Nejat Bozkurt – Einstein

2005 Yılının Dünya Fizik Yılı ve Einstein’ın Özel Görelilik Kuramı’nın yayımlanmasının 100. yılı olarak Birleşmiş Milletler tarafından ilan edilmesi nedeniyle ilgi alanıma giren Bilimler Tarihi ve Felsefesi aç ısından bu çalışmaya giriştiğimi burada açıklamak isterim. Geniş anlamında kullandığımızda fiziği, gözlemlere ve kısmen deneylere dayanarak doğa olaylarındaki sebep sonuç bağının bir resmini ortaya çıkarmaya çalışan disiplin olarak anlarsak, onu İÖ 6. yy’a kadar geri götürebilir ve Thales’le başlatabiliriz. İonya döneminde felsefe, daha çok doğa üzerinde bir düşünümleme (refleksiyon), bir tür felsefi kozmolojiydi. Evrenin temel yapı taşını, ilk ve ana öğesini (arkhe) soruşturup araştıran bu dönemin filozoflarına bilindiği gibi “fizikçiler” denmekteydi. Varlığın temel maddesi ve ilkesi olarak ilkin “su” (Thales), sonra “hava” (Anaksimenes), daha sonra “ateş” (Herakleitos) ve en sonra da “toprak” (Empedokles) öne sürülmüş ve bu öğeler canlıymış gibi düşünülmüştür (Hilozoizm). Bu dönemin filozofları arasında Anaksagoras, Leukippos ve Demokritos gerçekten mikro ve makro evrenle ilgilenmişler ve son ikisi maddenin artık bölünemeyen en küçük parçasına “atomos” adını vermişlerdir. Daha sonra Hellenistik dönemde kuramsal bilimle mühendislik bilimlerini birbirine bağlayan Arkhimedes’i görüyoruz. Ancak deneye gerektiği ölçüde yer veren, fizikteki bulguları matematiksel bir dille çerçevelendirme aşaması sayılan döneme pozitif bilim diyoruz ve bu evreyi de 17. yy’da Galilei ile başlatıyoruz. Galilei’nin mekaniğini gökyüzüne uygulayan Newton ile artık kuramsal ya da matematiksel fizik tam olarak kurulmuş ve oturmuş bulunuyor. Bu anlay ışın simgesi olan “Doğa Felsefesinin Matematik İlkeleri” (Philosophiae naturalis principia mathematica) adeta bir bilim ve felsefe anıtıdır. Bilindi ği gibi tarih boyunca felsefe ile fizik etkileşim içinde olmuşlar, René Descartes rasyonalist felsefesini, Copernicus’un astronomisiyle kısmen Galilei’nin mekaniği üzerinde kurmuş, Immanuel Kant ise kritikidealist-usçu felsefesini Newton’ın gök mekaniğine dayandırmıştı. 18.


ve 19. yy’lar, 16. ve 17. yy’ların meyvalarını toplamakla geçti. 20. yy’ın başlarında fizikte tam bir kargaşa hakimdi; X ışınları, elektronlar ve atomaltı dünyası, kuantumlar, radyoaktivite henüz keşfediliyor; fizikçiler ikiyüz yılı aşkın bir süre önceye, Isaac Newton’a dayanan, güvendikleri hareket yasalarının, bu yeni ve tuhaf parçacıkların uzayda nasıl davrandığını açıklayamadığını kavramaya başlıyorlardı. Albert Einstein, güçlü sezgisel güdüsü ile hayalgücü ve imgelerle düşünmesi sayesinde 20. yy fiziğinde bir devrim yaptı; tecessüs ve merakı çok üst düzeyde, odaklanma ve yoğunlaşması ise bir o kadar derin olan bu insan ilgilerini olabildiğince sınırlamış, ama ele aldığı konuda da o denli derinleşmesini bilmiştir. Kosmos ara ştırmalarında her şeyin ucu dönüp dolaşıp Einstein’a uzanır. Gökbilimcilerin gözlemleri, yak ınımızdaki Güneş’ten uzak gökadalarındaki kara deliklere dek, kendilerini götürdüğü hemen her noktada Einstein’ın, zamanın göreli, kütle ve enerjinin birbirine dönüşebilir ve uzayın esneyip bükülebilir olduğu dünyasına adım atıyor. Genel görelilik bir anlamda, evrenimizin nasıl doğduğunu, nasıl genişlediğini ve onu nasıl bir geleceğin beklediğini tanımlar. Modern fizi ğin görelilikçi ve kuantum evrenini göz önünde bulundurunca diyalektik maddeciliği anımsamamak elden gelmiyor. Do ğada her gücün ya da maddenin bir karşıtı olduğunu savunan dialektik materyalizm, ilkece ve kuramsal olarak doğru ve haklı gibi görünüyor. Bilimsel ara ştırma olgularda yoğunlaşma demektir; bu tür yoğunlaşmayı gerçekleştirirken de bilim adamının olgu içi olguları, olgu yanı olguları ve olgu uzağı olguları yeterince inceleyip saptaması gerekir. Gerek tarih-toplum bilimlerinde gerekse doğa bilimlerinde araştırma, sanata ve sanatçıya hiç de yabancı olmayan tutum ve davranışları içerir.

Bilimsel ara ştırmada gözlem kadar mantık da, imgelem kadar çıkarım da, sağduyu kadar sezgi de gereklidir. Herakleitos, Hegel, Engels ve Marx’da ana hatlarını gördüğümüz gibi evren, öncesiz ve sonrasız bir devinim, nesnel bir süreçtir. Madde (=enerji), hareket, uzay ve zaman birbirlerinden ayrılamazlar ve fiziksel evrenin nesnel özellikleridir. Ça ğdaş süpersimetri kuramı bilinen her parçacığın henüz tespit edilemeyen bir karşıt parçacığı olduğunu öne sürmekte. Sicim kuramlarında da “simetrik kuarklar, simetrik elektronlar ” gibi süpersimetrik tamamlayıcılar yer almakta. Karanlık enerji olarak adlandırılan “anti gravitasyon” ya d a “karşıt madde”, fizik yasalarının geçerliliğini yitirdiği sonsuz yoğunlukta ve sıfır hacimli bir nokta olan “kara delik”, kuantum mekaniği, kuasar ve pulsar’lar bu alanlarda daha çok katedilecek yol olduğunu gösteren örnekler. Ancak 21. yy’da Einstein’ın görelilikçi fiziğinden beslenen bir felsefeye henüz rastlamıyoruz. Oysa onun düşüncelerini temele alan bir felsefenin pekâlâ oluşturulabileceği kanısındayım; ancak bu göreceli ya da görelilikçi (relativist) bir felsefe değil, küresel boyutta etkin ve dönüştürücü bir felsefe olmalıdır . İnsanın evrenin anlaşılabilirliği ve bütün doğa sorunlarının aşılabilirliği karşısında kuşkuya kapılmasının ve görelilik öğretisini ya da kuantum mekaniğini tek çıkar yol olarak görüp bunlara saplanmasının bir gereği de yoktur. İnsanın genel-geçer us ölçülerine dayanarak kavrayabileceği bir “tümel doğrular dizgesi” vardır. 20. yy. fizi ğinde ortaya çıkan “Belirlenemezlik” (Indeterminizm), “Görelilik” (Özel ve Genel) ve “Kuantum” kuramı ve benzeri gibi daha sonra ortaya çıkabilecek kuramların hepsi genel bir belirlenebilir doğruluk dizgesinin özel ve geçici halleri olarak görülebilir. Nedensel ve belirlenimci süreç varl ığın temel ve asıl yapısını yansıtır; ötekiler ise varlığın geçici görüngüleri, değişebilen yanlarıdır .

İşte bu cümleden olarak monizm, düalizm ve plüralizm kavramları da varlık içinde bir arada bulunan dinamiklerin somutlaşmasının yansımalarıdırlar. Örnekle Einstein’dan sonra sorulan şu sorular hâlâ gündemimizi işgal etmekte: Doğanın henüz keşfedilmemiş ilkeleri var mıdır (yeni simetriler, yeni fiziksel yasalar gibi)? Niçin çok fazla türde parçac ık bulunmaktadır ve doğanın bütün güçleri birleştirilebilir mi?, Büyük patlamayı tetikleyen ve harekete geçiren neydi? Bir kara deliğin eşiğinde ya da kıyısında uzay, zaman ve maddeye ne olur?, Evreni genişlemeye yönelten esrarengiz karanlık enerji nedir ve onun sırrını nasıl çözebileceğiz?, Karanlık madde nedir ve onu laboratuvarda nasıl yapabilir ya da oluşturabiliriz?, Büyük patlamayı harekete geçirmek için uzay, zaman ve enerji birlikte nasıl çalıştılar?, Evren nasıl meydana geldi ve karşı maddeye ne oldu?, İnsan evrenin yapısını belirleyebilir mi? 1 İşte bu gibi sorulara bilim ve felsefe birlikte çalışarak yanıtlar bulabilir. Bilim ile felsefe tarihi son 2500 y ılın büyük bölümünde birbiriyle sıkı sıkıya bağlantılı olmuştur. Ancak bilim adamları eğer sırtlarını felsefeye dönerlerse, ki bu zaman zaman olmuştur, felsefe onları sürekli bir şeylerin yolunda gitmediği konusunda uyarır ve rahat bırakmaz. Çünkü bilim adamları kendi inceleme konularına bir ön metodoloji, bir araştırma mantığı ve epistemolojisi, genel ilke ve varsayımlar olmadan eğilemezler. Yaln ızca olgulara yaslanmak yetersiz, deneylere dayanmak yararsızdır; çünkü olgu ve deneyler kendilerini seçmezler. Uygun bir varsayıma nasıl ulaşacağız? Olgular nasıl yorumlanacak? Teori ve yasaları nasıl kuracağız? gibi bir kez bu soruları sormaya başladığımızda felsefe alanına ya da en azından felsefenin geçerliliğini hâlâ koruyan kısımlarının, yani bilimin metodolojisi ve epistemolojisiyle ilgili kısımların alanına girmiş oluruz. Bilimsel yöntemin tam orta yerinde, bağrında teoriler kurmak yatar. Bilimsel teoriler asl ında gerçek dünyanın ya da onun parçalarının modelleridirler ve bilimin söz dağarcığının en önemli bir bölümü gerçekliğin bir ifadesi olan bu modellerle ilgilidir. Bilimin bütün ruhu tamamiyle bize içinde yaşadığımız bu gerçek dünya hakkında bir şeyler söylüyor olmasıdır. Bilimin tek varolma gerekçesi, tek bilgi kaynağı, doğruluğunu kanıtlamasının tek aracı bu nesnel gerçeklikte yatar. 1 Hans Reichenbach, The Philosophy of Space and Time, Dover Publications, 1958, s: 151 vd.; Kip S. Thorne, Black Holes and Time Warps: Einstein’s Outrages Legacy, W. W.

Norton and Company, 1994, s: 110 vd. Tutarlı ilkelerden oluşan bir kurama duyduğu gereksinim Einstein için vazgeçilmez bir duyguydu. Fizik yasalarının doğadaki her şeye uyumlu ve tutarlı bir açıklama getirmesi gerektiğine çoğu meslektaşından daha fazla önem veriyordu. Bu yüzden fizik kuramlarının mantıksal yapısındaki yanlış ve tersliklere özellikle duyarlıydı. Einstein’ın yanlışlıkları görme yeteneği ve uzlaşmaya şiddetle karşı koyuşu onun özel yaşamına da yansıdı. Örneğin kuantum mekaniği objektif gerçekliği yadsıyor ve elektron, proton ya da bir foton olsun herhangi bir tekil parçacığın, herhangi biri ölçmediği taktirde, asla belirli bir yeri işgal edemeyeceğini ve bir parçacığı da gözlemlemedikçe nerede olduğunu sormanın anlamsız olacağını savunuyordu; çünkü parçacığın kesin bir konumu olamazdı ve yalnız c a “bir olasılıklar bulanıklığında” varolabilirdi. Öte yandan W. Heisenberg’e göre, bir parçacığın konumunu, hızını, enerjisini ve öteki özelliklerini belirlemek de olanaksızdı. Çünkü bir parçacığın gözlemlenmesi işlemi, o parçacığı tedirgin ya da rahatsız etmekteydi; gözleyen, gözlemleneni etkilemekteydi. Kuantum kuramı, bu durumuyla, doğanın bilimsel, nesnel betimlenmesinde temel bir kuram olabilir miydi? Bugüne değin başka hiçbir kuram, deneyler sonucunda elde edilen bir yığın verinin açıklanmasında bu denli başarılı olamadı. Kuantum kuramı, bir olasılıkla kütleçekimi ile evrenbilim dışında, gerçekte tüm fiziksel olayların temelini oluşturuyor. Ancak iki önemli eksikli ğe de sahip; bunlardan ilki, tek tek süreçlerin sonuçları konusunda kesin kestirimler sunmaktan yoksun bulunması ve bunun yerine yalnız istatistiksel kestirimler sunmakla yetiniyor olması. İkincisi gözlemci rolünü üstlendiğimizde kuantum kuramının herhangi bir bağlantısı olmayan dünyanın nesnel bir görüntüsünü vermekten yoksun bulunmasıdır. Sadece kuramdan yola çıkan bir bilim adamının, deneylerin yapıldığı dış dünyayla ilişkisini kesme ve metafizik dünyasına kayma tehlikesiyle karşı karşıya kalabileceğinin bilincinde olan Einstein, deney ve gözlemin önemini her zaman vurgulamıştır. Ta başından beri Einstein’ın bilimdeki tek hedefi ilkeler kuramı adını verdiği ve tüm olgular için geçerli olan genel önermelerden ibaret kural ve kuramları bulmaktı.

Bu tür kuramlar eğer doğru iseler, her zaman ve her ko şulda geçerli olmalıydılar. Einstein fizik araştırmalarında iki ilkeler kuramı ortaya koydu: Galilei ile Newton’ın devinim yasaları ile termodinamik yasaları. 1905 yılında A. Einstein yayımladığı makelelerde atomlar ile moleküllerin varlığını ve boyutlarını belirledi. Modern fiziğin en renkli dallarından birinin temellerini oluşturan “Kuantum Teorisi ”ni de aynı yıl dünyaya sundu. Bir başka kuramı olan “Görelilik Teorisi” ile de uzay ve zaman kavramlarının tanımında devrim niteliğinde bir değişim yarattı. Tüm bilimsel denklemlerin belki de bütün dünya halklarına mal olmuş en efsanevi ve yaygın olarak bilinenini, E = mc 2 denklemini de bulan Einstein, bu denklemle maddenin enerjisini, onun kütlesi ve ışık hızının üst ikisiyle ilişkilendiriyor. Atom bombalarının sahip olduğu yıkım gücü bu denkleme bağlansa da aynı denklemin insanlığın yararı için de pek çok başka kullanım alanı bulunduğu unutulmamalıdır. Nitekim Einstein atom bombasının kullanımının insanlığa vereceği zararları her zaman konuşmalarında ve yazılarında vurgulamış ve bir yerde şöyle demiştir: “III. Dünya Savaşı’nın hangi silahlarla yapılacağını bilmiyorum, ama IV. Dünya Sava şı’nın taş ve sopalarla yapılacağını gayet iyi biliyorum.” 2 Fiziğin doğayı “özünde olduğu gibi” yansıtması gerektiğine inanan Einstein, bu bağlamda tutarlı bir ilkeler kuramı gereksinimine büyük bir yakınlık duyuyordu; ancak onun bu gereksinimini ne kuantum kuramı, ne özel görelilik, ne genel görelilik, ne de bugüne dek geliştirilmiş herhangi bir kuram karşılayabildi.Zaten o da şuna inanıyordu. “İnsanları yücelten ve doğalarını zenginleştiren, bilimsel çalışmaların sonuçları değildir; yaratıcı ve açık fikirli entelektüel çalışmalar hazırlarken, bunları anlamaya çalışmaktır.” 2 Abraham Pais, “Subtle is the Lord….

” The Science and Life of Albert Einstein, Oxford University Press, 1982, s: 76-77. Klasik ya da geleneksel bilim yapma etkinliğine göre bilim, olgunun gözlemlenmesi (deney), deneyle ulaşılan sonuçların doğrulanması (verifikasyon) ve eğer olanaklıysa sonuçların kesinliğini artırmak ve dilsel kaymalar ile niteliksel değerlendirmeleri önlemek için elde edilen verilerin matematiksel, yani niceliksel olarak ifade edilmesi sürecidir. Tümüyle ve yaln ızca duyularına dayanan ve niteliklerle ilgilenen, gördüğünü açıklamaya çalışan, görünen dünyanın görünen nesnelerinin gözlemlenen değişimlerinin nedenlerini ve niteliklerini ortaya koymayı bilim yapmak olarak anlayan Aristoteles ve Ortaçağ fiziğinden (niteliksel fizik), Galilei fiziğine (niceliksel fizik) ve oradan da Newton aracılığıyla Einstein fiziğine (kuramsal-matematiksel fizik), yani önce imgelemsel, varsayımsal, kuramsal ve tümdengelimsel olup sonra deneye başvuran ve deneyle test edilen fiziğe ulaşılmıştır. Albert Einstein’la bilim anlayışı köklü bir değişim geçirmiş, artık “varsayımsal-tümdengelimsel” (hipotetikodedüktiv) bir metodoloji ile doğa problemleri ele alınmıştır. Bu anlay ış büyük ölçüde kuramsal, mantıksal ve kurgusal bir bağlamda gelişmiş ve sağduyudan çok imgeleme yer vermiştir. “ İmgelem ya da hayalgücü, bilgiden daha önemlidir” diyen Einstein 3 , görelilik kuramlarının temel problemlerini salt düşünme deneyleri ya da tasarılarıyle ele almış, soyutlamaya ve idealizasyona öncelik vermiştir. Fizi ğin problemlerine salt düşünsel açıdan ve kurgusal olarak yaklaşmış, büyük ölçüde düşünce deneyleriyle (“Gedankenexperiment”) açıklayıcı ve betimleyici matematiksel modellemeler oluşturmayı hedeflemiştir. Mantığa dayalı akıl yürütmeyle deneylerini kafasında yapmış, sonra da bunun test edilmesini ve sınanmasını deneysel fizikçilere bırakmıştır. O bir tür kuramın (teorinin) ontolojisini yapmayı denemiş, “tasarı deneyi” ile “deney mantığı” kavramlarını kendi bilim felsefesine sokmuştur. Sonuç olarak Einstein bilimsel bilgiye, deneyden değil de, kuramdan yola çıkarak varmayı hedeflemiştir. T ıpkı Karl Raimund Popper’in dediği gibi: “Kuramlar dünyayı kuşatmak, ussallaştırmak, açıklamak ve ona egemen olmak amacıyla doğaya atılan ağlardır” 4. 3 Gerald Holton, L’imagination scientifique, Gallimard, 1981, s: 47 vd. 4 Gerald Holton, Thematic Origins of Scientific Thougth: Kepler to Einstein, Harward University Press, 1975, s: 85-87. Einstein’ın kitaptaki yazılarına gelince, 20. yy.

fiziğine büyük bir ivme kazandıran bilim adamının bu yazıları, aynı zamanda 20. yy. fizik tarihinin belgeleridir de. Bu belgelerin belki güncelliklerini yitirdikleri, eskidikleri ya da zamanlarının geçtiği; 21. yy. da fiziğin çok yönlü ve büyük atılımlar yaptığı ileri sürülebilir. Ancak bu yaz ılar genelde bilimler tarihi ve özelde de fizik tarihi ve felsefesi açısından önemlerinden hiçbir şey yitirmemişler; aksine çağdaş fiziğin gelişiminin bir tanığı olarak yazarının yaptığı açıklamalar ve öykülemelerle büyük değer kazanmışlar ve bilimler tarihine mal olmuşlardır. Fizi ğin metodolojisi ile epistemolojisine ilişkin olan bu yazılar bu yüzden fizik tarihinin son yüzyıldaki gelişiminin vazgeçilmez belge ve tanıklıklarıdırlar. Einstein’ın kitapta yer alan yazıları yalnız fizik bilimini değil, aynı zamanda felsefeyi de ilgilendiren yazılardır. Bilim-felsefe ilişkisini çağımızda yazılarıyla en iyi vurgulayan ve değerlendiren kişi kendisi olmuştur. Yine o bu yaz ılarıyla sadece fizik ve felsefeden değil, matematik ile astronominin tarihi ve felsefesinden de söz etmiştir. İşte bu nedenle onun bilime ilişkin yazıları, genelde bir bilimler tarihi ve felsefesi bilgisiyle karşımıza çıkan yazılardır. Bilimler tarihi ve felsefesi ise, bilimler ile toplumların karşılıklı ilişkilerinin ve etkileşimlerinin birbirlerini nasıl dönüştürdüklerinin tarihi olup bizlere yol gösterici örnekler sunar. Bir toplantıda George Bernard Shaw, “Batlamyus (Ptolemaios) iki bin yıllık bir evrene imza atarkan Newton’ın evreni üç yüz yıl sürdü. Einstein ise, kanımca benden hiç sona ermeyeceğini duymak istediğiniz, ama ne kadar süreceğini bilmediğim bir evren yarattı.

Einstein, çağdaşlarımızın en büyüğüdür” derken o bu sözleri sadece gülümseyerek yanıtlamıştır. 1952 y ılında kendisine İsrail’in Devlet Başkanlığı önerildiğinde de o, “Politika bir an için vardır, ancak bir denklem sonsuza dek yaşar” diyerek bu teklifi geri çevirmiştir. 17. yy. matemati ğin, 18. yy. felsefe ile matematiğin, 19. yy. da kimyanın altın çağı olmuştur; 20. yy. ise fiziğin altın çağıdır; 21. yy. biyolojinin çağı olacakmış gibi görünmektedir. 19. yy’ ın tam ortasında kimya bilimi, kimyanın da tam merkezinde Lavoisier; 20.

yy’ın tam merkezinde fizik, fiziğin de tam ortasında Einstein bulunuyordu. Onun yazıları sadece bilim üzerine de değildi; özgürlük, din, eğitim, kültür, dostluk; siyaset bağlamında ise devlet, hükümet, demokrasi, silahsızlanma, özgür seçim, barış, ırk ve ırkçılık gibi konuları da ele almış ve bunlar hakkındaki düşünce ve kanılarını çekinmeden kamuyla paylaşmıştır. Barışseverlik ve özgürlükçülük onun sarsılmaz ilkeleri olmuştur. Bir yerde şöyle der:” Sevgili gelecek kuşaklar! Sizler bizlerden daha barışçıl ve makul olmazsanız, cehennem sizi bekliyor!.” Bir başka yerde de şunu söylemiştir: “İnsanın gerçek değeri, bireyin kendine karşı bağımsız olmasını sağlayan etkenlerin varlığı ile ölçülür.” Ne var ki Einstein da bir insandı ve her insan gibi karşıtlıkların bir toplamıydı. Fizikte devrim yaptı, ama daha sonra kuantum teorisine kendisi ayak bağı oldu. İnançlı bir barış savunucusuydu, ancak atom bombasının yapılmasına öncülük etti ve yol açtı. Çok iyi kalpli bir insandı, ama dostlarını ve yakınlarını kırmakta da pek mahirdi. Bir sohpette şöyle dediği olmuştur: “Yalnızca iki şey vardır ki ucu bucağı yoktur ve sonsuzdur: biri evren, öteki de insanın ahmaklığı, ama evren hakkındaki düşüncemden pek emin değilim.” Buna karşın bir başka yerde de şunu söylemiştir: “Yaşamında başarılı bir insan olmayı değil, ama daha çok değer yaratan bir insan olmayı dene!” 5 5 Albrecht Folsing, Albert Einstein, Penguin Books, 1997, s: 53 vd. Yazıların çevirisine gelince, fizik biliminin amatör bir sempatizanı olmama karşın uzmanı olmadığım için ve fiziğin terminolojisinin, teknik terimlerinin henüz tam anlamıyla yerleşmemiş olması ve benim kuramsal fiziğe hakim bulunmamam nedeniyle çeviride zorlandığımı itiraf etmeliyim. Benim bu konuya olan ilgim yalnızca bilimler tarihi ve felsefesi açısından ve fiziğin tarihi ile bilgikuramı dolayısıyladır. Ancak metinleri çevirirken farklı dillere çevrilmiş örnekleriyle karşılaştırmaya önem verdim. Yazıları da yayımlandıkları tarih sırasına göre değil, konularının bilim tarihi açısından izledikleri kronolojik sıraya göre düzenledim.

Gelelim çeviri sorununa. İtalyanların “Çevirmen haindir, ihanet eder ” (Traduttore, traditore) diye bir sözü vardır. Her çevirinin yazgısı gereği ya da kaçınılmaz olarak aslına sadık olamadığını ve bu yüzden de yazarın özgün metnindeki düşüncesine ihanet ettiğini ifade etmeye çalışan bu sözlerde haklılık payı yok değil. Ancak çevirmen bilerek ve isteyerek mi hainlik yapar ve okurunu aldatır? Evet, gerçekten de her çeviri aslıyla karşılaştırıldığında kusurludur, eksiktir. Çevirmen as ıl metni yanlış anlamaya ya da doğru anlamamaya, sonra da bunu yine yanlış ya da eksik aktarmaya bilinçli olarak koyulmaz. Ne var ki en yetkin çeviride bile böyle bir eksikliği duyumsarız. Çünkü her çeviri bir tür taklittir, öykünmedir ve her takit ya da öykünme aslını aratır. Çeviride amaç, metni tam, do ğru ve eksiksiz anlayıp bunu yine aynı biçimde çeviri yapılan dile aktarmaktır. Çevrilen cümleden hiçbir öğe atılmadan ve çeviri yapılan cümleye de fazladan hiçbir şey katmadan (mot à mot), anlam bir kayıba uğratılmadan aktarılabilirse çeviri işlemi başarılı sayılabilir. Ancak her dilin sözdizimi (sentaks) ve anlambilgisi (semantik) özellikleri farklıdır; sözcük dağarcığı ve terim yükü, gramatikal yapı ve kuruluşu, işleyiş biçimi ayrıdır. Bütün bu nedenlerden dolay ı her çevirinin daha yetkini düşünülebilir ve bu yüzden de “Her çeviri henüz tam olarak bitmemiş bir çalışmadır” denebilir. Çeviride, “ İşte tam oldu!” demek neredeyse olanaksız. Örnekle her dilde az çok bulunduğu gibi dilimizdeki baş, yüz, koyu, bağ, uymak, bırakmak vbg. birden çok anlama sahip sözcüklerin, yani çokanlamlılığın bir sorun yaratmasının yanında, Türkçede sınırlı sayıdaki sözcük ve terim dağarcığı da çeviride bir hayli zorluk çıkarmakta. İngilizcede yaklaşık beşyüz bini aşkın sözcüğe karşılık Türkçenin yazı dilinde kullanılan aşağı yukarı ellibin sözcüğü var; öteki Batı dilleri için de durum buna yakın.

Geniş kavram hazinesi bulunan dillerden Türkçeye çeviri yaparken epey güçlük çekilmekte. Zengin anlam ayırımlarına, nüanslara sahip bu diller, yine çok say ıdaki sözcükleriyle her nesneye bir kavram ya da sözcük karşılık olarak verebiliyorken biz Türkçede üç ya da beş farklı nesneyi aynı sözcükle karşılıyoruz (Örnekle Almancada Wirklichkeit, Realitaet ve Wahrheit sözcüklerini Gerçeklik ile, Fransızcada Spéculation, Reflexion, Contemplation, Pensée, Idéalisation, Méditation kavramlarını Türkçede sadece Düşünme sözcüğü ile; İngilizcede Restriction, Restricted, Frontieer, Limit, Bound, Boundary, Confines sözcüklerini de Sınır ile karşılıyoruz). Bu durumu bir anlam zenginliği ya da fakirliği olarak mı, yoksa bir anlam ya da sözcük ekonomisi olarak mı değerlendirmeliyiz? Durumu kabaca örneklendirirsek gelişmiş zengin Batı dillerinden dilimize çeviri yapmayı, bir sürahi suyu bir bardağa doldurmaya ya da sığdırmaya çalışmaya benzetebiliriz. Pek çok sözcük, kavram, terim ve deyime sınırlı sayıdaki sözcüklerle karşılık vermenin ister istemez ve zorunlu olarak önemli anlam kayıplarına yol açacağı kuşkusuzdur. Ancak Türkçemizin matematiksel kurulu ş yapısındaki sağlamlık dilimize sahip çıkmada bir güvenç kaynağı ise de, gramatikal yapısının yanında sözcük ve terim hazinesinin güçlendirilmesi önümüzde duran ve çözüm bekleyen önemli ve acil bir sorundur. Bunun için herkesin Türkçeye kar şı kendisini sorumlu hissetmesi, onu her alanda kullanıp işleyerek zenginleştirmeye çalışması vazgeçilmez bir koşuldur; bu nedenle de Türkçede bol miktarda okuma ve yazma ile onu eğitim ve öğretimin her alanında kullanma öncelikli bir görevdir.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir