Robin S. Sharma – Ermiş, Sörfçü ve Patron

Bu kitap hayal ürünü bir çalışmadır. Jack Valentine adlı bir adamın hikâyesidir. Bu adamın hayatta seçtiği yol, birçok bakımdan benim yoluma benziyor. Kendinde insan olarak pek çok eksiklik hisseden bu adam, daha mutlu, daha sağlıklı, daha güzel bir hayat yaşamak için gerekli olan bilgeliği arama yoluna koyulur. Üç dikkate değer öğretmenle bir dizi görüşmeden sonra Jack, kendi gerçeğini yeniden biçimlendirecek ve kendisini kaderine ulaştıracak güçlü bir felsefe keşfeder. Jack’in bu olağanüstü serüvende öğreneceği dersler, sizin de hayatınızda harikulade değişiklikler y arata anızı sağlayacak. Bunu nereden mi biliyorum? Çünkü o dersler, benim hayatımı değiştiren dersler de ondan. Bu yolculukta benim de pek çok engelle karşılaştığım oldu. Yine de, önüme çıkan her engel, sonunda bir sıçrama tahtası oldu, beni yüreğimin gerçeğine ve olabilecek en güzel hayatıma biraz daha yaklaştırdı. Ben, birkaç yıl önce bir avukattım. Bu meslekle birlikte gelen çeşitli başarıları ve maddi ödülleri kovalayıp duruyor, kalıcı tatminin bu olduğuna inanıyordum. Daha çok çalışıp daha fazla şey başarırken aslında hiçbir şeyin değişmediğini fark ettim. Maddi varlıklarımı ne kadar artırırsam arttırayım, sabah olduğunda banyo aynasında gördüğüm adam hep aynıydı, daha mutlu değildim, kendimi daha iyi hissetmiyordum. Hayatımın düşündükçe yüreğimin içindeki boşluğu fark etmeye başladım. Derken o boşluğun sessiz fısıltılarına dikkat eder oldum.


O fısıltılar bana, seçtiğim mesleği bırakıp ciddi bir vicdan muhasebesi yapmaya başlamamı söylüyordu. Neden burada, bu gezegende olduğumu, özel misyonumun ne olduğunu düşünmeye koyuldum. Hayatımın neden iyi gitmediğini, yönümü bulabilmek için ne gibi değişiklikler yapmam gerektiğini merak ettim. Dünyaya bakarken mercek olarak kullandığım temel inançları, varsayımları, filtreleri gözden geçirdim, bunlar arasında pek sağlıklı olmayanları temizlemeye karar verdim. Bu yoğun değişim döneminde kişisel gelişim, kişisel liderlik, felsefe ve maneviyatla ilgili kitaplar okudum. Arka arkaya kişisel gelişim kurslarına gittim. Beslenme rejimimi, düşünce biçimimi, davranışlarımı değiştirdim. Sonunda bende ortaya çıkan kişi, eski benle karşılaştırıldığında daha özgün, daha uyumlu, daha bilge birisiydi. Birçok bakımdan, bu keşif yolculuğunun daha başında olduğumu size ilk söyleyecek insan benim. Benim için aşılması gereken her dağın doruğu, bir sonrakinin eteği, insan üzerine araştırmalarım sonu gelmeyecek bir süreç. Şimdi, bu kelimeleri yazarken bile, büyük bir kişisel değişim sürecinden daha geçiyorum, en temel değerlerimi yeniden ölçüyorum, dünyaya bakış biçimimi elden geçiriyorum. Kendime de yumuşak davranmaya çalışıyorum. Sabırlı olmak gerektiğini, nehri bastırmaktan yarar gelmeyeceğini kendime tekrarlayıp duruyorum. Her yeni gün daha bir netlik, daha bir kesinlik ve yeni yeni iyilikler getiriyor. Benim için hayatın bu güzel açılımının bütün anlamı burada.

Ermiş, Sörfçü ve Patron’un sizi derinden etkileyeceğini umarım. Bu malzemeye gerçekten “sahip” olmak istiyorsanız, onu öğretmek çok önemli. Kitabı bitirdikten sonraki ilk 24 saat içinde oturup öğrendiğiniz felsefeyi sevdiğiniz biriyle paylaşmanızı öneririm. O zaman anlayışınız netleşir, dersleri kendi hayatınıza aktarıp onunla bütünleştirmeniz kolaylaşır. Aynı zamanda, bu kitaptaki bilgilerden keyif alacağınızı umuyorum. Takip eden sayfalarda keşfedeceklerinize çocuksu bir merak ve tutku katmak, gerçekte olduğunuzu bildiğim insana dönüşmenizin en iyi yollarından biridir. Bu kitabı sizinle paylaşma fırsatını bana tanıdığınız için teşekkür ederim. Size olanak, sevinç ve huzurla zenginleşmiş bir hayat dilerim. Yeni bir dünyanın kurulmasına yardımcı olmak için üstünüze düşeni yapacağınızı umuyorum. Savaşçı olalım ya da olmayalım, zaman zaman hepimizin önüne bir santimetreküplük bir şans düşüverir. Sıradan insanla savaşçının farkı, savaşçının bunu biliyor olması, uyanık kalması, bekliyor olması, o bir santimetreküplük şans ortaya çıktığı anda onu yakalamasıdır.” Carlos Castaneda Ömrümde hiç bu kadar çok acı çekmedim. Sağ elim kontrol edemediğim titremelerle sarsılıyor, kolalı beyaz gömleğime kanlar boşalıyordu. Pazartesi sabahıydı ve kafamdaki tek düşünce, bugünün ölmek için iyi bir gün olmadığıydı. Arabamda hareketsiz yatarken, içinde bulunduğum sahnenin sessizliğini fark ettim.

Az önce bana çarpan kamyonun içinde hiçbir kıpırtı yoktu. Çevreye toplanmış izleyicilerin dehşet içinde olduğu belliydi. Tek duyabildiğim, yanımdaki yol boyunca dizilmiş ağaçlarda hışırdayan yaprakların sesiydi. Kenarda seyredenlerden ikisi koşarak geldi, yardımın yolda olduğunu, hiç kıpırdamamamı söyledi. Biri elimi yakaladı, dua etmeye başladı: “Tanrım, bu adama yardım et. Lütfen koru onu.” Birkaç dakika geçmeden konvoy halinde cankurtaranlar, itfaiye ve polis arabaları sirenlerini bağırtarak kaza yerini kuşattılar. Her şey yavaşlamış gibiydi. Kurtarma görevlileri sistemli bir şekilde işlerine başlarken içime garip bir huzur duygusu yayıldı. Adamlar baskı altında çalışırken pırıl pırıl birer zarafet anıtı gibiydi. Kendimi bir tanık gibi hissettim, neredeyse sahnenin tümünü yüksek bir yerden seyrediyor gibiydim. Bundan sonra ilk hatırladığım şey gözlerimi bir hastane odasında açışımdı. Ortalık taze limon ve çamaşır suyu kokuyordu. O kokuyu asla unutmayacağım. Vücudum değişik bandajlarla sarılmıştı.

Bacaklarımın ikisi de alçıdaydı. Kollarım çürük içindeydi. Beni genç ve güzel bir hemşire selamladı. “Bay Valentine! Uyandığınıza inanamıyorum! Hemen doktoru çağırayım,” deyip telaşla yatağımın yanındaki dâhili telefonu çevirmeye koyuldu. Hemşire telefonda işini bitirince, ben boğuk bir sesle, “Bana Jack deyin,” dedim. Durumun ciddi olduğunu bildiğim için sakin olmaya çalışıyordum. “Neredeyim?” “Lakeview Hastanesi’nde, Jack. Burası yoğun bakım odası. Geçen hafta kötü bir kaza geçirmişsin. Doğrusunu söylemek gerekirse hayatta olduğun için çok şanslısın.” “Öyle mi?” diye sordum saf saf. “Hi hi,” derken hemşirenin yüzünde zoraki bir gülümseme vardı. Bir yandan ayak ucumdaki grafiklere, tablolara bakıyordu. “Kamyon sana çarptıktan sonra komaya girmişsin. Seni buraya getiren sağlık görevlileri o kazadan sağ çıktığına inanamamış.

Her neyse, şu anda tek kaygılanman gereken şey o berbat yaralarla kırık bacaklarının iyileşmesi. İyi olacaksın ve dediğim gibi, inanılmayacak kadar şanslı bir genç adamsın.” Şanslı, şu anda kendimle ilişkilendirebileceğim bir kelime değildi, ama kızın ne demek istediğini anlıyordum. Hayatta olduğum için şanslıydım gerçekten de. “Bu odada neden yalnızım?” Çevreme bakarken bunu adeta kendi kendime sordum. “Birileri olsa fena olmazdı.” “Daha kendine geleli birkaç dakika oldu, Jack. Rahat bırak kendini, biraz soluk payı tanı. Sakin ol. Doktorun neredeyse gelir, senin için çok kaygılanıyordu.” O gün saatler akıp geçerken akın halinde doktorlar ve hemşireler beni muayene etti, kontrolden geçirdi ve cesaret verdi. Yavaş yavaş geçirdiğim kazanın ne kadar ciddi bir şey olduğunu idrak etmeye başladım. Kamyonun sürücüsü oracıkta ölmüştü. Doktorum bana, hiç kendime gelemeyeceğime inandığını itiraf etti. Gerçekçi bir ifadeyle, “Hiç böyle bir vaka görmedim,” dedi.

Ben içimden bunların hepsinin bir nedenden ötürü olduğunu biliyor gibiydim. Her şey bir nedenle olurdu, hayatta rastlantı diye bir şey yoktu, bunu daha önce de duymuş olduğunuzdan eminim. Şahsen öğrendim ki, şu bizim soluk kesici evrenimiz yalnız işlerliği açısından çok zeki olmakla kalmayıp aynı zamanda çok da dost canlısı bir yer. Bu dünya bizim harikulade hayatlar yaşamamızı istiyor. Mutlu olmanızı istiyor. Kazanmamızı istiyor. İçimde ince bir ses (o sesi ilk olarak o hastane odasında duydum, ama daha sonra en zor ve duyarlı zamanlarımda beni avutmayı sürdürdü), çok önemli bir şeyin yaklaştığını haber veriyordu. Şu birkaç gün içinde olacakların yalnız benim hayatımda bir devrim yaratmakla kalmayıp başka pek çok kişinin hayatını da etkileyeceğini söylüyordu. Yapabileceğimin en iyisinin daha yeni ortaya çıkmakta olduğunu bildiriyordu. Bana öyle geliyor ki çoğumuz, içimizden gelen o incecik, ama çok bilge sesi dinlemiyoruz. Her birimizin kalbinin derinliklerinde bir yer var, en büyük sorunlarımızın cevabını biliyor. Yani aslında her birimiz, kendi gerçeğimizi de, kendimize olağanüstü hayatlar yaratmak için ne yapmamız gerektiğini de biliyoruz. Çoğumuz bu doğal bilgelik kaynağıyla bağlantımızı kaybettik, çünkü günlerimize çok fazla kuru gürültü, çok fazla dağınıklık egemen oldu. Oysa ben, sessizliğe, sükûnete ve yalnızlığa zaman ayırdığımda, gerçeğin sesinin konuşmaya başladığını öğrendim. Ayrıca ben onun rehberliğine ne kadar güvenirsem, hayatım da o kadar zenginleşti.

O gece saat 21.30 sularında bir hastabakıcı, yeni bir hasta taşıyan sedyeyi odama soktu. Yalnızlığım son bulduğu için sevindim, yeni geleni görmek üzere kafamı kaldırdım. Yaşlıca bir adamdı. Herhalde 75 yaşında vardı. Kırlaşmış gür saçları modaya uygun bir şekilde arkaya taranmıştı. Yüzünde, yıllarca güneşte kalmaktan olduğu anlaşılan kahverengi lekeler oluşmuştu. Narin yapısından ve soluk alırken zorlanışından, adamın enikonu hasta olduğunu anladım. Ayrıca ıstırabı vardı, gözlerini kapalı tuttu, hastabakıcı onu yeni yatağına alırken hafifçe inledi. Yaklaşık on dakika sonra, yeni konuk gözlerini yavaşça açtı. Afallamıştım: Gözleri büyüleyici bir maviydi ve omurgamdan yukarı doğru ürpermeme neden olan bir parlaklık ve netlik yayıyordu. Karşımdaki adamın şu şipşak işler ve hızlı yaşamlar dünyasında ender rastlanan bir bilgeliğin derinliğine sahip olduğunu hemen sezdim. Bir ustanın huzurunda olduğumu hissediyordum. Gururlu bir sesle yavaşça, “İyi akşamlar,” diye fısıldadı. “Görünüşe göre bir süre burada birlikteyiz.

” “Evet. Bir cuma gecesini geçirmek için en iyi yer olmadığı ortada, değil mi?” diyerek sıcak bir gülümsemeyle karşılık verdim. “Adım Jack,” diye ekledim, selamlamak için elimi havaya kaldırarak. “Jack Valentine. Bir hafta kadar önce oldukça ciddi bir trafik kazası geçirdim. Varılan hükme göre bir süre bu yatağa mahkûmum. Bütün gün yalnızlık çektim, tanıştığımıza memnun oldum, efendim.” “Ben de tanıştığımıza memnun oldum, Jack. Adım Cal. Yedi aydır bu hastanenin çeşitli bölümlerinde kalıyorum. Testlerim yapıldı, tedaviler gördüm, yapılmadık şey kalmadı. Olayların gidişine bakılırsa, korkarım buradan hiç çıkamayacağım.” Alçak sesle konuşuyordu. Gözleri tavana dönüktü. Bir an durakladı.

“Buraya mide ağrısıyla geldim. Yediğim bir şeyden olduğunu sanmıştım. Altı gün sonra beni kemoterapiye soktular.” “Kanser mi?” diye sordum. Mümkün olduğu kadar duyarlı davranmaya çalışıyordum. “Evet. Doktorlar, durum anlaşılıncaya kadar hastalığın bütün vücuduma yayıldığını gördüler. Akciğerlerime, bağırsaklarıma, hatta artık kafama bile.” Titrek sağ elini kaldırıp saçlarının arasında gezdirdi. “Her neyse,” diye devam etti düşünceli bir sesle. “Nice insanla karşılaştırınca, ben oldukça harika bir hayat yaşadım. Çok yoksul büyüdüm. Beni annem tek başına büyüttü. Öyle soylu bir kadındı ki!” “Benimki de,” diye lafa karıştım. Cal, “Annemi her gün düşünürüm,” diye karşılık verdi.

“Duygulu, neşeli ve yeni dövülmüş çelik kadar güçlüydü. Bana gördüğüm herkesten fazla inandı. Beni hep büyük amaçlara, büyük hayaller kurmaya teşvik etti. Bana olan sevgisi gerçekten kayıtsız şartsızdı, aslında gerçek sevgi budur, Jack. Bu benim aklıma Victor Hugo’nun bir sözünü getiriyor: ‘Hayatta en büyük mutluluk sevildiğimize inanmaktır.’ Ve… Tanrım, o olağanüstü kadın tarafından sevildiğime öylesine inanıyordum ki! Hikâyemi seninle paylaşmamdan rahatsız olmuyorsun, değil mi?” “Hiç olmuyorum,” diye karşılık verdim. “Aslında çok ilgimi çekiyor.”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir