Adnan Binyazar – Sehir ve Insan

Şehir ve İnsan; dünyanın dört bir yanından, 2010’da İkincisi yapılan İTEF-İstanbul Tanpınar Edebiyat Festivali’ne katılan yazarların, Festival için yazdıkları. Şehir ve İnsan’da, Tanpınar’dan esinlenerek şehir, zaman ve insan konusu işleniyor. Yazarların dil ve coğrafya açısından çeşitliliği, kitabı oluşturan metinlerin tür ve üslup açısından zenginliğini yansıtıyor. Gezi yazısından edebiyat eleştirisine, görsel şiirden denemeye, konusunu her yönüyle irdeleyen Şehir ve İnsan, İTEF-İstanbul Tanpınar Edebiyat Festivali’nin tematik kitaplarının ilki. Teşekkürler! Size bu satırları okutabilme hayalimin gerçekleşmesini mümkün kılan, İTEF’e ve Kalem Ajans’a destek veren herkese çok teşekkür ederim. 2007 yılında Hollanda’nın en değerli yazarlarından Geert Mak’ın, Hollanda Edebiyat Haftası için yazdığı Galata Köprüsü’nü anlattığı Köprü isimli eseriyle başladı her şey. Her yılın Mart ayında ülkenin her tarafında 12 Avroluk kitap alışverişi yapan herkese seçilen bir yazarın kitabının hediye olarak verildiğini öğrendik. İstanbul’dan çok daha az nüfusu olan bu ülkede, 1 milyon kitabın bu şekilde hediye olarak dağıtıldığını izledik. Sadece birkaç ufak hesapla, bunun ülke yayıncılık sektörüne, kitapçılara, yayınevi çalışanlarına ve tüm yazarlara olan katkısı başımızı döndürdü Amsterdam Opera Binası’nda Hollanda Kraliçesi’nin de katıldığı görkemli töreni, Hollandaca tek bir kelime bile anlamadan, güzel bir rüyadaymışız gibi izledik. İzleyen aylar, eli kitaba değen herkesle bunu konuşarak, uluslar arası bir edebiyat festivalimiz olmalı düşüncesiyle geçti… Bir akşam, Karaköy’den Kadıköy’e vapurla geçerken yüzüme kocaman bir gülümseme yayıldı. Evet, bizim bir edebiyat festivalimiz olmalıydı ve o festivale bir yazarın ismi vermeliydi. Ahmet Hamdi Tanpınar köprünün iki ucunu birleştiren, kapıları açan, şaşırtan, düşündüren, herkesin sahiplendiği, Türk edebiyatı gibi “hak ettiği değeri sonradan gören” bir yazar olarak Türkiye’de nefes alacak bir edebiyat festivaline çok yakışacaktı. Başka daha nice isim vardı, nice büyük yazarımız… Neredeyse tüm çevirmenlerin söylediği; “Tanpınar çevirmeyi çok isterim,” oluyordu. Önce biraz tereddüt ettim; ama bu belirsizlik hızla kayboldu. Bu iç rahatlığını ve inancı sağlayan en önemli kişi hiç kuşkusuz Mehmet Demirtaş’tır.


Bu fikri, o vapur yolculuğunun ardından ilk paylaştığım ve buna ilk inanan, en büyük desteği veren ve aslında tüm organizasyonu düzenleyen kişi o oldu. Ertesi sabah Cem Erciyes’i aradım. Bir solukta anlattım. Sessizce dinledi, önerileriyle, eleştirileriyle desteğimiz oldu Çok mutluydum, ilk defa bir vapur hayalime bu kadar yaklaşmıştım. Domino taşları düşmeye ve resim oluşmaya başladı. Hayat boyu baş danışmanımız Serhat Baysan, Enis Batur, Doğan Hızlan ve Türkiye’nin edebiyat, yayıncılık, basın dünyasının en değerli isimleriyle günlerce, saatlerce süren toplantılar… Hayaller, hayal kırıklıkları, uykusuz geceler, heyecanlar… Prag’ta, Kafka Edebiyat Festivali’nin yapıldığı o büyülü şehirde, Sınırları Aşan Edebiyat Fonu’nun müdürü Alexandra Buchler bize destek olabileceğinin müjdesini verdj. Ve İTEF bebeğinin en az sancıyla doğmasını sağladı. Beynimizde, kalbimizde ve bilgisayardaki dosyalarda gelişen bu hayalimizi, okuma akşamları düzenleyerek, edebiyatı destekleyen Çırağan Palace Kempinski ve edebiyatla keyfi birleştiren Hare Kahve Likörleri olmasaydı gerçeğe dönüştüremezdik. En kuvvetli alkışlarımızla, bu kitabın binlerce kişiye hediye edilmesi için İTEF’e Şehir ve İnsan konulu eserlerini veren yazarlarımıza ve bu metinleri birçok dilden Türkçeye çeviren değerli çevirmenlerimize şükranlarımızı sunuyoruz. Çok teşekkürler… Nermin Mollaoğlu Kent ve İnsan Adnan Binyazar Doğum yurdum Diyarbakır, adı, Amida’dan Amid’e, Diyarı Bekr’ d e n Diyarbekir’e sonunda bugünkü adına dönüşen çok eski bir yerleşim yeridir. Kapkara kayalar üstüne oturmuş, her burcu sanat şaheseri sayılabilecek kalın surlarla çevrili kadim bir kent. Hiçbir kavmin, geniş kapılarının önünden geçmeye cesaret edemediği bir kale… Eski dengbej anlatılarının soluk alıp verdiği sırlar ülkesi; benim “yazıp da okuyamadığım şiir”, “kültür anamın sütü bol memesi”, ruhumda erimi uzun bir hatıra… Gözümü dünyaya orada açtım. Tam olanı biteni ayırt ediyordum ki, kendimi Diyarbakır’ın, 1937’lerde bugünün köylerinden de küçük kasabaları olan Kulp’ta, Silvan’da, Çermik’te buldum. Kasaba, çayırlarda koyun, keçi otarmaktı, bağlarda bahçelerde doğayı sese boğmaktı… Benden büyük olanlar ağaçlarda sincap taşlardı. Çocukluğun duyarlık körlüğü yaşlarındaydık; az sonra ölüp gideceklerini hiç akla getirmeden, tespih tanesi kadar böceklerin arkalarına çalı iğnesi batırıp, onların düzeni bozulmuş vızıltılarla uçuşlarına gülmekten bayılıyorduk.

Arkadaşlarımız arasında biri vardı ki, kedi yavrularını bir köşede kıstırıp kesermiş. Bu olayı duyduğumda mideme ağrılar saplanmış, onu uzaktan görünce yolumu değiştirmiştim. Bakarken gözleri yana kayan bir arkadaşımız vardı. Sapanını yönelttiği kuşu anında dalından indirirdi. Granit sertliğindeki taşları gövdesine yiyen kuş, daha havadayken çığırtılı seslerle can verirdi. Sincapların ölüm fermanını hazırlayan da oydu. Onca daim yaprağın arasında sincabı görüp, göz açıp kapayıncaya kadar taşı fırlatması beni şaşkına çevirirdi. Şınltılı suların aktığı derelerde dolaşırken rastladığım kuşlara, sincaplara mermi gibi taşlar fırlatmayı becermiyor değildim, ama hiçbir zaman yere bir kuş düşürememiştim. Sincapların yere düşerkenki acı ciyaklamaları gece rüyalarıma girerdi. Yine de, içimden, “niye ben onun gibi sincap vuramıyorum” diye üzülürdüm. Çok istesem de hayatımda ne tek kuş, ne ağaçlarda oradan oraya atlayan bir sincap vurdum. Oysa sapanla kuş vurup dallardan yere sincap düşürmede kerametin, arkadaşımın yana kayan gözlerinde olduğunu düşünür, ben de bakışlarımı sağa sola kaydırarak kuşlara nişan alırdım. Olaylar gözümün önüne geliyor da, bu başarısızlığı, rastlantıların bahşettiği bir mutluluk sayıyorum. O arkadaşımızın öncülüğünde kuşlara, sincaplara dünyayı dar etmeye çıktığımız bir gün, üç beş erik yemek için dalları çekip yere indirdiğimizi gören bir yaşlı, “Nedir bu vahşet, onca yer gördüm, sizin gibisini görmedim. Ananız babanız size hiç mi medeniyet öğretmedi!” diye çıkışmıştı.

Akşama doğru eve dönüp, o güne değin hiç duymadığım “medeniyet” sözcüğünün ne demek olduğunu babama sormuştum. Babam, “Medeni, şehir demektir, yakında biz de şehre göçüyoruz. Medeniyet ise, şehirli olmak, yani görgülü, terbiyeli olmak, kimseye zarar vermemek, onun bunun malında gözü olmamak demektir,” diye yanıtlamıştı sorumu. Babamdan bunu duyuşumdan iki hafta sonra şehir dedikleri yere gelmiştik. Alabildiğine uzayan tarlaların, yeşilliklerin yerini, o günün ölçülerine göre, Diyarbakır’da sokaklar, sokakların kenarına dizilen evler, evlere sık sık girip çıkanlar, camekânları süslü dükkânlar almıştı. Kapının önüne çıkar çıkmaz orada da arkadaşlar bulmuştum. Onlar ne kuş avlıyorlardı, ne dalların arasından sincap düşürüyorlardı. Değneklerle çember çeviriyorlar, çevresine ip sarıp yere fırlattıkları konik bir tahta parçasını (topaç) hızla çeviriyorlardı. Onları yapmıyorlarsa, birini ebe seçiyorlar, öbürleri görünmeyecek yerlere saklanıyor, ebenin onları bulmasını bekliyorlardı. Arayış-buluş anında da coşkudan ne yapacaklarını bilemiyorlardı. Çocuk, kendi yaptıklarını beceremeyenler karşısında kahraman kesilir. Şaşkın bakışlarım yeni arkadaşlarımı şımartıyor, kimileri, becerilerini hiç yapılamazmış gibi gösterme havasına giriyordu. İlk günlerde sözcükleri farklı söyleyişimle alay ettiler. Kısa sürede onlar gibi söylemeye başlayınca beni aralarından biri saydılar, oyunlarına katmaya başladılar. Kısa sürede kırlık yerlerin avlama vahşetinden kurtulmuş, yaşlı adamın deyimiyle, kırıp dökmekten uzak bir ortama girmiştim.

Kimi günler kapımızın önündeki eşiğe oturup şaşkınlıkla onları izliyordum. Kentte ne yere çakılırken havada can veren kuşların sesini duyuyordum, ne sincap yavrularının ölüm çığırtılarını. İçten içe, “Ne güzel yermiş şehir, burada hayvanlar öldürülmüyor, yemyeşil yapraklar dallarından koparılıp atılmıyor,” diyordum. Kent, çocuğun gözünde şamatalar şenliğidir. Satıcılar, sokakların dil kelebekleridir; ruhu okşayıcı seslerle incelterek söylerler sözcükleri. Yeni arkadaşlarım beni değişik bir hava içine sokmuş olsalar da, kentte en çok ilgimi çeken, mallarını şarkıya benzer seslerle satan satıcılardı. Uzun süre ayrancının ayran, sütçünün süt, pandispanyacının pandispanya, gazyağı satanın gazyağı dediğini anlayamamıştım. Un, yumurta, şeker karışımı keke benzer pandispanya satıcısının sokaktan geçişini sesinden değil, kışkırtıcı kokusundan anlardım. O kokuyu alan çocuklar dışarıya fırlar, koşuşarak pandispanyacmm çevresini sararlardı. Meyan şerbetçilerinin sırtlarına yerleştirdiği pirinç güğümlerin parlak görünümü bugün de gözümün önündedir. Metalden taslarının birbirine değmesinden çıkan şıkırtılı sesleri de unutulacak gibi değildi. * Dünyanın irili ufaklı nice kentim gördükten sonra kent yaşamının, insanın uygarlaşma sürecinin mekânı olduğunu düşünüyorum. Toplumsallaşma kentte, ekonomik verimin değerlendirmesi kentte, düşünsel, sanatsal üretim ve teknik kentte. İnsanı durağanlıktan kurtarıp eylemli kılan mekanizma da kentte işlevselleşiyor. Bu bağlamda kent, insanın kültürel dünyaya açılım mekânı, insanın kendini kanıtlama güdüsünün var oluş nedenidir.

Medine kent demektir. Medeni sıfatı da, ancak “düşünce, sanat ve teknikte gelişme göstermiş, ideal uygarlık düzeyine uygun yaşam koşullarına kavuşmuş; nezaket kurallarına uymasını bilen, eğitimli, görgülü, kültürlü, kibar” insanlara yakıştırılabilir. Medeniyet ise, “bir toplumun maddi, sosyal, ahlaki ve kültürel yaşamına ilişkin niteliklerin bütünü; uygarlık” 1 anlamına geliyor. Burada kentlerin kuruluşuna ilişkin tarihsel sürece de, kente ilişkin kavramsal irdelemelere de girmeyeceğim. Çevrelerini saran surlara, kanallara, kulelere bakarak, kentlerin, insanın kendini koruma güdüsünden doğduğu üzerinde de durmayacağım. Durmaya kalksam da nesnel değerlendirmelerde bulunmaya benim bilgim de gücüm de yetmez. Belli ki, kentle insanı bağdaştırmak ne denli zor ise, insanı kentle bağdaştırmak da o ölçüde zor görünüyor. Düşüncemi bu doğrultuda geliştirebilirsem, iç içe olması gereken insanla kent ya da kentle insan arasındaki zıt kutupluluğu bir ölçüde açıklığa kavuşturabilirim. Eskiye özlem, insanın doğasında var. Her kuşak kendi zamanına sahip çıkar. Özellikle büyük kentlerde ekonomik, toplumsal sorunlar, suça yönelik olaylar arttıkça bunu kentleşmeye bağlayan görüşler yaygınlaşmaktadır. Bu yargıya varırken, Cumhuriyet gazetesinde Işık Kansu’nun “Geçmişi Silinen Kentler”” başlığı altında dizi yazıları yayımlandı. Dizide izlenimlerini yazan yazarların tümü özlemlerini dile getiriyorlar. Hemen her kentte kalabalık duyarsızlığının gittikçe yaygınlaşıp, ilkel davranışların doğal bir üslup kazandığını… Her an ilkelleşen insanları gözlemleyen bir yazar (Ayla Kutlu), yaşadığı kentin önceki düzenine nasıl özlem duymaz: “1947 yılında geldiğimiz İskenderun küçük ve tertemiz bir şehirdi. Cumhuriyet meydanında küçük ama eşsiz bitkilerle süslenmiş bir parkı, çok büyük çoğunluğu Fransızlar döneminde yapılmış güzel, görkemli ve yeterli yapıları vardı.

O tarihte günlük ve bazıları haftada üç kez çıkan toplam yedi gazete, et ve balık hali, geceleri 23.00’e kadar şıkır şıkır aydınlatılan cadde ve sokaklar, şortlu, bisikletli genç kızlar ve delikanlılar, kapıları ardına kadar açık evler, birbirleriyle hemen kaynaşıveren komşular, deniz kıyısı ahbaplıkları, komşu hakkı diye bedelsiz ikram edilen ürünler, üretimler: portakal, limon, koruk, üzüm, pekmez, tahin, nar ekşisi, hatta tadımlık denilerek sunulan bakraç dolusu zeytinyağı, bahçesiz evlerin çamaşırlarını istedikleri komşuda kurutma hakkı… Hiçbir kapı kilitli değildi. Öylesine anahtarsız ve kilitsiz yaşanırdı ki, bir başka şehre gidilecekse, anahtar ancak aranınca bulunan bir nesne olarak görülürdü.” Cemil Kavukçu (yazar) ise, yaşamını geniş ölçüde etkileyen kente duyduğu özlemi şöyle dile getiriyor: “Çocukluğumun, hatta ilk gençliğimin geçtiği İnegöl’le bugünkü İnegöl arasında en küçük bir benzerlik yok. Son yıllarda oraya her gittiğimde kendimi yabancı bir kentte hissettim. Birbirine benzeyen, geçmişini kendi elleriyle silen özelliksiz, kopya bir kent. Kentlerle kasabalar arasında da benzer bir alışveriş var. Kentler hızla büyük kasabalara dönüşürken kasabalar da çarpık bir yapılaşmayla özenti büyük kentlerin küçük, kötü birer kopyaları oldular. İşsizlikle atbaşı giden büyük kentlere içgöç bu süreci hızlandıran etkenlerden biridir. Bugün on kat büyümüş İnegöl. Nüfusu iki yüz bin. Belediye kültür merkezinde gişe yapan güncel filmlerin gösterildiği küçük bir sinema salonu var ama kitapçı dükkânı yok. Kentin içinde içki içilebilecek doğru dürüst bir yer de yok. Seksenli yıllara kadar herkesin istediği yerde oturabildiği parklarda, çay bahçelerinde ‘Aileye mahsustur’ sınırları çizildi yıllar önce.” Şükrü Erbaş (şair) da yokluğa karışan değerler üzerinde duruyor: “Geleneksel meyhaneler, çalgıcı kahvehaneleri yok.

Abdalları düğünlerden, ‘orkestralarla sürdüler. Simitçi Haşan çoktan öldü. 1974’te bir avuç ‘devrimci genç’in kurduğu Halkevi yok. ‘Her şey daha çok zaman olsun diye hızlandı. Zaman ise gittikçe azalmakta,’ diyen Canetti’nin acısı, Yozgat’ın da yazgısı. Kentler de insanlar gibi mizah duygusuyla birlikte kederini de yitiriyor. Geriye, belleksiz sokaklarda yeni zaman politikacısı ile plastik şarkılar kalıyor. Yozgat bundan ne kadar uzak durabildi ki…” Lütfiye Aydın (yazar) da geriye doğru değişimin bir başka yönüne değiniyor: “Betonlaşma olgusu yalnızca kentlerin değil, insanının da dokusunu değiştirdi. Yirmi yaşımda ayrıldığım Gaziantep o zamanlar Büyükşehir değildi. Hele ‘marka şehir’ hiç değil. Nüfusu azdı. Sessiz fakat görgülü, zarif, hem kendine hem de çevresine saygılı, ‘sözü senet’ olan insanların kentiydi. Kenti çevreleyen zeytin, fıstık, dut ağaçları, bağlar, kentin içine dek sokulmuştu. Kentin kanavasında en çarpıcı renk olan, otuzdan fazla üzüm çeşidi yetiştirilen bağlar da yok artık, üzümlerinden üretilen şaraplar da. Şaraphane diye bir yer adı vardı eskiden, o da sizlere ömür.

” Dizi yazıda özleme yönelik izlenimlerimi yazanlardan biri de bendim. Daha çok da, gelişmenin göstergesi sayılan değişimlerin kötüye yöneldiğini vurguladım. Kentleşme olgusunda, kentin ve orada yaşayanların sağlam bir kültür tabanına oturması kanımca çok önemlidir. Uzak kaldığım dönemler de olsa, 1934 yılında doğduğum Diyarbakır’la 1956’ya kadar ilgimi hiç koparmadım. Kültürel kimliğimi bulmaya başladığım dönemde beni Diyarbakır kültürü beslemiştir. 1950’lerden bu yana değişen Diyarbakır’a ilişkin izlenimlerim şöyle: Kültür, zincirleme bir gelişim yolu izler. Filmini izlediğimin ertesi günü, Halkevi, Ulu Cami, Ziya Gökalp Lisesi kütüphanelerinde Shakespeare’in Romeo ve Juliet adlı eserini aramış, ne yazık ki oralarda bulamamıştım. Sonunda, o yıl başladığım Dicle Köy Enstitüsü’nde ele geçirdiğim kitabı yaşamım boyunca yanımdan ayırmadım. Milli Eğitim Bakanlığı yayınlarının da satıldığı bir kitabevine sahip olan o yılların Diyarbakır’ı müziğiyle, tiyatrosuyla, kitabıyla tam bir kültür merkeziydi. Bu etkinlikler ise Halkevi çatısı altında toplanmıştı. Öyle bir gençliğin yerini şimdi sokaklarda taş atan çocukların alması, yıllardır ciddiyetle üzerinde durulmayan eğitim uygulamalarının yarattığı kültürel boşluktan doğmuştur. 1950 yılında iktidara gelen Demokrat Parti’nin ilk işi Köy Enstitüleriyle Halkevlerini kapatmak olmuştur.”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir