Sevan Nişanyan – Aslanlı Yol

Dindar ve mazbut bir kalem arkadaşım bir gün gene bana İslamî hayat tarzının faziletlerinden söz eden bir not yazmıştı. Dayanamayıp uzun bir cevap döşendim. New Jersey’de sıradan bir Amerikalı iken yollara düşüp Filistin’de bir manastıra kapanan Philip’i, Sri Lanka’da bir hapishanede bütün gün gülümseyerek oturan Budist rahibi, Amazon ormanlarında çıplak Kızılderililere hayatını adayan peder Augustín’i, Kolombiya’da sekiz kocadan olma dokuz çocuğuyla pansiyon işleten zenci kadını, beni kırk yıl hapse mahkûm ettirmeye çalışırken pişman olup dostluk kurmaya çalışan Yusuf Paşayı anlattım. Dünyada bu kadar yol, bu kadar çeşit insan serüveni varken bunlardan herhangi birini dışlayan bir hayat önerisi doğru olabilir mi diye sordum. “Bunları niye anlattın bilmiyorum ama niyetin beni çatlatmaksa muvaffak oldun,” diye cevap yazdı. Tam o sırada Etyen Mahcupyan Agos’a yazmam için ısrar ediyordu. Siyasi konulara girmeyi canım istemedi, bu hikâyeleri bir yazı dizisine çevirmeye karar verdim, maksat çatlatmaya devam etmek. Görünürde gezi hikâyeleri anlattım. Oysa gezi kisvesi altında anlattığım şey insan serüvenleri idi – kendi yolunu ararken bir an karşılaşıp sonra gözden kaybettiğin bin çeşit hayat, bin çeşit varoluş ihtimali. O karşılaşmaların – ve gözden kaybedişlerin – hüznü yazdıklarımın çoğuna sinmiştir sanırım, üslubun hafifliğine kanmayın siz. Hem iki yönlü hüzün. Bir, şahsi: bunca ihtimal varken tek hayata mahkûm olmak ne acı! İki, felsefi: tek bir hayat tarzını, hangisi olursa olsun, yücelten ahlak öğretileri ne kadar zavallı! * Yazılarda tutturduğum lakonik üslup genel olarak beğenildi. Yazıları kitaplaştırmamı önerenler oldu. Lakin çeşitli nedenlerle arkasını getiremedim, öylece kaldı. Aradan uzun süre geçtikten sonra dindar ve mazbut arkadaşım tekrar devreye girdi.


Emir kipini andıran bir kararlılıkla o yazıları derlememi ihtar etti. Tembel öğrenci gibi birkaç gün kıvırttıktan sonra boyun eğdim. Agos makalelerini kronolojik sıraya dizdim. Aynı stilde kırk tane yazı daha çıkarabildim. Araya birkaç otobiyografik not ekleyince, bir de baktım, hayat hikâyesi gibi bir şey şekillenmiş. Hayat hikâyesi mi, yoksa olamadığım hayatların hikâyesi mi, ondan da emin değilim doğrusu. * Kitabımın bir müsebbibi Mazbute Hanım ise biri de henüz bunları okuyacak yaşta olmayan kızım Anahit’tir. Büyük çocuklarım babalarını iyisiyle kötüsüyle tanıyorlar. Anahit tanımıyor ve muhtemelen birinci elden tanıma fırsatı bulamayacak. Onunla belki uzun yıllar sonra gerçekleşecek bir buluşmanın heyecanı, kendimden bunca söz etmenin sıkıcılığını hafifleten bir unsur oldu. İkisine de teşekkür borçluyum. Şirince, Mayıs 2012 Ceddim, atam İstanbul’da doğmuşum. Babam, babası ve onun babası da İstanbul’da doğmuşlar. Annemin babası olan Onnig Dedem galiba Kayseriliymiş, tam hatırlayan yok. İlk gençliğinde İstanbul’a gelmiş.

Bir süre sonra memlekette evinin yağmalandığı, ailesinin yok edildiği haberini almış. Aylar veya yıllar sonra iki kızkardeşini bir yerlerde sefil halde bulmayı başarmış. Hayat boyu o kızlar dedemi sömürdü diye anlatılırdı. Anneannemlerin ailesi 1878 harbinde Bulgaristan’dan İstanbul’a muhacir gelmiş. Babaannesi Bulgarmış, Ermenice pek bilmezmiş, geldikten az sonra çok genç yaşta ölmüş. Annemlerin sarışınlığı ondan gelir derler. Babaannemlerin ise İzmit Bahçecik’li olduğu söylenirdi, ama akraba taallukat arasında en “İstanbullu” olan da onlardı sanırım. Babamın babası olan Bedros Dedem, hayatını kitapların içinde geçiren hoşsohbet, münzevi bir insanmış; ben doğmadan vefat etmiş. Tanıyanlar beni ona benzetirler. Gençliğinde Fransızcadan Ermeniceye kitaplar tercüme etmiş, Nişanyan ve bilmemneyan adlı yayınevi kurmuş, tam ayrıntısını bilmediğim bir şekilde İnkılap Yayınevinin kuruluşunda rol oynamış. 1922’den sonra kendi yayınevi kapanınca sahaflık yapmış. Beyazıt Meydanındaki dükkânı İstanbul entelijensiyasının mühim adreslerindendi diye anlatırlar. Hüseyin Rahmi Heybeliada’dan komşusu ve can dostuymuş; Ebüzziya kardeşler, Adıvar’lar, Ürgüplü Hayri Efendi, Köprülüzade Fuad arkadaşlarıymış. Geçenlerde bir sahafta Edebiyat Fakültesi hocalarından Cavit Baysun’un dedemin ölümü üzerine kaleme aldığı makalenin eski yazı elyazmasını buldum. Reşat Ekrem’in de Bedros Nişanyan’dan söz ettiği birkaç makalesi vardır.

Tercüman’da çıkan bir yazıda dedemin Ermenice harfli Türkçe eşi bulunmaz koleksiyonundan söz eder, şimdi o kitaplara ne oldu diye sorar. 1 Cevabını bilmiyorum, heyhat. Babam Vağarşag Nişanyan inşaat mühendisi ve mimardı. Açık fikirli, entelektüel, esprili bir insandı. Babasının eski usul tozlu konulara merakına bir tür tepki olmalı, sadece matematiğe ve bilime inanırdı. Sanatlardan çağdaş sanata, ressamlardan Mondrian’a, mimari üsluplardan Bauhaus’a meyyaldi. Duyg Annem Sona Nişanyan sağdır. Toronto’da yaşar. Hayat boyu deli oğlunu akıl ve izan yoluna getirmeye çalışmıştır. Halâ da ilk günkü kararlılıkla o beyhude çabayı sürdürür. Bedros Nişanyan, sahaf ve yayıncı, 1940 dolayı. Önde halam Selma ve babam. Ortada babamın dedesi ve anneannesi, adlarını yazık ki hatırlamıyorum. Arkada babaannem ve kardeşleri, Nevrig, Surpig, Harutyun, babaannem Bercuhi Nişanyan, İris. Tahminen 1924.

Dedemin çırağı 1984’e dek her yıl Kınalıada’ya yazlığa giderdik. Çocukluğumdan aklımda kalan hemen her şey ada ile ilgilidir. Onnig Dedem yaşamının son yıllarını adadaki bahçe ve bostanına adamıştı. Sekiz-dokuz yaşlarımda onun has çırağı oldum. Ayağımı biraz olsun toprağa basmayı ondan öğrendim. Dolapta her zaman çekiç, çivi, pense, kerpeten, İngiliz anahtarı, gönye, mala, şakul, kazma, kürek, çapa, budama makası, göztaşı, zaçyağı, fırça, terebentin vs. bulundurmayı – ve gerektiğinde kullanmayı – öğreten de dedemdir. Pazar günleri dedemlerle hep beraber yemek yemek adettendi. Sofrada on-onbeş kişiden eksik olunmazdı. Adı duyulmadık uzak akrabalar, Samatya’dan kırk yıl önceki komşular, yalnızlığı çenesine vurmuş kokona teyzeler gelip anneannemlerde bir hafta, on gün yatıya kalırlardı. Hayat boyu bana eşlik eden büyük aile tutkumu muhtemelen o sofralarda edindim. Çekirdek aileye oranla büyük ailenin bireysel özgürlüğe daha fazla pay bıraktığını orada idrak ettim. Kaçış imkânları daha fazladır, saatlerce ortadan kaybolsan kimse fark etmez. “Ataerkil” görünen ailelerin aslında kadınlar saltanatı olduğu gerçeğiyle de ilk o ortamlarda tanışmış olmalıyım. Hakiki ağayı sahtesinden ayıran şey o bilgidir.

Patron ben görüneyim, arasıra homur somur edeyim yeter. Son tahlilde kadınlar tayfasına itaat etmekten başka çare olmadığını bilirim. Onnig Dedem ve kardeşim Rehan’la, Kınalıada 1961.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir