Sıcak eylül güneşi La Bourget Havaalanını kavuruyordu. Yolcular ağır ağır ilerleyerek birkaç dakika sonra Londra’ya hareket edecek olan büyük uçağa binmekteydiler. Uçağa son girenler arasında bulunan Janet Grey Derleyerek on altı numaralı koltuğa oturdu. Yolcuların çoğu yerlerini almışlardı bile. Yan tarafta iki kadın konuşuyor daha doğrusu ince, tiz bir kadın sesi çevrede yankılanıyordu. Janet’in dudakları hafif, alaycı bir gülümsemeyle büküldü. Bu tip seslerin sahiplerini öyle iyi tanırdı ki… “A, öyle mi, hayatım?.. Hayret… Hiç bilmiyordum… Nerede demiştin… Juan les Pins’de mi?.. A, evet… Ya, Le Pinet’de mi?,. Evet, hep aynı kişiler… Tabii, beraber oturalım… A, olmuyor mu? Kim?.. Ya, anlıyorum.” Sonra bir erkeğin sesi duyuldu. İngiliz olmadığı konuşmasından anlaşılan nazik bir yolcunun sesi. “Bana şeref verirsiniz, madam…” Janet gözucuyla baktı. Kafası yumurta biçimi, pos bıyıklı, ufaktefek, yaşlıca bir adam Janet’in sırasındaki koltuktan kalkmış, kibar bir tavırla eşyalarını topluyordu. Genç kız başını çevirerek, ufaktefek yabancının yerini bıraktığı iki kadını süzdü. Birini çok iyi anımsıyordu. Kadını son kez bakara masasının başında görmüştü. Yumruklarını heyecanla sıkıp sıkıp açıyor, ustalıkla boyadığı porselen biblolara benzeyen yüzü kâh sararıyor, kâh kızarıyordu. Janet, biraz uğraşsam, kadının ismini de çıkarabilirim, diye düşündü. Bir arkadaşı söz etmişti ondan. “Kadın kontes,” demişti. “Ama onun doğuştan asil olduğunu sanma. Aslında müzikli revülerde dans edermiş…” Bunu ona birinci sınıf masöz olan arkadaşı Maisie söylemişti. Üstelik alay dolu bir sesle. Janet dalgın dalgın, oysa diğer kadın gerçekten soylu bir aileden. Ata binmeye meraklı, kırlar arasında malikânesi olanlardan… diye düşündü. Genç kız ondan sonra iki kadını unutuverdi. Çünkü tam karşısına düşen koltuğa bakmamaya çalışıyordu. Parlak mavi kravatlı genç bir adam oturuyordu orada. Janet gözlerinin kravattan daha yukarıya kaymaması İçin kendini tutuyordu… Sonunda uçak havalandı. Londra’daki Croydon Havaalanına yapılan öğle seferiydi bu. Uçakta öndeki salonda on, arkadakinde on bir olmak üzere yirmi bir yolcu vardı. Uçak Fransa’nın üzerinden geçerek Manş’a doğru ilerlerken, yolcular kendi düşüncelerine dalmışlardı bile. Janet Grey kendi kendine, ona bakmayacağım, diyordu. Bakmamalıyım… En iyisi pencereden dışarısını seyretmek… Veya belirli bir şey düşünmek… Evet, en iyisi olanları düşünebilirim… Janet bir kuaförde çalışıyordu. Bir gün içinden gelen sese uyup, bir piyango bileti almıştı. Aslında bu onun için pahalı bir şeydi. Kendine büyük ikramiye çıkmamışsa da bin sterlin kazanmıştı. Genç kız bu parayla ne yapacağını düşünmüş ve sonunda Fransa’nın güneyinde Le Pinet’de bir hafta kalmaya karar vermişti. Çalıştığı kuafördeki müşterilerin çoğu tatillerini orada geçiriyordu. Güzel bir yer olmalıydı Le Pinet. Elbise sorunu onun için önemli değildi. Janet de Londra’da çalışan bütün kızlar gibi az parayla zevkli ve modaya uygun giyinmesini biliyor, saçlarını ve manikürünü kendisi yapıyordu. İşte böylece Janet. Le Pinet’ye gitti. Genç kız kendi kendine, Le Pinet’de geçirdiğim on günden yalnızca o olay mı anı olarak kaldı, diye sordu. Az bir parayla kumar oynamaya karar vermişti ve miktarı aşmamak amacındaydı. Janet hayatında ilk kez rulet oynarken şansı kendine hiç yardım etmemişti. Dördüncü gece aynı şey olmuştu. Janet oyun için ayırdığı paranın son bölümü elinde numaralara bakıyordu. Beş ve altı boştu. Kimse para koymamıştı bunlara. Hangisine oynayayım. Beşe mi altıya mı, diye kendi kendine sordu. Küçük top dönmeye başlamıştı. Janet elini uzattı. Altıya oynayacağım. O sırada başka bir oyuncu parasını beş numaraya koymuştu. Top dönerken yavaşladı ve sonra numaralardan birinin üzerinde durdu. “Beş numara..” Janet öfkesinden neredeyse ağlayacaktı. Krupiye paraları toplarken, Janet’in karşısındaki adam, “Kazandığınız parayı almayacak mısınız?” diye sordu. “Kazandığım parayı mı?” “Evet.” “Bakın ben paramı altıya koydum.” “Hayır, yanılıyorsunuz. Ben altıya koydum, siz beşe.” Genç adamın gülümsemesi çok tadıydı. Güneşten yanmış yüzünde, beyaz dişleri pırıl pırıl parlıyordu. Mavi gözlü, siyah saçlıydı. Janet biran duraksadıktan sonra parayı aldı. Yaptığım doğru mu, diye düşünüyordu. Aklı biraz karışmıştı. Belki de onun dediği gibi beşe oynadım. Şaşkın şaşkın genç adama baktı. Yabancı rahat bir tavırla gülümsüyordu. “Evet, parayı almakla iyi ettiniz. Orada kalsaydı, başka biri onun kendine ait olduğunu söyleyebilirdi. Eski bir oyundur bu.” Sonra dostça bir tavırla genç kızı selamlayarak uzaklaştı. Onun bu davranışı Janet’in hoşuna gitmişti. Eğer genç adam, kuman bahane ederek, onunla arkadaşlık etmeye çalışsaydı, Janet kuşku duyacaktı. Neyseki öyle bir insana benzemiyordu… İşte şimdi aynı genç adam uçakta karşısındaki koltukta oturuyordu. Janet, artık her şey sona erdi, diye düşündü. Paramı harcayıp bitirdim… ve son iki günü Paris’te geçirdim. Gerçeği söylemek gerekirse düşkırıklığına uğradım. Şimdiyse eve dönüyorum. Bundan sonra ne olacak? Janet kendi kendine, sus, dedi. Düşünme… Yoksa sinirlerin büsbütün bozulacak. Yandaki korlukta iki kadının konuşması sona ermişti. Porselen biblo yüzlü kadın kırılmış tırnağına bakarak, huysuz bir tavırla söylendi. Sonra da zile bastı. Biraz sonra yanına gelen beyaz ceketli garsona, “Bana oda hizmetçimi yollayın,” diye emretti. “Kendisi diğer salonda.” “Emredersiniz, kontes hazretleri.” diyen garson çabucak uzaklaştı. Bir iki dakika sonra siyahlar giyinmiş genç bir Fransız kız belirdi. Elinde bir mücevher kutusu vardı. Kontes Horbury kıza Fransızca, “Madeleine.” dedi. “Kırmızı maroken kutuyu istiyorum.” Cicely Horbury kızın getirdiği kutuyu alarak onu savdı. “Gidebilirsin Madeleine. Kutu burada kalsın.” Oda hizmetçisi tekrar dışarı çıktıktan sonra Kontes Horbury, şık kutuyu açarak, içinden bir törpü aldı. Sonra küçük bir el aynasında yüzüne uzun uzun baktı. Ardından pudra sürdü, dudak boyasını tazeledi. Yanındaki koltukta oturan Lady Venetia Kerr pencereden dışarıya bakıyordu. Janet’in bakışları geriye doğru kaydı. İki kadının arkasında, yerini soylu bir aileden olduğu hemen anlaşılan kadına veren, ufaktefek yabancı oturuyordu. Adam gereksiz yere boynuna kalın bir atkı sarmıştı. Uyuyormuş gibiydi. Ufaktefek yabancının yanında uzun boylu, kır saçlı ve otoriter tavırlı bir adam oturuyordu. Dizlerinin üzerinde açık bir flüt kutusu vardı. Flütü adeta sevgiyle silip parlatmaktaydı. Janet, çok garip, diye düşündü. Hiç de müzisyen gibi görünmüyor. Daha çok bir doktor veya avukata benziyor. Bu iki yolcunun arkasında baba-oğul olduktan anlaşılan iki Fransız oturmaktaydı Heyecanlı el işaretleriyle konuşup duruyorlardı Janet kendi tarafındaki yolcuları karşısında oturan, mavi kravatlı genç yüzünden göremiyordu. Janet öfkeyle, bu kadar… bu kadar heyecanlanmak saçma, diye düşündü. On yedisinde miyim ben? Genç kızın tam karşısında oturan Norman Gale ise kendi kendine, güzel… diyordu. Çok güzel bir kız. Kesinlikle beni anımsadı. O gece kumarda parasını kaybedince öyle üzülmüştü ki Kazandığım sandığı zamansa sevinci görülecek gibiydi Evet, iyi ki öyle yaptım Güldüğü zaman çok sevimli oluyor. Dişleri sağlam, diş ederiyse sağlıklı… Hay Allah, fena halde heyecanlandım Oğlum, kendine gel. Genç adam yanında belirmiş olan garsona dönerek, “Füme dil istiyorum,” dedi. Kontes Cicely Horbury ise o sırada, ne yapacağım, diye düşünüyordu. Başım büyük dertte! Anladığım kadar yalnızca bir tek yol var. Eğer cesaretim olsaydı.. Acaba bunu yapabilir miydim? Blöf yapmam mümkün mü? Sinirlerim berbat halde… Nedeni kokain tabii Kokaine nasıl alıştım bilmem ki? Yüzüm… çok kötü. Yanımda Venetia Kerr denlen cadının oturması sinirimi daha da bozuyor. Kadın bana hep aşağılarcasına bakıyordu. Tabii, gözü Stepnen’ deydi. Ancak onu ekle edemedi Stephen’le ben evlendim. Kadının o uzun ata benzeyen yüzü sinirime dokunuyor. Kendisi de ala binmeye meraklı zaten. Ne yapacağım? Karar vermem gerek. O korkunç kocakarının sözleri çok kesindi Kontes çantasından bir tabaka çıkardı Uzun bir ağızlığa bir sigara takarak, yaktı Lady Venetia Kerr, çok bayağı bir kadın, diye düşünüyordu. Aşağılık biri. Zavallı Stephen… Şu kadını başından bir atabilseydi. Tabakasını açınca Cicelly Horbury çakmağını uzattı. Garson, “Affedersiniz,” dedi. “Sigara içilmesi yasak.” Cicelly Horbury, “Allah kahretsin!” diye söylendi. Hercule Poirot kirpiklerinin arasından Janet Grey’e bakıyordu. Güzel bir kız. Çenesinin biçiminden kararlı bir insan olduğu anlaşılıyor. Ancak şu anda çok huzursuz görünüyor. Neden karşısındaki yakışıklı genç adama bakmamaya çalışıyor ki? Uçak birdenbire alçaldı. Belçikalı, “Midem,” diye inleyerek telaşla gözlerini kapattı. Onun yanında oturan Doktor Bryant sinirli elleriyle flütünü okşuyordu. Karar veremiyorum… Karar vermem olanaksız… Bu yaşamımda bir dönüm noktası. Flütü kutusundan çıkardı. Müzik… İnsana bütün dertlerini unutturacak tek şey. Hafifçe gülümseyerek flütü dudaklarına götürdü. Sonra tekrar kutuya koydu. Sakallı bir adam olan Mösyö Dupont yanında oturan oğluna dönüp, “Kuşkusuz hepsi de yanılıyorlar, İngilizler de, Almanlarda, Amerikalılarda… Tarih öncesi çanaklar…” dedi. Oğlu Charles Dupont uzun boylu, sansın bir gençti. Tembel davranıştan çok kimsede yanlış bir izlenim uyandırırdı. “Aslında bütün kaynakları tek tek İncelemek gerek…” Armand Dupont elindeki çantayı açtı. “Bak, bu çubuklar bugün Irak’ta yapılıyor. Üstlerindeki süsler milattan önce 5000 yılında yapılanların aynısı.” Elini heyecanla salladı. Az kalsın, garsonun masaya koyduğu tabağı deviriyordu. Dedektif romanları yazan Bay Clancy, Norman Gale’nin arkasına düşen koltuğundan kalkıp salonun diğer ucuna doğru ilerledi… Eşyaları orada duruyordu. Yazar yağmurluğunun cebinden bir tarife alarak, yerine oturdu. Yazdığı cinayet romanı için karmakarışık bir yol seçmesi gerekiyordu. Onun arkasındaki koltukta oturan Bay Ryder, elimden geleni yapmalıyım, diye düşünüyordu. Tabii kolay olmayacak. Parayı nereden bulacağımı bilmiyorum… Zamanı geçirdim mi, başım belada demektir. Hay Allah kahretsin! Norman Gale ayağa kalkarak tuvalete gitti. O uzaklaşır uzaklaşmaz Janet çantasında bir ayna çıkarıp, aceleyle makyajını tazeledi. Bay Clancy dikkatle tarifeyi okurken, bir eşekarısı kulağının dibinden vızıldayarak geçti. Yazar dalgın bir tavırla elini hafifçe sallayınca eşekarısı, Dupont’ların kahve fincanlarına doğru uçtu. Charles Dupont arıyı çabucak öldürüverdi. Salon derin bir sessizliğe gömülmüştü. Kimse konuşmuyor, herkes kendince bir şeyler düşünüyordu. Salonun en dibinde, iki numaralı koltukta oturan Madam Giselle’in başı önüne düştü. Uzaktan bakanlar kadının uyuduğunu sanabilirdi ama, hayır uyumuyordu Madam Giselle. Diğer yolcular gibi derin derin düşünmüyordu çünkü. Madam Giselle ölmüştü… 2 İki garsondan daha kıdemlisi olan Henry Mitchell masadan masaya dolaşarak hesap fişlerini dağıttı. Yarım saat sonra Proydon Havaalanında olacaklardı. Mitchell paraları toplarken selam veriyordu. “Teşekkür ederim, efendim… Teşekkür, madam…” iki Fransızın yanında biraz beklemek zorunda kalmıştı. Çünkü baba oğul hararetle konuşmaktaydılar. Garson, zaten onlar fazla bahşiş vermezler, diye düşündü. Yolculardan ikisi uyuyordu. Pos bıyıklı, ufaktefek adamla, en dipte oturan yaşlı kadın, bol bahşiş verirdi. Garson onun sık sık Londra’ya gittiğini anımsıyordu. Onun için bu müşteriyi uyandırmaktan kaçındı. Pos bıyıktı, ufaktefek adam uyandığında maden suyuyla, galetaların parasını ödedi. Zaten başka bir şey yiyememişti. Mitchell diğer yolcunun yarıma gitmeden önce oldukça oyalanmıştı. Sonunda Croydon’a erişmelerine beş dakika kala, yaşlı kadının yanında durarak, üzerine doğru eğildi. “Affedersiniz, madam. Hesabınız…” Saygılı bir tavırla yolcunun omuzuna dokunda Ama ihtiyar kadın uyanmadı. Mitchell elini biraz daha bastırıp hafifçe sarstı. Aynı anda beklenmedik bir şey oldu ve yolcu öne doğru yığıldı. Mitchell telaşla yaşlı kadının üzerine eğidi. Tekrar doğrulduğu zaman yüzü korkudan bembeyazdı. İkinci garson Albert Davis şaşkınlıkla. “Sahi mi?” dedi. “Doğru mu söylüyorsun?” Mitchell’in yüzü hâlâ bembeyazdı ve titriyordu. “Tabii.” “Emin misin, Henry?” “Eminim. Şey… belki kadın kriz geçirdi.” “Bir, iki dakikaya kadar Croydon’da olacağız.” İki adam bir an duraksayarak birbirlerine baktılar. Ardından ne yapacaklarına karar verdiler. Mitchell arka salonda masadan masaya dolaşıyor yolculara doğru eğilerek, “Affedersiniz, efendim? Siz doktor musunuz?” diye hafif bir sesle soruyordu. Norman Gate, “Ben dişçiyim,” dedi. “Eğer yapabileceğim bir şey varsa…” Yerinden kalkmak için hareketlenmişti. Dr. Bryant, “Ben doktorum,” dedi. “Ne var?” “Dipteki bayan yolcu… Durumu hoşuma gitmedi.” Bryant ayağa kalkarak garsonun ardından gitti. O sıra pos bıyıklı, ufaktefek yabancının arkalarından geldiğinin farkında değillerdi. Dr. Bryant İki numaralı koltuğa yığılmış olan yolcunun üzerine eğildi. Siyahlar giymiş, oldukça şişman, yaşlı bir kadındı bu. Doktorun muayenesi kısa sürdü, “ölmüş…” Mitchell, “Neden öldü acaba?” diye sordu. “Bir kriz mi geçirdi efendim?” “Adamakıllı bir muayene yapmadıkça bu soruyu cevaplandıramam. Onu son kez ne zaman gördün?” Mitchell düşündü. “Kahvesini getirdiğimde hiçbir şeyi yoktu,” dedi. “Ne zaman getirdin kahveyi?” “Kırk beş dakika kadar önce. Daha sonra hesaplan getirdiğimde onun uyuduğunu sanmıştım.” Bryant, “Kadın öleli en aşağı yarım saat olmuş,” diye konuştu.
Agatha Christie – Olum Diken Ustunde
PDF Kitap İndir |