden yokken, içini kadim bir korku kemirmeye başladı. Bu istasyona yirmi yıldır ayak basmamışh; o zaman çocuktu ve Atticus’la birlikte başkente gidiyordu, iki yana yalpalayıp du10 ran tren ya ırmağın kıyısında devrilip suya gömülür de hepimizi boğarsa diye ödü kopmuştu. Ama eve dönmek üzere yeniden trene bindiğinde, unutup gitmişti. Tren çam ormanlarının arasından takırdayarak ilerledi, bir açıklığa geldiklerinde, yan hatta duran, şen renklere boyalı, çan biçiminde bir bacası olan müzelik parçaya alay edercesine düdük çaldı. Üzerinde bir kereste şirketinin amblemi vardı ve Crescent Limited onu bir lokmada yutabilir, hazımsızlık falan da çekmezdi. Greenville, Evergreen, Maycomb Kavşağı. Kondüktöre onu indirmeyi unutmamasını tembihlemiş, kondüktör yaşlıca bir adam olduğundan, yapacağı şakayı beklemeye koyulmuştu: Merak etmesine gerek yoktu, Maycomb Kavşağı’nda cehennemden kaçan bir yarasa gibi uçacak ve treni küçük istasyondan çeyrek kilometre ileride olsa da mutlaka durduracakh; sonra kızı uğurlarken, az kalsın unutuyordum, kusura bakmayın, diyecekti. Trenler değişirdi; kondüktörler asla. Sadece işaret verildiğinde durulan istasyonlarda genç hanımlara takılmak, mesleğin şanındandı; New Orleans’tan Cincinnati’ye kadar her kondüktörün ne yapacağını önceden bilen Atticus da, buna uygun olarak, kızını tam ineceği noktada bekleyecekti – allı adım bile geride değil. Jean Louise’in memleketi, Maycomb İlçesi’ydi; uzunluğu yüz, en geniş noktasıysa elli kilometre kadar olan bir seçim bölgesi; en büyüğü ilçe merkezi Maycomb olan minik yerleşimlerin beneklediği bir kırsal alan. Maycomb İlçesi tarihinde görece yakın zamana kadar ulusun kalanından öylesine kopuktu ki, ilçe sakinlerinin kimisi, yani Güney’ in son doksan yıllık politik tercihlerinden bihaber olanlar oylarını hala Cumhuriyetçi Parti’ye vermekteydi. Oraya tren gitmezdi – hürmeten verilmiş, resmi olmayan unvanıyla Maycomb Kavşağı, kasabadan otuz iki kilometre uzaktaki Abbott İlçesi’ndeydi. Otobüs seferleri düzensizdi, düzeleceğe de benzemiyordu, ama Federal Hükümet bataklığa en az bir otoyol yapılmasını zorunlu kılmış, böylece vatandaşlara özgür çıkış olanağı tanımışb.

11 Ne var ki, yollardan istifade edenlerin sayısı azdı, zaten ne gerek vardı ki? Çok şey isteyen biri değilsen, burada her şey boldu. Yörenin ve ilçenin adı Albay Mason Maycomb’ dan geliyordu, yersiz özgüveni ve mağrur inatçılığıyla Creek Kızılderili Savaşları’na birlikte kabldığı herkese karışıklık, yanılgı ve bozgun getiren adam. Albayın yetki alanının kuzeyi hafif tepelikti, kıyısal düzlüğün saçaklarına dayanan güneyi ise düz. Kızılderililerin düz ovada savaşmaktan nefret ettiğine inanan Maycomb, bölgenin kuzey menzilini tarıyor, onları arıyordu. Maycomb’un generali, bizimki tepelerde dolanıp dururken, Creekler’in güneydeki çamlıklarda pusuya yatbğıru keşfedince, yandaş bir Kızılderili ulağı, Güneye çekil, kahrolasıca, mesajıyla Maycomb’ a gönderdi. Maycomb bunun, onu kapana düşürme amaçlı bir Creek komplosu olduğundan emindi (eh, başlarında mavi gözlü, kızıl saçlı bir iblis yok muydu?), yandaş Kızılderili ulağı tutsak alıp daha da kuzeye çekildi, sonunda birlikleri ilk ormanlık alanda umutsuzca kaybolup gitti; çarpışmaların sonuna kadar orada, derin bir şaşkınlık içinde, ne yapacağını bilemez halde oturdular. Aradan yeterince yıl geçip de Albay Maycomb aldığı mesajın aslında gerçeği yansıtbğına ikna olunca, güneye doğru kararlı bir yürüyüşe geçti; askerleri yol boyunca iç kısımlara göç eden yeni yerleşimcilerle karşılaşıyor, onlardan Kızılderili Savaşları’nın bihnek üzere olduğunu öğreniyorlardı. Askerlerle göçmenler epeyce kaynaşblar, hem de Jean Louise Finch’in ataları olacak ölçüde; Albay Maycomb ise kahramanlığının hak ettiği saygıyı toplamak üzere bugünün Mobile’ına doğru ilerlemeyi sürdürdü. Tarihin kaydettiği anlabm, gerçek öyküyle örtüşmez, ama gerçekler bunlar, çünkü yıllar içinde kulaktan kulağa aktarıldılar; bunları her Maycomblu bilir. ” … çantalarınızı alalım, bayan,” dedi yataklı vagon görevlisi. Jean Louise onun peşine takıldı, dinlenme vagonundan kendi komparhmanına kadar izledi. Cüzdanından iki dolar çıkardı: 12 Biri normal hizmetleri için, biri de dün gece onu kurtardığı için. Tren, elbette, cehennemden kaçan bir yarasa misali istasyonu geçti, 400 metre kadar ileride durdu. Kondüktör göründü, sınhyordu; özür dilerim, az kaldı unutuyordum, dedi. Jean Louise de ona sırıth, görevlinin sarı basamağı yerine yerleştirmesini sabırla bekledi.

Adam elini tutup inmesine yardım etti, o da adama iki dolarını verdi. Babası onu karşılamaya gelmemişti. Rayların üst tarafına, istasyona doğru bakınca minicik peronda bekleyen uzun boylu erkeği gördü. Adam aşağıya atladı, ona doğru koştu. Kızı yakalayıp sımsıkı kucakladı, sonra kendinden uzaklaştırıp ağzından önce sertçe, sonra tatlılıkla öptü. “Hank, burada olmaz,” diye mırıldandı Jean Louise, zevkten dört köşe. “Sus bakayım,” dedi erkek, yüzünü çekmesini engelleyerek. “Canım isterse seni adliyenin basamaklarında bile öperim.” Onu adliye binasının önündeki basamaklarda bile öpme hakkına sahip olan bu erkek Henry Clinton idi; çocukluk arkadaşı, ağabeyinin yoldaşı ve eğer bu şekilde öpmeye devam ederse, müstakbel kocası. Kimi istersen sev ama kendi denginle evlen, Jean Louise’ de içgüdüye dönüşmüş bir atasözüydü. Henry Clinton, Jean Louise’in dengiydi ve kız artık bu atasözünü o kadar da kah bulmuyordu. Bavulunu almak üzere, rayların yanından kol kola yürüdüler. “Atticus nasıl?” diye sordu Jean Louise. “Bugün elleriyle omuzlan fena tutulmuş.” “Böyle olduğunda araba kullanamıyor, değil mi?” Henry sağ elinin parmaklarını yarıya kadar kapadı, “Bundan daha fazla kapatamıyor,” dedi.

“Böyle günlerde bağcıklarını bağlamak, gömlek düğmelerini iliklemek Bayan Alexandra’ya düşüyor. Atticus tıraş bıçağını bile tutamaz oluyor.” Jean Louise başını salladı. Bu haksızlığa sövüp sayamayacak kadar yaşlıydı, ama babasını sakatlayan bu hastalıkla şöyle ya da 13 böyle savaşmadan durumu kabullenemeyecek kadar da gençti. “Yapabilecekleri hiçbir şey yok mu?” “Olmadığını biliyorsun,” dedi Henry. “Tek yapabildiği, günde yetmiş tane aspirin yutmak.” Henry onun ağır bavulunu aldı, birlikte arabaya doğru yürüdiller. Jean Louise, acı günbegün kendini tekrarlar hale geldiğinde nasıl davranacağını merak etti. Atticus gibi davranmayacağı kesindi: Ona nasıl olduğunu sorduğunuzda doğruyu söyler ama asla yakınmazdı; hali tavrı hiç değişmezdi, dolayısıyla sağlığını, kendini nasıl hissettiğini öğrenebilmeniz için, mutlaka ona sormanız gerekirdi.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir