Swami Vivekananda – Maya ve Yanılsama – Vedanta Felsefesine Giriş

Doğu felsefesinin ana kaynaklarından birisi Vedanta felsefesidir. Bu felsefeye göre; her varlık çeşit çeşit görünümler arkasında aynı özvarlığı paylaşır. Renk renk, biçim biçim görünümlerin ardında evrenin gerçek böylesiliği yatar. Maya da bu görünümler, bu çeşitler, bu olgular içindeki özvarlığın, asıl gerçekliğin üzerini örten örtüye verilen addır. Maya sözcüğü kabul edilen çözümlemeye göre Sanskrit ‘matr’ kökünden türetilmiştir; ölçmek, biçmek, inşaat yapmak, plan yapmak gibi anlamlara geliyor, yunan Latin dilindeki metre, matrix, material gibi sözcüklerin aynı kökten türetildiği kabul edilir. Maya sözcüğünün bir başka anlamı ise evrensel aldanış, bireysel özün örtüsüdür. Batıya yoga öğretisinin tanıtılmasında büyük rol oynamış Swami Vivekananda bu kitabında Maya’nın ardındaki gerçeği, evrenin gerçek böylesiliğini görüp algılayabilmek ve bunun için de zihnimizin yarattığı koşulları, sınırları, göreceliği görebilmek, kavramsal dünyanın ötesine geçebilmek için ne tür bir anlayışa, içsel bilgeliğe ihtiyacımız olduğunu hergünkü yaşamımızdan örnekler vererek anlatıyor. Vedanta felsefesini anlayabilmek için önemli bir klasik kaynak olan bu kitabı okuyucularımızın değerlendirmesine sunuyoruz.


Maya Ve Yanılsama (Londra’da Verilen Ders) Mâyâ sözcüğünü duymayanınız çok azdır. Bu sözcük genellikle yanılsama, yanılma veya benzeri şeyler anlamında hatalı kullanılır. Oysa Maya kuramı Vedanta’nın temellerinden birini oluşturur; bu nedenle doğru anlaşılması gerekir. Konu kolayca yanlış anlaşılabileceği için sizden biraz sabır isteyeceğim. Veda edebiyatında Maya ilk olarak yanılma anlamında kullanılmıştır; fakat o sıralar henüz gerçek kurama ulaşılmamıştı. Orada, “Maya yoluyla İndra çeşitli suretler aldı,” gibi ifadelere rastlarız. Burada Maya’nın büyü gibi bir anlamda kullanıldığı doğrudur ve başka bazı pasajlarda da hep aynı anlamda kullanıldığını görüyoruz.


Sonra Maya sözcüğü kullanımdan düştü. Fakat bu arada düşüncesi gelişiyordu. Sonra şu soru soruldu: “Evrenin sırrını niçin öğrenemiyoruz?” Verilen cevap çok anlamlıydı: “Çünkü boş konuşuyoruz, çünkü duyulara ait şeylerle tatmin oluyoruz, çünkü arzuların peşinden koşuyoruz; bu nedenle Hakikati bir sis perdesiyle örtüyoruz.” Burada Maya sözcüğü hiç geçmez fakat cehaletimizin nedeninin kendimizle Hakikat arasına giren bir sis perdesi olduğu düşüncesi burada belirmektedir. Çok daha sonraları, Upanişadların en sonuncularından birinde Maya sözcüğünün tekrar ortaya çıktığını görüyoruz; fakat bu sefer sözcük dönüşüme uğramış, yeni bir anlam kazanmıştır. Kuramlar ortaya atılmış, yinelenmiş, başka kuramlar gündeme gelmiş ve sonunda Maya düşüncesi değişmez bir niteliğe bürünmüştür. Şvetâşvatara Upanişad’da şunu okuyoruz: “Bilin ki doğa Maya’dır ve bu Maya’nın Hükümdarı Tanrının Kendisidir.” Filozoflarımıza gelince, bu Maya sözcüğüyle çeşitli biçimlerde oynandığını görüyoruz, ta ki büyük Şankarâchârya’ya gelene dek. Maya kuramıyla Budistler de bir miktar oynadılar fakat onların elinde bu kuram daha çok İdealizme benzer bir hal aldı ve günümüzde Maya sözcüğüne verilen anlam da genellikle budur. Hindular dünyanın Maya olduğunu söylediklerinde insanların aklına ilk gelen, dünyanın bir yanılsama olduğu fikridir. Budist felsefecilerden geldiği biçimiyle bu yorumun bir dayanağı var çünkü bir kesim filozof dış dünyanın varlığını tümüyle inkar ediyordu. Fakat aldığı son biçimiyle Vedanta’daki Maya ne İdealizmdir ne Realizm, ne de kuram. O basit bir durum tespitidir – bizim ne olduğumuz ve çevremizde ne gördüğümüz hakkında. Daha önce de belirttiğim gibi Vedaları yazan insanların niyeti ilkeleri izlemek, ilkeleri keşfetmekti. Onların ne ayrıntılar üstünde çalışacak ne de o ayrıntıları bekleyecek vakitleri vardı; onlar her şeyin özüne inmek istiyorlardı.

Ötelerden bir şey onları çağırıyordu ve onlar bekleyemiyorlardı. Upanişadların çeşitli yerlerinde bugün modern bilim dediğimiz şeylerin ayrıntılarında birçok yanlış görmekteyiz ama ilkeler doğrudur. Örneğin modern bilimin son kuramlarından biri olan eter {1} düşüncesi bizim eski edebiyatımızda şimdikinden çok daha ayrıntılı bir biçimde işlenmiştir, ama ilkeler temelinde. İlkenin işleyişini açıklamaya çalıştıklarında Veda yazarları birçok hata yaptılar. Her şeyi içine alan hayat ilkesi kuramı, ki bu evrendeki tüm hayat biçimleri onun farklı tezahürleridir, Veda zamanlarında biliniyordu; bunu Brâhmanalarda bulabiliriz. Samhitâlarda kendisi hayatın her türünün tezahüründen başka bir şey olmayan Prâna’ya övgü dolu uzun bir ilahi vardır. Söz hayattan açılmışken, Veda felsefesinde hayatın başlangıcı üzerine modern Avrupalı bilim adamlarınca ileri sürülen kuramlara çok benzer kuramların varlığı bazılarınızın ilgisini çekecektir. Hepiniz elbette ki hayatın başka gezegenlerden geldiğine ilişkin teoriden haberdarsınız. Bazı Veda filozofları arasında hayatın bu şekilde aydan geldiği yolunda yerleşik bir öğreti bulunmaktadır. İlkelere gelince, Veda düşünürlerinin kapsamlı ve genelleştirilmiş kuramlar ortaya atmakta son derece cesur davrandıklarını görüyoruz. Onların dış dünyadan hareketle evrenin gizemine sundukları çözüm olabildiğince tatmin ediciydi. Modern bilimin ayrıntılı çalışmaları bu sorunu çözüme daha çok yaklaştıramadı çünkü ilkelerde başarısız olundu. Eski zamanlarda eter kuramı evrenin gizemini çözmekte başarısız olduysa bu kuramı ayrıntılı bir biçimde ortaya koymak bizi hakikate daha çok yaklaştırmayacaktır. Her şeyi içine alan hayat kuramı evreni açıklayan bir girişim olarak başarısız olduysa bunun ayrıntıları pek anlam taşımayacaktır çünkü ayrıntılar evrenin ilkelerini değiştirmeyecektir. Demek istediğim, ilkeleri araştırırken Hindu düşünürler en azından modern düşünürler kadar cesur, hatta bazı durumlarda daha da cesurdular.

Onlar günümüzde yeni ulaşılan büyük genellemeler yapmışlardır. Hatta kuram olarak kalmış bazı genellemelere modern bilim bu düzeyde bile ulaşamamıştır. Örneğin, onlar yalnızca eter kuramına erişmekle kalmamış, daha da ileri giderek zihni seyreltilmiş eter olarak sınıflamışlardır. Hatta daha da seyreltilmiş bir eter bulmuşlardır. Ancak bu sorunu çözmeye yetmiyordu. Dış dünyaya ilişkin hiçbir bilgi sorunu çözemezdi. “Fakat,” diyor bilim adamı, “bir şeyler öğrenmeye yeni başlıyoruz: birkaç bin yıl beklerseniz sorunu çözeceğiz.” “Hayır,” diyor Vedantacı, çünkü o kuşkuya yer bırakmayacak şekilde zihnin sınırlı olduğunu, belli sınırların – zaman, mekan ve nedensellik – ötesine geçemediğini kanıtladı. Kimse kendi kendisinin dışına çıkamayacağına göre zaman ve mekan yasalarınca konmuş sınırların dışına da çıkamaz. Nedensellik, zaman ve mekan yasalarını çözmeye yönelik her girişim boşa çıkacaktır çünkü bu girişimlerin bizzat kendileri bu üç öğenin varlığını kesin olarak kabul ediyor. O zaman dünyanın varlığına ilişkin sözler ne anlama gelir? “Dünya gerçek bir varlığa sahip değildir.” Bununla ne demek isteniyor? Mutlak varlığı olmadığı söylemek isteniyor. Onun ancak benim zihnime, senin zihnine ve başkalarının zihinlerine göre bir varlığı var. Bu dünyayı beş duyumuzla algılıyoruz fakat başka bir duyumuz daha olsa onda başka bir şeyler daha görürdük. Bir duyumuz daha olsa yine başka türlü görürdük.

Bu nedenle onun gerçek bir varlığı yoktur; onun değişmez, sarsılmaz, sonsuz bir varlığı yok. Fakat ona yokluk da denemez, onun varolduğunu görüyoruz, onun içinde yaşıyoruz. O varlıkla yokluğun karışımıdır.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir