Alessandro Baricco – Emmaus

Kırmızı spor araba geri dönerek gence doğru yaklaştı. Direksiyondaki adam çok sakin bir biçimde kullanıyordu arabayı, hiç acelesi ve aklını kurcalayan bir düşüncesi yokmuş gibiydi. Başında şık bir bere vardı, arabanın üstü açıktı. Durdu ve güzel bir gülümsemeyle gence, Andre’yi gördün mü? diye sordu. Andre genç bir kızdı. Delikanlı yanlış anladı, adamın kızı genelde, yani hayatında hiç görüp görmediğini sorduğunu sandı – Ne olağanüstü olduğunu gördün mü? der gibiydi. “Andre’yi gördün mü?” Erkekler arasında konuşulan bir şeymiş gibi. Bunun üzerine genç, Evet, dedi. Nerede gördün? diye sordu. Yüzünde bir gülümseme olduğu için, delikanlı soruları yanlış anlamaya devam etti. Bu nedenle, Her yerde, diye yanıt verdi. Sonra daha anlaşılır olması gerektiğini düşünerek, Uzaktan, diye ekledi. Bunun üzerine adam başıyla, evet, anlamında bir işaret yaptı, Tamam, anladım, der gibiydi. Hala gülümsüyordu. Hoşça kal, dedi.


Vitesi takmadan hareket etti, sanki hayatında hiç acele etmek zorunda kalmamış gibi. Dört kavşak ileride, güneşte boşuna yanıp sönen bir 11 trafik ışığında, kırmızı spor araba çılgın bir minibüsle çarpıştı. Adamın Andre’nin babası olduğunu söylemek gerek. O genç delikanlı da bendim. Uzun yıllar önceydi…… Hepimiz on- altı-on yedimizdeyiz. Ama bunu tam olarak bilmiyoruz, hayal edebileceğimiz tek yaş o: Geçmişi çok az tanıyoruz. Çok normaliz, normal olmaktan başka bir plan yok yaşamımızda, kanımızda olan bir eğilim bu. Ailelerimiz kuşaklar boyu yaşamı törpülemekle uğraşmış, sonunda her tanıklığı, uzaktan göze çarpabilecek her pürüzü yok etmiş. Zamanla bu dalda uzmanlaşmış ve görünmezlik ustaları olmuşlar: güvenü el, bilge göz – zanaatkarlar. Odalardan çıkarken ışığın söndürüldüğü, salondaki koltukların selofanla kaplı olduğu bir dünya. Bazı asansörlerin mekanizmaları, yukarı çıkabilmek için bozuk para atılmasını gerektiriyor. İniş bedava, çünkü genelde merdiven inmenin güç olmadığı düşünülüyor. Yumurta akının bir bardak içinde buzdolabında korunduğu, lokantaya çok ender ve ancak pazar günleri gidildiği yıllar. Hiçbir şey vaat etmeyen sert ve sessiz çiçekleri yolun tozundan korumak için balkonlara yeşil perdeler asılmış. Işık, çoğu evde bir rahatsızlık sayılıyor.

Saçma gibi görünse de, sise minnet duyularak yaşanıyor, eğer bu yaşamaksa. Ne olursa olsun mutluyuz ya da mutlu olduğumuzu sanıyoruz. Alışılagelmiş normallik kapsamında kaçınılmaz ola15 rak Katolik – dindar ve Katolik. AsLnda anormallik burada, doğallığımızın teoremini altüst eden bir çılgınlık bu ama her şey bize çok olağan, kurallara uygun geliyor. Dindarız ve başka bir olanağımız varmış gibi görünmüyor. Üstelik şiddetle, açlıkla inanıyoruz, sakin bir inanç değil beslediğimiz, fiziksel bir gereksinim, bir ivedilik gibi denetlenemeyen bir tutku bizimkisi. Bir çılgınlığın tohumu, geliyorum, diyen bir fırtınanın çevrede yoğunlaşması bu. Ama anne ve babalar patlayacak kasırgayı göremiyor, yalnızca ailenin rotasındaki sakin uysallığın yalan iletisini okuyorlar: Böylece engine açılmamıza izin veriyorlar. Boş zamanlarında, pisliklerinin içinde unutulmuş hastaların çarşaflarını değiştiren gençleriz – bu kimseye bir çılgınlık gibi gelmiyor. Ya da yoksulluktan zevk alma, sefil giysilerle gurur duyma, diye düşünmüyorlar. Dualar okuyoruz, dua ediyoruz. Suçluluk duygusu her zaman içimizde. Topluma uyum sağlayamıyoruz ama kimse bunu görmek istemiyor. İncillerin Tanrısı’ na inanıyoruz. Böylece bizim için dünyanın fiziksel sınırları doğal, zihinsel sınırları ise bir dinsel törenin kuralları gibi durağan.

Bizim sınırsızlığımız o. Daha uzakta, alışkanlıklarımızın ötesinde, hakkında neredeyse hiçbir şey bilmediğimiz uçsuz bucaksız bir alanda, çevrede başkaları var. Göze çarpan ilk özellikleri inançsız olmaları, görünüşte hiçbir şeye inanmamaları. Ama parayla olan yoğun ilişkileri, eşyalarının ve davranışlarının pınl pınl yansımaları, dünyalarındaki ışık da göze çarpmıyor değil. Büyük olasılıkla, sadece zengin olan insanlar bunlar, onlara bakışımız yükselmeye çaLşan bir kentsoylunun aşağıdan yukan bakışına benziyor, alacakaranlıktan gelen bir bakış. Bilmiyorum. Ama açıkça gördüğümüz gibi, onların sürdürdükleri yaşam da, babalar ve evlatlarda yaşamın kimyası, doğru formüller değil; gör16 kemli bezemeler üretiyor, bilim düzenleyici işlevini unutuyor, sarhoş bilim. Sonuç olarak anlayamadığımız varlıklar, okuma anahtarının yitirildiği yazılar çıkıyor ortaya. Ahlakçı değiller, sakınımlı değiller, utanma yok onlarda ve uzun zamandır böyleler. Büyük bir olasılıkla dolup taşan buğday ambarlarına güveniyorlar, çünkü mevsimlerin ürününü -bu, para olsun ya da sadece bilgi olsun ya da deneyim olsun- hesapsız kitapsız har vurup harman savuruyorlar. Ekinleri iyi kötü ayırmadan biçiyorlar. Belleği yakıyor ve küllerinde geleceği okuyorlar. Gösterişli bir biçimde, cezalandırılmadan yaşıyorlar. Uzaktan, gözlerimizin içinden, bazen de düşüncelerimizden geçip gitmelerine izin veriyoruz. Yaşam, günlük akışında, rastlantısal bir biçimde bizi onlarla burun buruna getiriyor ara sıra ve doğal olarak ortaya çıkan farklar bir an için silinebiliyor.

Genelde anne ve babalarımız kanşıyor onların arasına, ender de olsa bazılarımız geçici bir arkadaşlık kurabiliyor onlardan birisiyle – bir kızla örneğin. Böylece onlara yakından bakabiliyoruz. İşimiz bittikten sonra, kovulmasak da geldiğimiz yere geri döndüğümüz zaman, belleğimizde onların diliyle yazılmış açık sayfalar kalıyor. Tenis oynarken babalarının raketle topa vurduğu anda çıkan tok bir ses kalıyor kulaklarımızda. Evler, özellikle de deniz kenarındaki yazlık evler ve dağdaki dağ evleri de belleğimizde, onlarsa buraları unutmuş gibiler, sorun çıkarmadan çocuklarına anahtarlarını veriyorlar, sehpaların üzerinde hala alkol tortulan içeren bardaklar, köşelerde bir müzede olduğu gibi eski heykeller var ama dolaplardan rugan ayakkabılar çıkıyor. Çarşaflar, siyah. Fotoğraflar, yanık tenli. Onlarla birlikte ders çalıştığmuzda -onların evinde- telefon sürekli çalar, annelerini de işte o sırada görürüz, çoğu kez bir şey için özür dilerler ama hep gülerek ve bizim aşina olmadığımız bir ses tonuyla. Sonra yanımıza gelip saçla17 nmızı okşar ve genç kızlarla ilgili bir şeyler söylerken göğüslerini kolumuza dayarlar. Bir de hizmetçiler ve uyulmayan, ansızın ortaya çıkan, alışkanlıklann kurtarıcı gücüne inanmaz görünen saatler vardır. Hiçbir şeye inanmaz gibidirler. Bir dünyadır bu ve Andre de oradan gelmektedir. Uzağımızda, bizimle ilgisi olmayan öykülerde ara sıra ortaya çıkar ancak. Bizim yaşımızda olsa da, genellikle kendisinden büyük insanlarla gezer Andre, bu onu daha da yabancılaştırır, daha da zor bir olasılık yaratır. Biz onu görürüz ama onun bizi görup görmediğini söylemek güçtür.

Büyük olasılıkla adlanmızı bile bilmez Asıl adı Andrea’dır, bizim aılelerimiz için bir erkek adıdır bu ama onun ailesi için öyle değildir, o ailede ad koyulurken bile içgudüsel olarak ayrıcalığa belli bir eğilim vardır. Sadece bununla kalsa iyi, ona Andre derler, A’nın üstünde vurguyla, bu da yalnızca onun için var olan bir isimdir. Herkes için, her zaman Andre’dir o. Çok güzeldir elbette. O insanların hepsi çok güzeldir ama onun güzelliğinin farklı olduğunu söylemek gerek, o istemeden güzeldir. Erkeksi bir yanı vardır. Bir sertlik vardır onda. Bu da işimizi kolaylaştırır – biz Katolik’iz: Güzellik tinsel bir erdemdir, bedenle ilgisi yoktur, onun için de bir kalçanın yuvarlaklığının hiçbir anlamı yoktur, ince bır ayak bıleğinin kusursuzluğu da bir şey ifade etmez. Kadın bedeni sistematik bir erteleme konusudur. Sonuçta, kaçınılmaz heteroseksüelliğimiz hakkında bildiğimiz her şeyi en yakın dostumuzun koyu renk gözlerinden ya da kıskandığımız bir arkadaşımızın dudaklarından öğrenmişizdir. Ten ise, ara sıra anlamadan yarım yamalak devinimlerimizle futbol fonnalanmızın altındadır. Sonuç olarak biraz erkeksi kızlan beğenmemiz anlaşılabilir. Andre bu açıdan kusursuzdur. Uzun saçlarını bir kızılderili öfkesiyle savurur, asla düzelttiği ya da taradığı görülmemiştir, 18 onlan öylesine salıverir. Olağanüstülüğü yüzündedir – gözlerinin renginde, çıkık elmacıkkemiklerinde, ağzındadır.

Başka bir yerine bakmaya gerek yoktur, gövdesi yalnızca bir duruş için, ağırlığını taşımak için, gitmek için vardır, bir sonuçtur. Hiçbirimiz kazağının altında bedeninin nasıl olduğunu sormamışızdır kendimize, öğrenmek için de acele etmeyiz, böyle hoşumuza gider. Herkese yeter onun o kımıldanış biçimi, her saniye – davranış ve seslerden oluşan bir soyaçekim, bir zarafettir onunki, güzelliğinin uzantısıdır bu da. Bizim yaşımızda kimse gerçekten bedenini denetlemez, adımlar bir tay şaşkınlığıyla atılır, çıkardığımız sesler bizim değildir: Ama o ilk çağlardan kalma gibi gör\.lnür gözümüze, her davranış biçimini öyle iyi bilir ki, en ince aynntıya kadar, içgüdüsel olarak. Doğal olarak başka genç kızlar çla dener aynı davranış ve ses tonlarını ama güçlükle başarılı olurlar; çünkü ondaki doğal yetenek -zarafet- başkalannda yapay durur. Giysilerindeki, davranışlarındaki o zarafet – her an. Böylece, uzaktan, büyülenmişizdir, başkaları da büyülenir onu görünce büyülenmeyen yoktur. Bizden daha büyük gençler de farkındadır onun güzelliğinin, hatta kırk yaşındaki yaşlı erkekler bile. Kız arkadaşları bilir, tüm anneler bilir – kendi annesi de, bağnnda bir yara gibi. Herkes onun böyle olduğunu ve ellerinden bir şey gelmediğini bilir.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir