Adnan Binyazar – Masalini Yitiren Dev

Hem de bir ölüm gününde, Bedrettin Cömert’in gök ekin gibi biçilip sonsuz yolculuğuna çıkarıldığı cami avlusunda, yaşlı ve hastalıklı bir adam yanıma yaklaştı, “Gerçekten, yazdıklarınızı yaşadınız mı?” diye sordu. Edebiyat Dostları’nda (Mehmet Seyda, İstanbul 1970) ya da Milliyet Sanat Dergisi’nde (16.07.1979) yayımlanan özyaşamöykümü okumuş olmalıydı. Ağır hastalıkla, ilk gördüğüm günlerindeki o görkemini gerilerde bırakmış Ahmet Muhip Dıranas’ı tanıyamamış, sıradan birisormuşçasına, yalnızca “Evet!” deyivermiştim. Sonra, dostum Mustafa Şerif Onaran’a göz işaretiyle sormuş, onun Dıranas olduğunu öğrenmiştim. O anda, Türk şiirinin bu büyük ozanına geçiştirici bir yanıt vermenin utancıyla başıma kaynar sular dökülmüştü. Yüreğimde bir burukluk olarak kaldı bu. Öte yandan, üstün beğenili Dıranas’ın, elime her kalem alışımda beni duygu titremelerine uğratan yaşamımın hangi aşamalarından etkilendiğini düşünüp durmuştum. Çocukluk yıllarına ilişkin gözlemlerimi yazarken, Ahmet Muhip Dıranas’ın, özünde bir kuşkuyu da barındıran bir soruyla öğrenmek istediğini, gerçeklik duygusunu sarsıntıya uğratacağınısandığım olaylardan kesitler aktararak yanıtlamaya çalışacağım. Bunun yanıtını hiçbir zaman bulamayacağımı biliyorum. Gene de beni yazıserüvenine bu “bilinmezlik” sürüklüyor. Tarih Kurumu’nda çalıştığım yıllarda da, bir gün, yaşamöykümü okumuş olan Sami N. Özerdim odama gelmiş, ya gerçeği öğrenme isteğinden ya da yazılanların dehşetinin etkisi altında kalarak, böyle bir şeyin olabileceğine inanamadığınısezdirircesine, baldırımdaki öküzgözü iriliğindeki oyuğu, sol elimin ortaparmak tırnağındaki çatlağı görmek istemişti. Yazılışı tehlike yaratacak bir hayat yaşadım ben.


Onun için, yazmakta hep duraksadım. Çünkü, yaşadığınız olayları anlatıya dökerken gözü yaşlısözcüklerin tuzağına düştünüz mü, televizyonlarda her gün onlarcası görülen yerli filmlerin ya da bayatlamaktan iyice kokuşmuş dizilerin baş kişisi oluverirsiniz. Berlin’de, eşimin onulmaz hastalığını duyup acılar içinde kıvrandığım günlerdeki bir söyleşi toplantısında, bu “hayat”tan kimi görüntüler yansıtmış, beni dinlemeye gelenlerin topluca ağladığını görmüştüm. Bu olayın da etkisiyle, bugüne kadar kalemi elime almak hep korkuttu beni. Bu korkuyu yenebilseydim, Mehmet Seyda ile Mehmet Kemal’in bu “hayat”ı duyumsayan ilgilerini değerlendirir, geniş oylumlu bir yapıt için kaleme çoktan sarılmış olurdum. Çünkü, böyle bir hayat yaşayan kişinin hayata borcunun, kalemi eline alıp yazmak olduğu, hiçbir zaman aklımdan çıkmıyordu. Ana metinde yer alsa da, bir filmin ilk sahnelerindeki olay açılımına benzer bir yöntemle, Dıranas’a soru sordurtan bu “hayat”tan görüntüler sunacağım. “Bir gün, inek vurdu boynuzunu koyunun karnına, yırttı attı karnı boydan boya. Kaygan, yıvışık bağırsaklar tozlara bulandı birden. Kana kesti koyunun yünleri. Koyunu hemen yatırdı yere anam. Tozlanmış, kirlenmiş bağırsakları eliyle toparladı, tıktı koyunun karnına. ‘Bir yorgan iğnesinin ucunu yakın da verin bana!’ diye seslendi. Dediğini yaptık. İğneyi aldı.

Sağlamından bir de iplik geçirdi. Okşaya okşaya, ‘Anam, kuzum…’ diye diye dikti koyunun karnını. Akşamüzeri olmuştu olay. O akşamın sabahı koyun ayağa kalkmış ot yiyordu kımıl kımıl. Sonraki yıllarda, üç-beş kuzu da doğurdu. Dikilen karnında bir yırtılma da olmadı.” “Böyle bir ananın oğlu olarak Diyarbakır’da doğdum. Yedi yaşından sonra gidişler, dönüşler, ayrılıklar… Anamın yanındaysam babamın, babamın yanındaysam anamın yanında değilim. Gök boşluğunda hiç yıldız yokmuşçasına parlayan şafak yıldızı ışılarken, bir katırın üstünde, o handan bu hana uğrayarak Ağın’dan Elazığ’a gidiyoruz. Sabahın serin esintilerinden korumak için beni yüreğiyle sarmalayan anamla bir daha yolculuğumuz oldu mu, anımsamıyorum.” “Kardeşim Cengiz’le bana birer oyuncak kamyon almıştı babam. Kamyonlardan birinin rengi yeşil, birininki kırmızıydı. Her nasılsa yeşil bana düşmüştü. Oysa kırmızıdaydı gözüm. Onu kardeşimin elinden almak istiyordum.

Uzun sürdü bu çekişme. Kamyonunu vermiyordu bana. Bir gün babam kızdı bize. Oyuncaklardan ikisini de tekmeledi attı. Çikolata alan, bizi koynuna sokup coşkunca seven babamın oyuncaklarımızı ezebileceğini düşünememiştim hiç. Bir yanım yıkılmış gibi oldu. (…) Oyuncaklarımızı kırarken, ayağına küçük bir kedi yavrusu takılmıştı. Bir tekme de ona attı. ‘Bav’ diye acı bir ses çıkarmıştı kedicik. Çırpınmaya başlamıştı. Biz iki kardeşi alıp başka yere götürmüşlerdi. Kedinin öldüğü söylendi. Korkmayalım diye, yakınlardan biri, kedilerin ölmeyeceğini, onların yedi canlı olduğunu gizli gizli anlatmaya çalıştı. ‘Kedi ölmesin, kedi ölmesin…’ diye geçiriyordum içimden. (…) Bir gün sonra, kedinin ölüsünü çöplükte gördük.

Yanında da ezilmiş kırmızı, yeşil boyalı kamyonlarımız. Ağzı yamulmuştu kedinin. Kamyonlarımız gibi, ezilmiş teneke gibiydi tüyleri. Pis, ölümcül bir görünüm almıştı kedi. Bir başka varlık için ilk ağlayışım böyle başlar. Ölümün korkunç yalnızlığını o kedide gördüm. Bu, bir bakıma benim de yalnızlığımdı. Çok güzel bir fotoğrafım vardı. İyice bir çerçeveye yerleştirilmişti. Ölünce, o fotoğrafın kimlere kalacağını düşünürdüm hep.” Gök boşluğunda hiç yıldız yokmuşçasına parlayan şafak yıldızı ışılamasının yarattığı korku mu, yoksa kedi ölümlerinin yürekte genişleyen yalnızlığı mı sordurtmuştu o soruyu Dıranas’a? “Babamın başka bir yere gideceğisöylendi. Babam, adliyedeki görevinden ayrılmış, dava vekilliği yapıyordu. Bir davayı izlemek üzere Sivas’a gidecekti. Bize çok para getirecekti. Eskisinden iyi olacaktık.

Ama babamın yerini dolduracak denli parlak şeyler değildi bunlar. Öylesine dinliyorduk söylenenleri. Anılarımda çok açık seçiktir babamın gittiği gece. Nedense trenler hep geceleri kalkardı istasyonlardan. Ya bahardı ya güzdü. Karanlık, ıslak, yapışkan bir geceydi. Bütün aile bir faytona yerleşmişti. Beni arabacının yanına oturtmuşlardı. Bilerek ağladım o gece, soluğum kesilircesine ağladım. Kızgınlıkla benisusturmaya çalışıyordu anam; ‘Ne var ağlayacak, baban gidip gelecek,’ diyordu. Bana şeker de getirecekti. Anılarımda, kapkara trenin penceresinden bakan babamın Rumeli renkli ak yüzü, kısılan gözleri capcanlı kalacaktır. Durmadan ağlamamın nedeni yıllar sonra anlaşılacaktı. O geceden sonra anamla babam bir daha yüz yüze gelmediler; hiçbir zaman! (…) Babam bizi bırakıp gitmişti. Anamın inceden bir türkü tutturduğunu duyardım.

Yirmi üç yaşındaki bu genç kadının duyarlı ezgileri, yüreğimden sarsardı beni. Köşelere çekilir ağlardım: ‘Tez gel ağam, tez gel, eğlenmeyesin / Elde güzel çoktur evlenmeyesin’.” “Üç ay, beş ay bekledik babamı. Ne gelen var, ne giden. Anamız biz iki kardeşi, Cengiz’le beni bağrına basıp babasının memleketi olan Ağın’a getirdi.” “Böyle bir babanın oğlu olarak doğdum Diyarbakır’da; 1934 yılında, Mart ayının yedinci günü, sabaha karşı; baharın eli kulağında. Ana, bir ‘anakuş’ gibi gölge olsa da üstümüzde, Doğu, açlıklara yenik düşer. Doğu anası da yenik düştü. Bizi babamın yanına, İstanbul’a gönderdi.” “İstanbul, öküz sesli vapurlarla karşıladı bizi. (…) Üstümüzde alaca entariler, ayağımızda takunyalar vardı. Nasıl haber ulaştırıldı bilmiyorum, üç gün üç gece süren tren yolculuğundan sonra, babam, Haydarpaşa’da karşıladı bizi. Saçlarımızı uzun süre kestirememiştik. Yabandan geldiğimiz belliydi. Babam bizden çok utandı.

O halimizle de bağrına bastı bizleri. Haydarpaşa’ya indiğimizde vapur düdükleri çok sevindirmişti beni. Vapur düdüğünü öküz sesisanmıştım. İstanbul’da öküz var diye çok sevinmiştim. Kasabamızın dağları, ağaçları, su başları burnumda tütmeye başlamıştı. Öküz sesini andıran vapur düdükleri umut olmuştu bana. Bugün bile her vapura binişimde bu güzel ses, içimde bir umut yaratır. Tramvaya binince dünyalar benim olmuştu.” “İkinci Dünya Savaşı günleriydi. Geceleri, karanlığın karanlığıydı İstanbul. Pencerelere örtüler gerilir, geceleri evlerde mum yakılırdı. Ekmek karneyle. Babam bir avukatın yanında çalışıyordu. Adı Nurullah Bey’di avukatın. Evde Tanrı adından daha çok geçerdi adı.

(…) Babam çok içerdi. Üç gün üst üste içebilirdi belki. Nurullah Bey’le de içiyorlardısanıyorum. Çok geceler içkili dönerdi işinden. Nasıl oldu bilmiyorum, babam, Nurullah Bey’in yanındaki işinden ayrılmıştı. Artık ekmek parasını bile kazanamıyordu. Evde altı kişiydik. (…) Bizden ayrıldıktan sonra, babam İstanbul’a gelmiş, orada bir hanımla evlenmişti. Babamın, ‘Anneniz bu!’ dediği hanımın boyu uzundu, yeşil gözleri vardı. Oldukça güzel bir kadındı. O zamanın Arap artistlerinden Leylâ Murad’a benzetirlerdi. O hanımın, babamdan olmayan bir oğlu vardı. İki de biz. Sonra Türker geldi; baba bir, ana ayrı.” “Babam, bir gün iki küfeyle geldi eve.

Sokaklarda boş dolaşacağımıza çalışmalıydık. Küfelerle ne iş yapılıyorsa onu yapmalıydık. İki kardeş sırtladık küfeleri, İstanbul’u pazar pazar dolaşmaya başladık. Kazandığımız paraları eve getirirdik. O paralarla kendimize bir simit bile alamazdık. O paralar, evdekilerin karnını doyuracaktı.” “Okuma yaşım iki yıl da geçmişti. Okula göndermesinisöyledim babama. ‘Okuyup da ne olacaksınız!’ dedi kızarak; bu ülkeye büyük zararların okumuşlardan geldiğini ekledisözlerine. Hamallığımız sürdü gitti böylece. Asansöre ilk kez sırtımda küfeyle girdim.” “İstanbul’da babasız yıllar… Evsiz, aşsız, odunsuz günler… O yaşlarda sevdam yok ki, ‘kaldırımların kara sevdalı eşi’ olayım. Sokak dünyası, kardeşimin Darülaceze’ye verilmesi, benim bir aşçıya yerleştirilmemle kapandı.” Dıranas, derisi kemiğine yapışmış o iki çocuğun İstanbul ayazlarında titremelerini duyumsadı da mı sordu o soruyu?. “Aşçı (usta), acı çektirmekten, sadistçe dövmekten büyük haz duyardı.

Her gün üç beş kez döverdi beni. Komşu dükkâncılar onun elinden kurtarmaya gelirlerdi çocuk gövdemi. Verilen bahşişleri bile alırdı elimden. Oysa ben o bahşişleri Darülaceze’de kardeşime harçlık olarak biriktirmek isterdim. Çok da küfrederdi. En büyük övüncü, benisokaktan kurtarmış olmasıydı. Beni adam edeceğine inanırdı. İş sahibi edecekti beni, evlendirecekti. Böylece kurtulacaktım! Adamın tutumu bilinçlendiriyordu beni. Ondan korkmamayı öğrendim bir süre sonra. On yaşıma varmıştım herhalde. Çok hareketli, herkesle dövüşen bir çocuktum. Bu yaramazlıklardan dolayı birkaç kez polise şikâyet bile edildim. Bir gün, kırmızı acı biberisuratıma çarpıverdi. Gözlerimin dışarıya fırladığınısandım.

Arnavutlar çorbalarına, kuru fasulye yemeğine koyarlardı bu biberi. (…) Bir gün de maşayısol elimin ortaparmağına yapıştırıverdi. Tırnak acısının ne olduğunu o zaman öğrendim. Şimdi, sol elimin ortaparmak tırnağı çatlaktır. Tırnak bir çatladı mı, yaşam boyu sürüp gidiyor bu çatlaklık. Bir gün de kızgın maşayısol baldırıma sapladı. Öküzgözü iriliğinde oyuktur sol baldırımın bir yeri. Bu savaştan da bu yaralarla kurtuldum. Bu yaraların yüreğimde açtığı oyuklar ise sağalmadı hiç. Beni günde birkaç kez döven ustama bir oyun oynamalıydım. Bir gün ocaktakisıcak suyu kafasına boşaltmayı tasarladım. Sıcak diyorsam, kaynardısu. Allahtan, tam tepesine gelmedi. Yoksa soyulmuş tavşan gibi çıkardı ortaya. Ben önde, o arkada, bütün Kocamustafapaşa’da kovaladı beni.

Aksarayları, Topkapıları dolaştık. Tutamadı… Sonradan polisler buldu getirdiler. Parasız, çorba içirdi polislere.” “Ustam okuma yazma bilmezdi. Küçük yaşta dayımın öğrettiği okumayla günlük gazetesini ben okurdum ona. Bu okumalarıma dayanarak politik tartışmalara girerdi. Kafasına yatmayan bir cümle okuduğumda enseme tokadı yiyiverirdim. ‘İyi oku ulan, ayağımın altına alır, kemiklerini kırarım!’ derdi. Birden nereden geldiğini kestiremediğim bu tokatlar beni gazeteden de, havadisten de soğutmuştu. Oysa başlangıçta, bu okuma becerisinin yarattığı üstünlük duygusuyla büyüklük taslar olmuştum. Okuma bilmeyen ustamın karşımda küçüldüğünü görmekten hoşlanıyordum.” Sol baldırımda yer eden öküzgözü iriliğindeki oyuk mu, tırnağımdaki çatlak mı sordurtmuştu o soruyu Dıranas’a?. Bedende yaratılan oyuklar sağalıyor da, yürek oyukluğu hep işliyor. Eş yitirmenin yarattığı oyuk ise hiç sağalmıyor. Büyük ozanlara büyük şiirleri, yüreği depreme uğratan içsel acılar yazdırtıyor olmalı.

Eşimin artık yaşamadığı bir İstanbul yazında benisabahlara kadar dinleyen Fazıl Hüsnü Dağlarca, “Eş Ağıdı – Gömüt Taşında Söylemeler” şiiriyle, acıma ağıt yaktı: O Çorum’da doğmuş Hititli bir kız Ben Hititli bir genç Sevgimizi kıskanan ölüm Bütün ölümlerden iğrenç Gömüldü ya Çorum toprakları hep açar Nice çiçekleriyle onu Ben gece gündüz sevgisini açarım Yadsırım ölüm denen sonu Hitit karanlıklarında Sesin gecemizi aydınlık ederdi Sanki güzelliğin: “Sen beni benden çok yaşayacaksın” derdi. Karımı çok sevdim ben binlerce yıl Seviyorum da İşte gece bir gündüz bir çiçek Hitit yeli evliliğimizi büyütür Çorum’da. Ne yazar deme karısı ölmüş de Acısından dev olmuştur işte: Gök ağzında leblebi Bakışları Hitit elleri Çorum Yazar yüreğine Adnan – Binyazar (Temmuz 1991) Eş ağıtı yaşayıp acısını içine gömene sorusu ne olurdu Dıranas’ın?. Eş yitiren, zamanın anahtarını elinden düşürür; kalan yaşamında, yürekte bilince dönüşen acının adaletsizliğiyle boğuşur durur. Acı, yaşamsal dayanakların çürük temeller üstüne oturduğuna benzer bir güvensizliğe yol açar insanda. Hiçbir alacağım yok hayattan; ona yalnızca yazı borcum var. Ahmet Muhip Dıranas’ın sorusundakişiirsel derinliği; Mehmet Seyda ile Mehmet Kemal’in, aralanmasını istedikleri “hayat”ın anlamını kavrarsam, geriye bir tek, kalemi elime alıp kendi iç serüvenime dalmak kalacaktı. Önce eşimin, sonra anamın ölümüyle, “iç serüvenimi” anlatma kaçınılmaz oldu. Çocukluk yıllarının gözlemleri ya da o döneme eğilen bir yetişkinin yaşadıkları da sayılsa, “yazı borcumu” ancak bu yazdıklarımla ödeyebileceğime inanıyorum. Masalını Yitiren Dev, bu girişte kısa bölümler aktardığım acı olayların ayrıntılı öyküsüdür. Anlatılanlar, sıradan bir hayat değil, yalnızca onu yazanın yaşadığı “bir hayat”; milyonlarca insanın, çocuk olsun, genç olsun, bugün de, daha da acılarını yaşayıp yaz(a)madıklarıdır. Daha önce Paustovski’nin anılarına Bir Hayatın Romanı (e Yayınları) adı verilmemiş olsaydı, yaşadıklarımı o adla yayımlamayı çok isterdim. Böyle bir ad, yazdıklarımı, bir edebiyatçının yazı deneyimlerine ilişkin izlenimleri olarak algılanmasından kurtarmış olacaktı. Bu olamayacağına göre, yeni bir ad arayışına girdim. Elazığ’da, dedem evden ayrılmış, bir başka evin bodrum katında, kendini dine vererek yalnız başına yaşamaya başlamıştı.

O ayrılıp gidince masalını yitirmiş deve dönmüştüm. Çocukluk, bir dev masalıdır. Masalı bozulmuş çocukluk ne ise, masalını yitiren dev de odur. İkisi de şaşkın, güçsüz ve umarsızdır. Birbirlerini yitirdiklerinde, çocukluk devin, dev çocukluğun büyüsünü bozar. Büyü bozulunca, çocuk, yaşamı boyunca, masalını arayan bir dev gibi çırpınır durur. Üç dört yaşlarından on altı yaşına dek, yaşamı bir insanın dayanma gücünü aşan olaylarla savrulan, ancak Köy Enstitüsü’ne girerek kurtuluşa eren bir çocuğun duyumsamalarının yansıtıldığı bir kitabın adı ne olabilirdi?. Masalını Yitiren Dev. Masalını Yitiren Dev’i yazarken, belleğimden silinip gitmiş olayların ayrıntılarını tanıklarına sorup öğrenmek istemedim. Eskiye ilişkin konuşmalar sırasında kendiliğinden anlatılmadığısürece, belleğimin dışına çıkmamaya çalıştım. Amacım, çocukluk yıllarında belleğime yerleşmiş izlenimleri, gözlemleri, duyumsamaları yansıtmaktı. Şimdiye de, geleceğe de egemen olunmuyor; geçmişse tam anlamıyla bizim egemenliğimiz altındadır. Geçmişimden başka bir kalıt (miras) taşımıyorum. Masalını Yitiren Dev’le, “açtığım kendi kuyumun içine dalarak” yaşadıklarıma sahip çıkıyorum. Yaşamıma yönelik ilk izlenimlerim gazete ve dergilerde yayımlandığında, coşkularını mektuplarla dile getirerek beni yüreklendiren Mehmet Seyda’nın; anlattıklarımı Gorki’nin yazdıklarıyla eş tutarak bir yazıyla onurlandıran Mehmet Kemal’in; güldürücü bir biçemle anlatmama karşın, yaşadıklarımı yürekten duyumsayıp yaşlı gözlerle dinleyen, bu kitabın taslaklarını okuma hoşgörüsünü göstererek, benden geniş dil ve anlatı bilgisini esirgemeyen dostum, öğretmenim Emin Özdemir’in; uzun dostluğumuz boyunca, çektiklerimi bilinçle kavrayıp beni desteklerinden yoksun bırakmayan Avukat Özcan Atalay’ın; bende, yıllarca önce, yazacaklarıma bir biçem bulduğum kanısı uyandıran Diyarbakır’la ilgili “Anı Kent” adlı o kısacık yazımı ozan duyarlığıyla algılayıp ona değer biçen Mehmet Başaran’ın; bir mektubunda, duyumsamalarımın bir kıyıda unutulup gitmemesini içtenlikle anımsatan Prof.

Dr. Atalay Yörükoğlu’nun; bu kitabın taslaklarını en dar günlerinde okuma özverisinde bulunan kardeşim Gürhan Gündüz’ün; yazılanların ilk okuyucuları olarak bana görüşlerini bildirme inceliğini gösteren, Berlin’den arkadaşlarım Hedavet Demir, Mustafa Demir ve Durmuş Çakmak’ın… yaklaşımları beni gönendirmiştir. Onların bu ilgilerini… Gerçek şiirin ustalığına ermiş Ahmet Muhip Dıranas’ın derin sorusunu… Çağımızın büyük ozanı Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın o eşsiz şiiriyle acımın derinliklerine inme emeğini benden esirgememiş olmasını… yaşadıklarımın sıradan olaylar olmadığına kanıt saydım. Yazarken, gücümü o eşsiz insanların yüce varlıklarından aldım.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir